9 Ekim 2008 Perşembe

2008

Kötünün kötüsü 2008 yılının 31 aralık gecesi herhalde birçok insan çok mutlu olacak.
Bu sene çevremde yaşayan insanların başlarına sürekli istenmeyen şeyler geldi.
Sadece benim çevrem değil ülkede yaşayan birçok insanın başına.
En başta adı gibi destana dönüşen tüm Türkleri
kapsayan meşhur soruşturma,hatta sorgulanmayanların vatandaşlıklarını sorgulamaları;''şehitler ölmez vatan bölünmez ''seslerinin her gece televizyonlarda liste başı sloganı olması; adları lekelenen japonların harakiri yapmasını takdirle anımsamamızı sağlayan yolsuzluk haberleri,kutuplaşmanın pek moda olması,(hatta kutuplaşamayanların kendilerini aidiyetsiz hissetmeleri)


yılın büyük kazası ''deniz feneri''hepimizin gönül rahatlığıyla yardım yaptığımız şahsi yardım derneği....
meğerse sadece belli şahıslara yardım yapan.
Hayata,insanlara güvenmeyi zorlaştıran,bu kadar hadisenin meydana gelmesi komik olmayan,acıtan bir şaka misali...




Neyseki birtek biz değiliz tesellisi var işin içinde.
Ülkelerin lideri Amerika'nın başına gelen,insana
müstehak dedirten mali kriz ve bundan etkilenen EU ülkelerinin telaşları ,yolsuzluğun,hırsızlığın,cinayetin,terörün yetmez depremin,selin sadece azgelişmiş veya gelişmekte olan ülkelere değil bütün dünyaya ait olduğu hissi uyandırıyor biz züğürtlerde teselli olarak.
Beto

20 Ağustos 2008 Çarşamba

Yüzü Zeytin Aşkımın / 2. Bölüm


Limana girdi… Tekneyi her zamanki yerine kadar götürüp, ahşap iskeleye bordaladı. Nefessiz kalmış motor, öksüre öksüre sustu. Bir oh çekti. Tekne şaşkınlığını üzerinden atamamış, utanmış, korkmuş bir vaziyette limanın durgun sularına bakıyor, arada sırada kaçamak bakışlarla sahibini izliyordu. Ahşap tekne, “çıt” çıkarmıyordu.

Sol ayağından kanlar akıyordu. Pervane ayak parmak uçlarını kapmış, etlerini yırtmıştı. Elleri kan içindeydi. Ağladı. Yaşlarını sildi gözlerinden, kanlı elinin tersiye. Yaşıyordu, sağlam denilebilecek kadar iyi durumda sayılırdı tüm yaralarına rağmen. Kıç güverteye sırtüstü uzandı. Kahkahalar attı acıyla. Birinin onu duyup yardıma gelmesi için “İmdat” diye bağıramayacak kadar gururluydu… Mendirekte şarap içen ve bir yandan olta atan köyden birkaç genç yardımıyla tekneden çıktı. Evine getirdiler balıkçıyı.

“Çocuklara hiçbir şey söyleme, yoksa…” diyebildi sadece karısına. Başka konuşmadı. Yaraları pansuman edilirken, baygın, uykuya daldı.

Yaklaşık bir hafta dinlenmesi gerekti. Evin avlusunda yırtık ağları onardı. Arada sırada çocuklarla oynadı. Onları koklamak ne güzeldi... Karısıyla fazla konuşmadı… Mahcuptu. Yenikti kendine. Kahveye hiç inmedi. Kendini ziyarete gelen eş, dosta kaçamak yanıtlar vererek, ortadan kaybolmayı yeğledi.

Paragat takımını sahilde buldular. Takım tamamen boşalmıştı. Bir kısmı balıkçıların ağlarından çıktı. Sadece sepet kaldı geriye. Yeni bir takım yapmak için en az üç gün çalışacaktı. Elleri hızlı çalışmasına izin vermedi.

Akşamları bira içerdi… Bazen de şarap… Gece eve gitmek istemediği anlardı bu anlar. Yorgun, yenik kimi zaman beş parasız… Karısı ona ne kadar şefkatli davransa da onun şevkatini acıma gibi algılar ve kadını aşağılardı. Görücü usulüyle evlendiği karısını ancak içki içince sevebilmiş, sevişebilmişti...Ona da haksızlık yapar, farkeder, yine utanır ve yine denize giderdi ya... “Senin elinden zehir olsa yerim valla, hele şu hoşmerimin yok mu? diye arada bir övmeyi, gönlünü almayı ihmal etmezdi çok nadir de olsa...

Yüzünde, zeytin ağaçlarınkine benzer izler vardı. Oysa ki o zeytin ağaçlarına yaklaşmaz, bakmaz, umursamaz bir tavır içindeydi hep… Yalan söylüyordu işin açıkçası, yüzü “zeytin” dese de... Ruhu, poyrazın, lodosun en dayısına kafa tutan fakat tek bir yanlış hamlede boynu kırılan, vahşi orkidelere benziyordu artık...”Yorgunum” diyordu bazen bana, utana sıkıla... O bir yandan çeker hani bir yandan da balık... Biraz sen ona gidersin ve biraz o sana gelir… Ve bir anda tınnnn diye bir ses…. Kalbin “Geçmesin, olmasın!!!” diye atmaya kıyamadığı o an, o sessizlik… Kaçan balık, bir daha kaçan balık, koyu lacivertteki yalnızlık, hiç olmazsa bu sayede yine hayaller ve yine hayaller, devam eder....
Bunların arasında bir sağa bir sola yığılarak, kah kendiyle dalga geçerek, gülerek, kah küfrederek, gezinip duruyor ve böyle yaşıyordu hep o.

Fok gibi gezinen, soluyan, bir görünüp bir yok olan, bir aşıktı o. Gücünün ve denizdeki ustalığının kendisine verdiği büyüklük, efendilik duygusu, alkolle birleşince, acımasız bir kişiliğe bürünürdü. Alkol onun sığınağıydı. İstemediği düşünceler korkulardan uzaklaşıp rahatça ava çıkmak, avı, denizi, ağı, yemi, balığı, kerterizlerini, hareketlerinin teknesiyle olan uyumunu düşünmek, planlamak, rüzgara yüzünü vermek, dalgalarla sevişmek, savaşmak, tüm bedeni titreyinceye kadar üşümek, yorulmak ve ardından bitkin bir halde… Duru ve karanlık sonsuzluğun ortasına attığı çapanın insafına kendini teslim ederek, gözlerini yumduğu, bir sığınak.

Avlandığı kıyılarda yaşayan ve ağlarından, paragatından balık çalan foku kendine benzetirdi. Mağarasında uyuyan yalnız yaşayan foku bu yüzden severdi, hem de çok.

Susardı, korkardı talihinden, anlatmazdı kimseye “fokun nerede yaşadığını”... Yaşadıklarına şahit olduğunu düşünür,onunla konuşur bazen balıkların ve bazen de sessizce sevgilisinin nerede olduğunu... Sorardı ona…

Mağaranın önünde durup paragatı yemlerken sesinin yankılarını dinleyerek türkü söylerdi foka; beni kızdırdığını bilip, kahkahalarla gülerek.

Saatlerce kayaların üzerinde oturup, yanında üç beş takım ince misina, mazmoz için iki çay kaşığı kopanesti, kırık dökük bayat ekmek, bolca yedek iğne, taze sardalya; sargoz avlardı… Dikkatini dalgalara ve dalgaların içinde kıyıya doğru sürüklenen misinasına verir, herşeyi unuturdu. Kayalar, köpükler ve rüzgar. Bu üçünün arasına usulca büyük bir zerafetle saldığı olta onu geceye bağlardı… Sevgilinin ince ve ürkek elini tutmak gibi heyecan vericiydi, oltanın ucundaki hassas dokunuşlar. Elinin hassasiyeti yetmezse, dudakları arasına alırdı misinayı, gözlerini yumardı.

Yaklaşık bir kiloluk sargoz, kendine, karısına iyi davranmak için yeterli bir sebepti… Çocuklara sevdikleri çikolatadan almayı unutmamalıydı. Kafasında kurduğu arzunun gerçekliğine yaklaşmış olmaktan mutlu, şarabını yudumladı… Balığa baktı, öptü, sepete koydu. Ayağa kalktı. Denize sırtını verdi. Patika yolun üstündeki zeytin ağacının yanından geçerken, durdu. Sigarasını yaktı, Midilli’ ye doğru baktı . Gülümsedi.

Ağaca yaklaştı ve fısıldadı :
“Bir daha ki sefere. Güzelim. Bir dahaki sefere ...”

Nesimi Ozan Veryeri – 2005
overyeri@yahoo.com
http://www.ozanveryeri.com/

16 Ağustos 2008 Cumartesi

Yüzü Zeytin Aşkımın / 1. Bölüm


İşinin bittiğini düşündü. Teknenin küpeştesine vuran deli dalgalar pervaneye dolanıyor ve ardından ufak saçmalar gibi yüzüne vuruyordu balıkçının. On saniye, beş dakika, yarım saat öncesi, biraz evvel tekneye aldığı kocaman siyah orfozun can dolu bakışları öncesi, ölmesini seyredişi, onu eliyle okşayışı öncesi, eve dönmeden önce limandaki kahvede içmeyi hayal ettiği bir bardak sıcak çay hayali öncesi… Ve çocukları... Aklına düştü, gözlerinden aktı. Boğulmak üzereydi şimdi.

Çocukluğundan beri denizdeydi, özel yatlarda gemicilik yapmış trol ve gırgır teknelerinde kaptanlık yapmıştı. Ege adaları ve Akdeniz kıyılarının renkleri, kültürü, güzellik ve bereketiyle dolu bir yaşamı olmuştu…

Ve kadınlar… Sadece onda, yaşamak istediği aşk denizini buldu. Onu çok sevdi. Yaşam balıkçıya bu sefer cömert davranmak niyetinde değildi oysa ki… Adayı saran çılgın salgın hastalık sevgilisini, balıkçı uzak denizlerden döndükten hemen sonra elinden aldı.

Kadını altın ve gümüş takılarıyla süsledi. Mezarın başına isim yazmadı, süslü bir taş koymadı, sadece bir zeytin fidanı dikti. Sevgilisinin kırmızı eşarbını son kez kokladı. Zeytine sardı. Adadan ayrıldı.

Uzak denizlere bir daha açılmadı. Denizlerin ona sunduğu bereketin hesaplaşması mıydı, kaderin sevdiği kadını elinden alması? Yaşam kendisine haksızlık etmişti. Aklındaki aşkı her gittiği yere taşıyan isyanı, onu, çekilmez bir kişiliğe bürümüştü. İzmir’in Karaburun kasabasında, doğduğu köye dönmüş, herşeyden herkesten uzakta, teknesiyle kıyı balıkçılığı yaparak geçimini sağlıyordu.

Evlendi ve çocukları oldu. Çocukları, bazen içinden geçse de “ Seni seviyorum” diyemediği eşi için, bildiği tek iş olduğu için ve en önemlisi sevdiği için denizdeydi… Yaşadıklarının ardından ondan geriye bir tek “deniz” kalmıştı...

Balıkları, teknesi, ustalığı onu “kendi” yapan varlıklardı. Artık alkolikti, en büyük kusuru buydu onu seven ve sevmeyenlere göre… “Ben bu denizleri, denizin altındaki kayaları, balık yataklarını seviyorum. Ölürsem en çok neye üzüleceğim biliyor musun? Ha, biliyor musun? Bilmiyorsun, kimse bilemez. Bu mercanları, bu sargozları, sinavritleri başkalarının yakalayacağına… Kimler avlayacak onları, kimler ? … Kimseyle paylaşmak istemiyorum onları. Kimseyle... Anlıyor musun ?” diye konuşurdu içince…

Yalnız avlanırdı. Bazen arkadaşlarını da alırdı tekneye ama genelde teknede birine kızar,
kavga eder, hepsine kızar, bazılarını limana varmadan suya atar ve eve kapanırdı. Ertesi gün o adam gider sanki başkası gelir, tüm güler yüzü ve şefkatiyle arkadaşlarına rakı, şarap balık ısmarlar, barışırdı. Tüm köy, aksiliklerine alışıktı.

Tekne içten dümenliydi. İleri geri hareket eden manivela koluyla, sancak iskeleye dönüyordu. Balıkçı, denizde kendine çok güvenmenin en büyük hatalardan biri olduğunu
biliyordu. Hava patlak olduğunda kendini tekneye bağlardı. Denizden korkardı sevdiği kadar. Sağ eliyle dümeni idare ederken sol elinin bileğine izbarço bağıyla ve teknenin kıç bodoslamasından çıkan babaya kazık bağıyla 3,4 metrelik bir halatı toka ederdi. Fırtına vardı. Yarım saat önce “Geliyoruuuummmm…” diye seslenen poyraz şimdi delice bastırıyor, balıkçının gözlerinden yaşlar koparıyordu. Sahilden uzak durmayı tercih etti. Kıyı seyri en tehlikeli seyirdi böyle havalarda. Karanlığın içinde, sabah dört buçuk, yalnız, yine çok yorgun, ağır ağır dönüyordu limana. Günün doğmasına on güneş boyu zaman vardı. Limanı pruvaya almasına izin vermiyordu hava… İskele bordadan göğüslüyordu denizleri tekne.

Sigarasını yaktı, Midilli’ ye doğru baktı. Gülümsedi. Paragat sepetini farketti. Sepet, güverte üstünden denize düşmek üzereydi. Kendine küfretti. Oltayla avlanırken, “Geliyorum” diyen havadan kaçmak için aceleyle çektiği çapanın ardından sepeti kamaranın içine almayı unutmuştu. Sol elindeki ipi çözmeden sancak küpeşte üzerine basarak sepete uzanmaya çalıştı. “Denizde ilk hata son hatadır” demişti ona babası. Daha çocuktu o zaman....

Tekne yükseldi. Balıkçı, hissetti....Siyah denize baktı. Anlaşmak şansı yoktu, çok geçti, kızgın dalga, göğsünün önünde yükseldi, gökyüzündeki çoban yıldızı yok oldu… Osmanlı tokadı genç teknenin iskele bordasında patladı. Tekne, balıkçının kışın vadi içlerinden sürerek avını yaptığı, kurşun yiyen semiz anaç bir domuz gibi yerinden sıçradı.

Motorun gazını sabitleyen ip boşaldı. Egzostan gelen boğuk sesler, kopan gürültünün yansımaları oldu. Balıkçı, dizlerinin üzerine, küpeşte ile kamara arasına kayarak düştü. Sağ elinin bileğini incitti. Kamaranın üzerinden ve her yerden denizler geliyordu. Sol eliyle sepeti hala tutuyordu. Sağ elinin iş görmez olduğunu hissetmedi. Teknenin içine alınan ve ölmek bilmeyen bir mürenin tahtalara geçirdiği dişler misali var gücüyle tutunmaya çalıştı küpeşteye. Dalganın yarattığı boşluğa düşen tekne bütün ataletiyle sancağa yattı. Suya düşeceğini hissettiği anda paragat sepetini sol tarafa attı balıkçı. Sepetle birlikte suya düşmek “Ölüm” demekti. 400 iğnelik paragatın bir tek iğnesinin kendisine takılması sonunda yüzlerce metrelik takıma çapariz olabilirdi. Vücudunun yarısından çoğu teknenin dışına taşarken ileri doğru baktı… Düşüyordu balıkçı.. .

“ Haydi bre Efeeeee” diye haykırdı. Sol eliyle kendini suya iterek, tekneden olabildiğince uzağa düştü. Burnundan genzine dolan soğuk suyu, henüz kafası yüzeye çıkmadan kusmaya çalışırken, tekneye kendini bağlayan ip acımasızca bileğine asıldı. Üstündeki kıyafetlerin yarattığı ağırlık ve vücudunu kendine çeken dalgalar bileğini parçalamak istiyordu.

Tekne ne yapacağını şaşırmış... Sahibini arıyor, tek silindir, 11 beygir, kızgın pancar motor ise olanı biteni anlamış gibi devrini rolantiye düşürüyordu. Dümen suyu, altından geçerken balıkçının vücudunu yalıyordu. O anda teknesinin her gün, her an konuştuğu arkadaşı, dostu olmadığını cansız olduğunu düşündü, ama buna inanmak istemedi… Teknesi “Hadi gel, gel be kuzum , beni yalnız bırakma, ne yapıyorsun orada? diye yine de konuşuyordu sanki… Üzerindeki kalın gocuğun içine dolan su bütün bedenini sıkarak nefes almasını zorlaştırdı.

Bir süre, yalpalayarak ilerleyen teknenin ardından, sürüklendi. Nefes almaya çalıştı. Sadece nefes almak… Bileğini artık hissedemiyordu.

Yakamozlardan oluşan bir samanyolu içinde, dalgaların içinde sürükleniyordu…


Suratına çarpan dalgalar gitmiş , yüzünü okşayan sıcak eller gelmişti karanlık suların içinden... “Sevgilim, güzelim, bak yüzüme, bak işte çağırdığın gibi geldim. Sen ve ben ikimiz beraberiz” dedi kadın…

Vicdanı, ağzındaki sudan hiç çıkmayan tuz gibi, son kalp atışlarının içindeydi hala bir şekilde. Canı çıkmak üzereydi ama vicdanı paçasına yapıştı ve sıcak, ufak elleriyle onu çekiştiren bebeleri oldu, kulağında ve gözlerinde karısının çığlıkları... Dalgalar mı gerçekti, çığlıklar mı, soğuk sular mı, sıcak eller mi?...

İşinin bittiğini düşündü. Balıklar, siyah orfoz, limana dönünce yudumlamayı düşündüğü sıcak çay, ve çocukları gözlerinin önünden geçiyordu. Boğuluyordu balıkçı yakamozdan samanyolunda... “Az kaldı, az kaldı aşkım, dedi kadın tekrar, bembeyaz...

Dalgalar onu köyüne, ölüme, götürüyordu. Dalgalar onu sevdiğine götürüyordu.

Solumak için kafasını yukarı kaldırdı. Suratına çarpan sular, ona “ Kendine sor, kendine sor .“ diyordu. “Sor artık şu soruyu kendine ve yanıtla, bak Kimi istiyorsun, neyi istiyorsun. Söyle kendine, söyle bize artık ” dedi dalgalar...

“Görüyorum ellerini, saçlarını kokluyorum, beraberiz, istediğim, hayal ettiğim bu benim…” diye yanıtladı balıkçı.

O denizde ölmeyi çoktan kafasına koymuştu. Acısı onu tüketiyor, sevgilisinin genç bedeni, beyaz yüzü gözlerinin önünden gitmiyor, elleri her zaman ona uzanıyordu denize dokunduğunda. Kendine vermek istediği, hak ettiğine inanmak istediği bir ödüldü denizde ölmek…Ve ona gitmek.

7.30 m boyundaki karpuz kıç tekne poyrazın hakimiyeti altına girdi, pruvasını dalgaların patladığı kıyıya çevirdi. Karaya yöneldi. Ölü dalgaların üzerinde kırılan sular, balıkçıyı şaşırtıyor, o hala tekneye aldığı orfozlar, akyalar, levrekler gibi kocaman kocaman soluyor, nefes almaya çalışıyor, ne ölüme ne de yaşama teslim oluyordu…

Tekne, kıçı altına aldığı kocaman bir dalgayı ezmeye çalışırken iyice suya gömüldü. Hemen ardınan gelen dalga bir kara pehlivan misali balıkçıyı kucakladı, yukarı kaldırdı.
İki eliyle de ipi tutmaya çalışırken bedenini hızla teknenin kıçına doğru taşıyan, iten dalganın üstünde tutmaya çalışıyordu. Dalga, balıkçının yüzünü teknenin dümen suyu hizasında, kıç bodoslamaya acımasızca çaptı.

Tek yapabildiği ipin geride kalanını bırakıp kıç babaya daha yakın bir noktadan tutmak oldu. Ayaklarını açtı ve tekneye dayadı. İki eliyle olanca gücüyle ipe asılıyor ve o şekilde kalmaya çalışıyordu. Sinirleri boşaldı. Kendi kendine çığlıkla karışık bir kahkaha attı. “Aahhhh, Allahım…. Çocuklarımmmm.Oğlummm, kızımmm.” diye haykırdı.

Kıyı, artık ölmek için çok yakındı yaşama. Şimdi de kurtulmak ama yaralı bir biçimde kurtulmak ve denizlere dönemeden yaşamak korkusu sardı beynini. Ayaklarının tam ortasında apış arasının önünde dümen suyu ve pervanenin varlığını hissediyordu. Kendini bırakması halinde vücudunun yarısı param parça olacaktı. Kıyıya çarpacak ve belki de bu şekilde kurtulacaktı.

Gazetelerde haber ve köydeki herkesin ağzında madara olduğunu düşündü. “Erkekliğini ve bacaklarını teknesinin pervanesinde yitiren aptal balıkçı, aptal balıkçı, aptal balıkçı...”

Elleri kan içindeydi, kanın tadını ve kokusunu yüzüne bakan suda hissetti. Kollarında son bir hamle için güç olmalıydı. Tekne aheste biçimde Kömür Burnu’nu sıyırarak siyah kayalıklar ve kayalıkların arasına ayıp olmasın diye bezenmiş çakılların olduğu sahile doğru ilerliyordu.

Kendini ve tekneyi, teknesini kurtarmalıydı… “Ne yapacaksan şimdi ve erkek gibi yap”, dedi içinden… Ayaklarında kauçuk tabanlı, uzun plastik çizme vardı. Pervanenin hemen ardında duran dümen palasının kendine dik pozisyonda olduğunu biliyordu. Tekne ne sancağa ne de iskeleye kaçıyordu çünkü.

Dümen palasının üzerine basarak tekneye çıkmaktan başka çaresi yoktu… Karanlık ve soğuk dalga onu hırpalamak için yeniden kucaklarken, hamlesini yaptı...
o.
devam edecek...

12 Ağustos 2008 Salı

Gün güzel, güzel haberler var... / Sema Keser

Bugün bir konuğumuz var;
*
Olayların değil olaylara bakışımızın önemli olduğunun, olayları değiştiremeyeceğimizin ancak bakış açımızı değiştirebileceğimizin çok güzel ifade bulduğu, her türlü olumsuzluğa rağmen umut taşıyan umut aşılayan güzel yazısı ile, Denge Merkezi'nden Sevgili Sema Keser....
*
Hoşgeldin Sevgili Sema...

*******
*
Gün güzel… Ülkemin mutlu insanlarının saçtığı mis kokulu havayı içime çektim. Dolmuş şoförünün “günaydın”ına karşılık verdim. Simit aldığım dükkanın satıcısının teşekkürüne sıcacık gülümsedim. Şehrin gözlerimi kamaştıran, adeta hepimizin içindeki değerlerin, kültürümüzün son derece usta bir yaratıcılıkla yansımış olduğu yollarını, binalarını, parkları… seyrederek yürüdüm. Onlara bakarken ne çok şey düşündüm, ne çok şükrettim, ne çok şey hissettim… Ağzım kulaklarımda her günümüzün üretmekle geçtiği, hizmet etmenin doyumunu her gün farklı şekilde yeniden yaşadığım işime geldim. Açtım bilgisayarı, güzel haberler vardır mutlaka dedim. Güneş bu kadar parlarken bu şehir bu kadar mis kokarken insanlar “kendilerine yaraşır” çok şey yaşamıştır, gazete okumalıyım, öğrenmeliyim insanların iyi, mutlu, gelişim, barış dolu haberlerini; mutluluğumu perçinlemek için dedim…

…. Devam edecek…

Bir haberle bir fotoğrafla karşılaştım. Haber savaş… fotoğraf yerde yatan ve ona sarılmış halde ağlayan iki “sivil” ve yanı başlarında duran iki asker. Yer Gürcistan.
Neresi olduğu önemli değil, yer dünya, insanların yaşadığı kara parçaları ve denizlerden oluşan, kutuplardan hafif basık mavi küre…

Bir an kalbimde bir sıkışma hissettim ve bunu fark ettiğim anda kendime “sakın” dedim. “sadece izle, sadece oku” Tamamen dışarıdan bakan bir çift göz oldum ve yazmaya karar verdim:

Ben politikadan, siyasetten, ülkeler arası ilişkilerden, hesaplardan, kitaplardan almalardan vermelerden fazla anlamam. Bu bakış açısıyla çok yorumda da bulunamam. Şu an bakmayı tercih ettiğim göz duygularımı da dizginleyebilmek adına, bu dünya da yaşayan bir insanın gözlerinden de öte, bununda dışından bakan, yargısız yorumsuz bir göz olacak. Bu nedenle bu işlerden anlayan, okumuş bilmiş insanlara basit gelebilir söyleyeceklerim. Zaten amacım da olabildiğince sade şeyler söylemek…

Okuduğum habere ve gördüğüm fotoğrafa dönecek olursak; haberi yazanlar şöyle ifade etmişlerdi; “siviller öldü” “Rusya savaş açtı.” “Gürcistan şöyle dedi.”
Rusya kimdi? Gürcistan kimdi? Resimlerde rastlayamadım. Tek fark ettiğim; orada gördüklerim insanlardı. Yerde yatanlar da, o askerler de.
Bunlar ülkelerdi, sistemlerdi. Peki onların her biri kimdi? Bir araya gelmiş insanlar. Onları temsil eden liderler. Bu kararların ağızlarından çıktığı kişiler… sonuç, onlar da insanlardı.

Sonuç, basitti. Neresinden bakarsan bak, görünen tek bir şey vardı; dünyanın her yerinde yukardan bakıldığında benzer özelikler gösteren bizler, yani insanlar. Ve bu unutulmuş… dünyanın, “sadece dışarıdan bakan bir çift gözün” bunu hatırlatmasına ihtiyacı var gibi;

“ HEY AHALİ… ŞU AN SOYUNUN VE DÖNÜN BAKIN AYNAYA… VE ŞİMDİ KENDİ ÇİZDİĞİNİZ SINIRLARIN ARDINDA YAŞAYAN HERKESE; NE GÖRÜYORSUNUZ? BENZER ŞEYLER DEĞİL Mİ?
DOĞRU… SOYUNUNCA GÖRÜLEBİLECEK TEK BİRŞEY KALIYOR GERİYE
SADECE İNSANLIĞIMIZ…

… devam ediyor…

Ve okudum, etkilendim…
Haberler iyiydi. Haberler üretmekle, keşfetmekle, değerlerle, insanların deneyimlediği gerçek aşkla… ilgiliydi. Bir köşe yazarı esprili bir dille eğitim sistemimizin diğer tüm ülkelerce örnek seçildiğini ve modelleneceğinin haberini verirken, bir diğeri bir önceki gün ki yazısında kendisine ettiği iltifatlardan dolayı diğer bir köşe yazarına şükranlarını en mütevazi ve vefalı şekliyle örnek bir ifadeyle dile getiriyordu. İngiltere Afrikalı kardeşlerine, kendi kültürlerini yaşatmaları geliştirmeleri için maddi ve manevi destek olacağını ilan etmiş ve samimi içten, karşılıksız yardımlarını başlatmıştı. Haberler günden daha aydınlıktı.
şunu keşfettim;
Dünya insandan önce böyle bir yer değildi, İNSAN geldi ve dünya değişti…
Sema Keser
*
10 Ağustos 08
Pazar
23:20

3 Ağustos 2008 Pazar

Sudaki Çocuğumuz Akdeniz Foku / 4 ve Son

Sevgili Tofucanlar ve Sevgili Konuklar,
*
İlk adım Sevgili Ozan'dan, "yettüm garriiii" başlığı ile esprili, çok hoş bir mail ile geldi. Keyifle takip ettiğimiz "Sudaki Çocuğumuz Akdeniz Foku" 4. ve son bölümü ve harika Karaburun fotoğrafları eşliğinde aşağıda.
ve bir müjde; yine denizle ilgili bir seri hikaye de yolda :)
*
*******
*
Mağaranın sahiline vuran dalgalar geçen zamanı yavru foka işaret ediyordu.
Zamanı ve mekanı öğreniyordu.
Yaşamın karanlıklar sonundaki ışıklarda, yüzmek olduğunu zaman ona öğretiyordu.
Annenin varlığına duyduğu ihtiyacın yerini ışığa duyduğu merak git gide kaplıyordu.
Artık 35 kg ağırlığındaydı.
Ve dış dünya her geçen gün onun ilgisini daha da çekiyordu.
Bir akşam annesi mağarayı terk ederken o da annesinin peşinden yola koyuldu.
Yaklaşık 3 mil boyunca annesinin yanında yüzdü . Annesi ona avladığı balıkları verdi. Ağlarla karşılaştılar ve annesi ona ağları öğretti. Ağın tehlikelerini…
Ahtapotlara yaklaşmayı, onları kafalarından yakalayıp, havaya fırlatmayı...
Burun deliklerine ahtapotun kollarının girmesi halinde ölebileceğini, ahtapotu tersten yakalaması gerektiğini ve sersemletinceye kadar suya çarpması gerektiğini…

Yaşam şimdi başlamıştı…
Şafak doğarken sakin ve usulca mağaraya geri döndüler birlikte.
Biraz daha süt istedi canı…
Ve çakıl sahilli mağarada annesinin yanında, doyumsuz bir uykuya daldı.

3 ay kadar bir süre geçmişti….70 kg.oldu.
Deniz her seferinde daha da çok keşfedilmeyi bekliyordu. Her şafakta eve dönerken, o annesini daha çok gezmek için burnuyla açık sulara doğru itiyordu.

Ve bir sabah, bir tan vakti anne mağaraya yaklaşırken
kocaman, koskocaman
kara sürmeli gözleriyle ona baktı,
Mağaraya baktı, baktı, soluklandı bir daha soluklandı…
Daldı.
Yavru fok Ege Vira
Bekledi .
Annesi uzaklara doğru kaybolmak üzereyken,
Hızla arka yüzgeçlerini vurdu ve dalışa geçti.
Mavi boşluğun içindeki beyaz anayı, hayali izledi…
Ege Vira için, güvenlikleri için daha uzaklara gitmeleri gerekiyordu.

Anlatılanlardan , bilinenlerden…
Bu masalı anlatanın bildiklerinden uzaklaştılar…
Bilim adamlarının kameralarından, bilimden , ve insandan…
Gözlerden
Yok oldular…

Ergin bir birey oluncaya kadar vermesi gereken bir çok sınav daha oldu.
Poseidon onu kocaman büyük dalgalar ve fırtınalarla defalarca sınadı.
Aç kaldığı , daha büyük erkek fokların ona saldırdığı, zor günleri oldu…
Sonunda Ege denizi Ege Virayı kabul etti…

Bodrum’un bugünkü Bardakçı koyundaki tapınaklarında binlerce yıl önce konuşlanmış olan Hermes ve Afrodit balıklara hiç tükenmemeleri için gerektiğinde cinsiyet değiştirmeleri emrini verdi. Hermes, Afroditle birleşti. Sinavritler, fangriler, çipuralar, orfozlar çift cinsiyetli oldular. “Hermafrodit” oldular. Balıklar, ahtapotlar ve istakozlara bu genç efendilerine hizmet etmeleri emredildi.

Adalardan binlerce adaya haber salındı. Ege yine silkindi çalkalandı sarsıldı. Kocaman yeni mağaralar oluştu. Denizler köpükleriyle mağaraların içlerine kumlar taşıdı, kumsallar oluştu.

12 ay sonunda
boz “Ana”
Son kez ve uzaktan
Adanın kıyısında yüzen oğluna baktı,
Ağır ağır
Sessizce
Sanki bir hayal
Kimsenin bilmediği
Fark etmediği bir su tanesi oldu,
İçindeki şarkılarla
Dalıp tek başına uzaklaşırken ,

Bilinmeyen bu Adanın
Kıyılarında
Deniz kızları ve sarmaşıklarıyla
Oyun oynayan “Koçero” ( Genç)
Ege Vira

Yok olmaya inanmayan
Bir Foça oldu

*son

Çocuklarımıza atıf olunur / 2008

--------------
M:Ö. 600 lü yıllarda Anadolu, Ege Bölgesi’nde Ionia , Phokaia ( Foça) kentini kurdular. “Foça” , “Fokai” yani “Tombul hayvan”. Ege’nin her iki yakasında foklar adına mühürler, paralar bastılar, şenlikler yaptılar. Phokaian insanları birkaç yüzyıl sonra Pers’lerin saldırısından deniz yoluyla kaçarak, Avrupa’ya göç ettiler.

Akdeniz’li olmak , 6.cı kıtadan olmak ne güzel…
Sularınız berrak ve serin olsun…
o.

29 Temmuz 2008 Salı

Kısa bir TOFU Tarihi...

berrin açılmış dedi ki...
seninle aynı fikirdeyim nilambara

gülçin yazmalı - nilambara yazmalı -editör mutlaka yazmalı diğer tofugrup üyeleri sizlerde yazmalısınız.. çiğdem de yazmalı
meraklanmayın ben akla zarar yazılarıma devam ederim...
bu nasıl çelişki kimse yazı yazmıyor
okur ikiye katladı...
ozan sen nerelerdesin ?
şu sıcak havada - denizle - suyla alakalı yazı olsa süper olurdu...
25 Temmuz 2008 Cuma 09:33



*******


Sevgili Berrin, bu yukarıya kopyaladığım yorumun ile beni yaklaşık 2 sene öncesine götürdün...
*
Ankara’da harika bir Kasım akşamı, belki de Aralık.... tam hatırlamıyorum, bakmak lazım, Tofu’nun ilk yazılarına dönmek lazım...
Berrin’in evinde yine bir sevgi sofrası ve etrafında toplanmış 8 kişi (Berrin, Brajeshwari, Brajabanita, Anushila, Subhankari, Indrani, Jahnabi ve ben)
Harika bir akşam... yemekler harika, sofra çok şık... Herkes harika, çok şık, çok keyifli...
Sohbet harika, çok renkli çok dolu, hayata dair herşey o şık masanın şık sohbetine dahil...
*
Ve ilk öneri sevgili Brajeshwari’den geliyor... “Bir blog açsak, hep birlikte, tüm bu paylaşımlarımızı orada devam ettirsek, böyle arada bir buluşmalarla sınırlı kalmasa, daha sık daha çok paylaşsak”
*
Sanırım bu tarz bir cümleydi, tam hatırlamıyorum ama içeriği, anlamı bu tarz bir cümleydi... Biran duraksadığımı hatırlıyorum... Blog kültürüne çok yabancıyım, nedir ne işe yarar, ne yaparız kestiremiyorum dolayısıyla pek fikir de yürütemiyorum ama genel görüşe katılarak “aa evet neden olmasın, çok da hoş olur” diyorum, tam olarak neye olur dediğimi bilmeden...
*
Ve ertesi günlerde Brajeshwari hızlı bir başlangıç yapıyor, hepimize gönderdiği maille blog için planlarını ve hem planlar hem de özellikle bloga konacak isim ile ilgili önerilerimizi istiyor... Ben hala işin ciddiyetinin çok da farkında olmadan, yoğun iş tempomun içinden ciddiye alınmayacak kadar saçma 1-2 isim önerisinde bulunuyorum ve doğal olarak sıralamaya bile giremiyorum... :)
*
Sonra, Brajeshwari’den yeni bir mail geliyor... Blog için bulduğu isim ve neden o isim olduğuna dair harika bir açıklama... hepimiz çok seviyoruz bu ismi ve ifade ettiklerini... ve oy birliği ile yeni beraberliğimizin temellerini atacak olan blogumuzun ismi “Tofu Grup” oluyor... ve hizmete açılıyor...
*
İlk günler hergün heyecanla takip ediyorum, nedir ne değildir ne işe yarar nasıl kullanılr vs anlamaya çalışıyorum ve yazılan her yazıyı su gibi okuyorum... Bu paylaşımdan çok keyif almaya başlıyorum, o dönemdeki yoğunluğumun içinde bulduğum en ufak boşluğu bile hayatıma yeni giren bu kavramla doldurmaya çalışıyorum. Yazılar üst üste birikiyor ama ben hala izleyici konumundan çıkamıyorum, üye olmayı başaramıyorum... nedenlerini araştırmaya da yazı yazmaya da vakit bulamıyorum... ve günler sonra nihayet büyük gün geliyor ve ilk girişimi yapıyorum... Sonra... Sonrası kendini üretiyor ve hergeçengün oynamak, oynadıkça yeni birşey öğrenmek ve öğrendiklerimi uygulamak ve büyük bir açlıkla her konuda herşeyden bahseden yazıları sürekli üretmekle geçiyor. Ve öyle bir an geliyor ki, çok koştuğumu ve arayı çok açtığımı düşünüp, durma ihtiyacı hissediyorum... Sonra böyle koşmaya üretmeye alışıp duramadığımı farkediyorum ve özgürce, kimsenin hakkını, alanını gasp etmeden daha daha fazla koşmak için yeni bir alan arayışı ile Tofu Gruptan ince sazın doğuşunu izliyorum keyifle... İnce saz da özgürce koşmaya devam ederken de hala büyük bir zevk ve merak ile Tofu Grubu takibe devam ediyor hatta ara ara hızımı alamayıp ufak turlar da atıyorum...
*
Buarada Tofu Grup, emeklemeye başladığı ilk günlerden itibaren hızla harekete geçiyor, 8 kişi ile çıktığı yolda 15 ayrı rengi aynı güzellikte barındıran bir gruba dönüşüyor... Ve sürekli üretiyor... Her güzel şeyde olduğu gibi Tofu Grup ta zaman içinde kabına sığamamaya başlıyor ve kendi içinden yepyeni harika yeni bloglar doğuruyor... İlahi Tatlar, Yansıma ve Yanılsama, İnce Saz, Dengede Reiki, Mevsimlerden Roma, Bulut, Aşka Dair.... hiçbirini diğerinden ayırt edemediğim ve herbirinin Tofu Grup şemsiyesi altındaki büyük bir ailenin fertleri olduğunu düşündüğüm bu bloglar da büyüyüp, serpilip birer yetişkin olarak kendi renkleri ile dolu dolu yoluna devam ediyor.
*
Ve an geliyor, şemsiyenin renkleri azalıyor... Tofu Grubu büyük ve keyifli bir aile yapan tüm renkler birer birer kendi yoluna gittikçe, aile yalnızlaşıyor, sessizleşiyor, özlem çekiyor... Eski kalabalık, rengarenk, coşku dolu günlerin özlemini çekiyor...
*
Ben çok özlüyorum... Biliyorum sizler de özlüyorsunuz....
*
Sevgili Brajeshwari, hiç sesimi çıkarmadım, özgür olmak isteğini anlayışla karşılamaya çalıştım ancak bukadar insanı aynı şemsiye altında büyük bir üretkenlikle toplayan, önayak olan kurucu editör yine burada olmalı... Ara sıra da olsa o lezzetli, dolu dolu satırları ile Tofu şemsiyesinin tekrar dimdik durması için sapından tutmalı... çok yakında bu şemsiyeyi tekrar ele alacağını ummak istiyorum...
*
Sevgili Brajabanita, hani çocuklarla annelerle ilgili anlatacakların... Çok beklettin, hadi artık... bizleri güzel paylaşımların ile düşündürecek ve gülümsetecek satırlar geleceğini biliyorum ve bekliyorum hala umutla...
*
Sevgili Anushila, hani diyorum ara sıra o güzel “Perşembe sohbetlerin”den kısa kısa alıntılar yapsan buraya... O dolu dolu güzel sohbetlerinin kısacık özeti de olsa paylaşsan burada bizlerle... sen bana yolla, ben zevkle yerleştirir süslerim :)
*
Sevgili Subhankari, uzun zaman oldu... o inanılmaz lezzetteki, düşündüren, gülümseten zengin içerikli yazılarını özledim... minicik bir zaman ayırsan kocaman bir yazı çıkaracağından eminim, lütfen minik bir zaman :)
*
Sevgili Indrani, o aksak aksanını, deli dolu hallerini, evin yaramaz kızını özlemeyen yok eminim... Istanbul’u senin gözünden izlemek ayrı bir zevk, oralara gidip lütfen unutma buraları...
*
Sevgili Jahnabi... okul bitti... yaz sezonu bitmeden yazacak çok vaktin ve çok konun olacağını biliyorum... geçen yıl ki güzel tatil anıların üzerine yenileri gelecek, şuanda biriktiriyorsun ve biriktirdiklerini zevkle bekliyoruz... ve yakın tarihte birikecek başka güzel anıların olacak, lütfen onları da paylaş bizimle, birlikte büyüyelim :)
*
Sevgili Betül, tamam buaralar sana biraz izin.... ama 1-2 ay içinde bize muhteşem haberlerle döneceğini ve ardında bıraktığın boşluğu kısa sürede dolduracağını düşünmek istiyorum. Kocaman bir hayal dünyasına sahip güçlü, azimli “pembe etekli amazon”u özledik ve itiraf edeyim, senin minik adımlarla da birlikte büyümek için sabırsızlanıyorum :)
*
Sevgili Navanalini, senin gözünden senin dilinden Hindistan ayrı güzel di... seni de senin Hindistan’ını da özledik ve tabii ki diğer tüm renklerini de...
*
Sevgili Gülçin, gördüğün gibi hala azimliyim, kararlıyım... birkaç parmak bal ile çok uzun süre idare ettik, uzun zamandır ne yazı ne yorum ne cevap... kararlıyım, peşini bırakmamaya. Bir gün bir anda çıkacaksın ortaya tüm biriktirdiklerinle.... sadece ummuyorum, biliyorum... hadi lütfen... :)
*
Sevgili Mehtap, mevsimler ara sıra Roma’dan buralara da uzansa, o güzel kadının güzel esintilerini bu şemsiyenin altında da görsek, hatta biraz da Gülçin’e şantaj falan yapsan... hani kardeşindir, bilirsin motive etmenin yollarını :)
*

Sevgili Selma, Efla'nın minik adımlarla yürümeye başlaması ve birkaç parmak lezzetli bal derken Efla koşmaya başladı ve sen çok meşgul bir döneme girdin... Ama, yine de lütfen birkaç minik zaman ayırıp lezzetli lokmalarından sunsan yine ara sıra...

*

Sevgili Ozan, biranda ortaya çıktın biranda harika bir renk kattın ve aynı hızla yok oldun, tıpkı karabatak misali... :) şaka biryana, şuaralar bir belgesel üzerinde çalıştığını söyledi Berrin... ortaya harika bir çalışma çıkaracağından eminim, merakla anılarını paylaşımlarını bekliyoruz, ilk fırsatında...
*
Sevgili Fatih.... ne desem bilmem ki... minik bir adımla ama güzel bir renkle, bunca bayanın olduğu bir gruba büyük bir cesaretle adım attın ve çok da hoş bir yer edindin, keyifle izlendin... ama Sevgili Fatih, ne yaptın öyle... kendi halimizde çoşku dolu, kişisel gelişim falan derken sen biranda ortalığı karıştırdın, yeni yollara saptın, adımlarını büyüttün ve kızma ama adımların öyle değişken ve hızlı ilerledi ki sana yer açmak için kaçıştı herkes :) ne yapsak, acaba sana yeni bir blog mu açsak... hani sadece sana ait, dilediğince, özgürce yeraltı yerüstü tüm yollara istediğin hızla sapacağın, koşacağın, sürekli liste başı olacağın yepyeni taze bir blog... ne dersin? ben hazırım her türlü desteği vermeğe :) şaka bir yana, Fatih Mika’ya ait bir blog cidden güzel fikir, Tofu Grup şemsiyesinin altında yeni bir sayfa daha.... hadi adını düşün, içeriğini hazırla yapalım, şöyle sergi tadında, gökkuşağı renklerinde... ve tabii Tofuyu da ihmal etmeden ama kimseyi de kaçırmadan ;)
*
Sevgili Çiğdem, Berrin haklı, ara sıra konuk gelsen, o güzel radyo sohbetlerini özet te olsa bizlerle paylaşsan, yep yeni renkler katsan...
*
Hatta isteyen herkes konuk gelse... Mehtap’ın başlattığı harika girişimi gelenek haline getirsek, konuklarımıza kapımızı sonuna kadar açsak...

Ve Sevgili Berrin, seni sona sakladım, Tofu Ailesinin en vefakar en fedakar bireyi... ve tabii ki en üretken... iki yeni harika blog üretmiş olmana rağmen Tofu şemsiyesini hiç bırakmayan, akla zarar, en dramatik konuları bile hem düşündürüp hem gülümseterek okutan o muhteşem şiirsel yazılarına sakın ara verme lütfen... Ve yukarıdaki youmun ile uzun zamandır zihnimden akanları satırlara dökme fırsatını verdiğin için çok teşekkürler...

Sevgili Tofucanlar ve sevgili konuklar, Tofu Grup yaz aylarını sakin geçirmeye alışkın olsa da bu durağanlık bu sakinlik fazla, hiç yakışmıyor Tofu Gruba... Lütfen, hep birlikte soluklaşan renkleri tekrar canlandırıp, gök kuşağı renklerini tekrar taşyalım bu güzel şemsiyemize... Kimbilir belki hep birlikte harekete geçersek, canlanırsak bizleri biraraya toplayan, yeni açılımlar yapmamızı sağlayan ilk adımları atan Sevgili Brajeshwari de yuvaya döner... Ne dersiniz? Bu güzel aile tüm renkleri ile hep birlikte coşku dolu günlerine dönmeyi hak etmiyor mu?

Sevgilerimle,
Nilambara dd
28.07.2008

Tatile Giderken


Birilerimiz coktan tatilden dondu, ama benim gibi ( yarin) hala gidecek olanlariniz vardir. Giderken yasayan duzenimizin yasamini devam ettirmek her zaman kolay olmuyor. Bu yasayan duzenimizin icinde evdeki kuslarimiz, kedilerimiz ve ciceklerimiz var. Kuslarin uzun sure evde sag salim kalmalarini saglayan sistemlerim de var. Fakat bugun her evde olan bitkilerin tatil suresince sag kalmasini saglayan su sisteminden bahsedecegim.

Bu sistem balkon dahil butun alanlardaki cicekler icin uygulanabilir. Gerekli malzeme sadece elbise torbalarina benzeyen sefaf plastik torba. Torbanin buyuklugune gore icine birden fazla saksi koyabilirsiniz.

Bu sistem bitkinin bulundugu ortamdaki suyu kaybetmemesi uzerine kurulmustur. Buharlasan su torbanin uzerinde tekrar kati su haline gelip torbanin dibine inmekte ve toprak tarfindan emilmektedir.

Iyice suladiginiz cicegin saksisini naylon torbanin icine yerlestirin. Torbali saksiyi saksi altliginin uzerine koyun ( saksi altligi hicbir zaman torbanin icinde olmamali. Cunku buharlasip geri donen su saksi altliginin disinda kalip bitki tarafindan tekrar kullanilamiyor.)

Naylon torbanin orta kisimlarina bir cm. kare capinda uc-dort delik acin. ( Bu delikler bitkinin hava almasini sagliyor ve icerde mantarlarin olusmasina engel oluyor.)

Eger bitkinin kendisi naylon torbayi dik tutamiyor ise, torbayi ust kismindan bir yere baglayin.

Bitkilerinizin (balkonda ise) gunesi dogrudan almasini engellemek icin golge yapacak hasir ve benzeri malzemeler kullanin.

Bu su sistemi ile cicekleriniz iki-uc hafta sorunsuz yasayacaklardir. Benim bes hafta yasattigim ciceklerim dahi oldu. Yukaridaki fotograflar uc haftalik bir tatil donusunden sonra cekilmislerdir.

Fatih Mika 29 Temmuz 2008 Roma

hayata dair konular iyidir...

içimdeki
yetişkin
aklı başında
ağırbaşlı
kadını dışarı çıkarmaya
karar verdim
öyle işte
karar verdim
etek döpiyes şartmıdır ?
radikal değişiklikler
zormuş
kararlılık gerekiyor

karısının kafasına
dışkı
boşaltan
sevan nişanyan ın
yaptığı eylem
iğrenç
lakin
yaratıcı ...
kendini kaybetmek
böyle birşey olmalı
rezalet
zihnime kazındılar


ergenekon
senaristlerinde
iş yok
konu dağıldı
toparlayamıyorlar
sanık sayısının
fazlalığından
dolayı
mahkeme salonu
dar gelmiş
genişletmek için
salonun
duvarlarını yıkmışlar
neden
birileri çıkıp
kesin şu rezaleti
demiyor ki
musluklardan
akan suyun rengi
sarı
tiksiniyorum
sarı rengi veren ne ?
merak ediyorum...
yani
çok istiyorsa
gidip yıksın
odtü binalarını
güçlü kim
göstermek için...
farketmez ki
musluktan akan
suyun rengi sarı
1. ve 3. fotoğrafı ben çektim
2. fotoğraf irem durdağ ın

24 Temmuz 2008 Perşembe

Sevgili Gülçin, izninle...

Sevgili Gülçin,
AŞKA DAİR isimli blogundaki bu yazını tesadüfen gördüm, çok da hoşuma gitti... Bu güzel yazın TOFU Grup'da paylaşmalı, gönlüm el vermedi bırakıp geçmeye...
İzninle, buraya taşıyorum, umarım sence sakıncası yoktur... :)
Sevgilerimle,
Nilambara
*
*************************************
*
OYLECE KALDI
*
Kursat Basar’in kitaplarinin hepsini okudum. Ilk kitabini okudugum gun asik oldum. Tv de program yapmaya basladiginda yillar once cok mutlu olmustum. Bir siklik vardir bir farklilik. Davranislarinda, ,konusurken sectigi kelimelerde,ifadesinde. Aski cok guzel anlatir,asik erkegi cok guzel tanimlar,kadina soylenecek ask sozlerini cok guzel secer. Tabii yazar olmanin getirdigi avantaslari var bunda ama hepsi o degil. Baska seyler var onda beni etkileyen.Tarifi zor. Son kitabini bulabilmek icin dolasirken internette Emin Colasan’in son kitabina rastladim.Encok satanlarin basinda. Maalesef ben istedigim kitabi bulamadim ama Colasan’in kitabini gorunce Hurriyetten atildigini anladim.Secimlerden sonra gazete okumuyorum ama O’nu daha once atmislar.ne kotu. Boylece secimlerden once de gazete okumadigim cikti ortaya. Basta Mehtap olmak uzere uyarildim, Heryerde soyleme cahilligin ortaya…Her insan baska bir renk getirir aslinda oldugu ortama. Hep gri giyinen insanlar toplulugunu dusunun ne ruhsuz olur degil mi??Uzuldum.Ama en cokta koktum.
*
Son zamanlarda her Tofu’yu acisimda birinci yilimiza yaklasiyoruz yazisini gordukce kalbimde sikismalar basladi. Yazi yazmak lazim.
Berrin arada soruyor niye yazmiyorsun? .
Mehtap soruyor napiyorsun??
Valla hic.
Oyle degil tabii.
*
Taaaaa eskilere gidersek Betul’un panolara konulan guzel kiz resimlerinden sonra kafam karisti. Burda panolarda birden yakisikli erkekleri gormeye basladim.Estetik cerrahlar kendi reklamlarini kendi fotograflariyla yapiyor. Hepsi cok bakimli ,hepsi cok sik, hepsi cok yakisikli,hepsi cok guvenilir gibi. Zor is.Yazsam diye hazirlandim. Oyle kaldi.
*
Derken Nilambara’nin kaktusleri derken,Fatih’in yolda gorup opup basima gotururum hemen dikerim dedigi sardunyalar, obur cicekleri, Hemen ciceklerimi cektim bahcede .hepsini baska renk dikmistim.Hepsi oyle guzel actiki. Babamin cicek sevgisini annemin bunu atalim derken babamin olur diyip hemen baska saksilara dikisi evde saksi azaltmak icin cabalayan anneme karsi babamin saksilarinin dogurdugu ucuzleri besizleri yazsam dedim oylece kaldi.
*
Italya’da yasayip Amerikan sinamasina giden birde disarida oturacak yer yok diye sikayet eden Mehtap. Italya’da Italyan sinemasina gidilir. O gittigin gercek Amerkan sinemasi olsa degil koltuk, acilir kapanir yatak olanini koyarlar birde eline tereyagli popcornla large coke verirler insanlar rahat etsin bir daha ki sefere yine gelsin diye. Cok yazmak istedim. Oylece kaldi.
*
Derken su tafik yazilari. Hem uzucu hem sikintili. Benim de kendime gore sikintilarim var burda .Trafik isigi olmayan yerlere geldigimde her seferinde kim onden gecicek diye verdigim mucadele. Herkes yolu birbirine ikram ediyor. Nolur once siz buyrun.,olmaz valla siz ince geldiniz,siz gecin. Birkac dakka suren bakismalar. Her sabah ayni dert. Bir gun desem bizim memlekette sofor dedigin takar vitese basar gaza trafikte kibarligin luzumu yok annadin mi. Yaziyim dedim.Yazamadim.
*
Sonra Berrin’in Ilahi Tatlari. Bakarmisiniz su tariflerin guzelligine,su ikramin sikligina. En az 50 kisinin yorum yazmasi gerekir oraya. Arkadasim diye degil ama ne sululuk var ne luzumsuz laf. Anlayan anlar. Uyanin blogcular,uyanin yorumcular diyim dedim. Oylece kaldi.Sonra cok uzun yazilar zor okunuyor diyen birinin birden cok uzun yazilar yazmaya baslamasi banada okudun mu ha okudun mu diye sormasi. Hatirlatsam dedim eskileri. Yazamadim. Oylece kaldi.Sonra biraz ask tan bahsetmek istedim. Oturup ask siirleri okudum. Cekimler yaptim kendi kendime evde.Tofu’ya gondermeye calistim. Basaramadim. Editorun sen ya bana yolla ya you tube dedigini duymamazliktan geldim. Offf basaramadim iste dedim. Oylece kaldi.Liste daha uzun. Her yaziyi okuduktan sonra iste hep cinlikler gelmeye basladi dilimim ucuna. Yazsam bir turlu yazmasam icimde bir sikinti. Herseye muhalefet olmaya calisiyorum.Hep komik yorumlar yazmak istiyorum .Yazmasam daha iyi dedim. Ama icimdeki sikinti gittikce buyumeye basladi Tofu’ nun yildonumu yaklastikca.
*
Ya dedim. Simdi bunlar beni nasil aldilarsa birinci yil serefine atarlarmi blogtan. Bak Colasan’in gozunun yasina bakmamislar . Baska tanidigim blogta yok ortada kalirim.Ama atmadilar. Cok mutluyum.Ve bir gun birinci yil yazisini ve fotograflari gordum.Baktim guzel gorunuyorum. Ben bu fotograflarin icinde olmasaydim nasil ic cekerdim ufff su gruba bak diye dusundum. Yaz artik Gulcin dedim yaz. Anladim ki bu ise ASKLA sikica sarilmak lazim. YASASIN ASK YASASIN TOFU
*
December’o7

18 Temmuz 2008 Cuma

Sinou

Sinou

Kızgın ağustos güneşinin, poyrazın Karadeniz’den sürüklediği berrak serin suları henüz ısıtamadığı; daha utanmayı öğrenemedikleri için kızaramamış kırlangıç balığı yavrularının, mavi-yeşilli yüzgeçleri ile şeffaf suların çırpıntılarının, denizin dibindeki kumların üzerinde ışıktan yaptığı kıpır kıpır ebruların arasına gizlendiklerini sandıkları; tekir balıklarının, bir kadının dolgun göğüslerindeki inci bir kolye gibi dağılıp dağılıp toparlandıkları, beyaz bıyıkları ile kumları karıştırarak yiyecek aradıkları bir yaz sabahı.

Ben, ilkbaharda altlarını laciverde, üst kısımlarını maviye boyadığımız; küpeştelerine beziryağı ve vernik çektiğimiz kayığın; iskarmozuna yağlı kayışlarla bağlanmış kürekleri gıcırdatarak ağır ağır çekiyorum. Havada sadece kayığın yardığı dalgalar ile küreklerden damlayan suların sesi var. Üzerimizde martılar dolaşıyor. Sinou yanıbaşımda kulaç atıyor. Hedefimiz Menekşe’den Kalinora Burnu’na kadar gidip gelmek. Aşağı yukarı beş kilometrelik bir mesafe bu.

Suları kulaçlıyan Sinou’nun terleyen sırtı artık su tutmuyor. Yuvarlak su taneleri bronzlaşmış derisinin üzerinden kayıyorlar. Sinou suların içinde neler görüyor, aklından neler geçiyor bilmiyorum.

Sonra dönüp Haylaf Plajı’nin duvarlarından karides süzeceğiz. Atatürk Köşkü’nun önündeki kırmalıkların üzerine sandalı demirleyip, pirçon zogalarımızın kurşunlarının üzerini çakı bıçağımız ile temizledikten sonra civa ile parlatacağız. Yem olarak karides taktığımız parlak pirçonu denize, masallar dünyasının balıklarına atacağız. Biz hep büyük balıklar, iri karagözler, eşkinalar, mercanlar düşlerken; karideslerimizi kuçüçük izmaritler çalacaklar. Ama akşamüstü kayıkhaneye dönerken yinede elli parça ispariyi, birkaç iri istavriti livara koymuş olacağız.

Anılarımız, çoktan hücrelerimizde erimiş elle tutulamayacak kadar uzak, fakat yalan olamayacak kadar da yakınlar. Biz Taksim’in göbeğinde Sinou’nun dört duvar arasındaki bürosundayız. Ben e-maillerimi kontrol ediyorum, o otelin çalışanlarına bordrolarını imzalatıp maaşlarını ödüyor. Bir ara “Fatih çıkalım” diyor. Eski İstanbul apartmanlarının döne döne inen dar merdivenlerinden inmek için koluma giriyor. Benim gözlerim yaşarıyor. Ağırlaşan saçlarımız, fazla kilolalarımız, dört duvarlar arasına sıkışan hayatlarımıza aldırmıyorum da; bir merdivenden bile tek başına inemeyen, gençliğimizden bu kadar uzaklaşmış vücutlarımıza katlanamıyorum.

Harun ısrarla telefon ettiğinde benim ikinci göz ameliyatımı merak ettiğini sanıyor, biraz sonra eve dönünce “ben ararım” diyor telefona cevap vermiyorum. Ama mesaj hemen yetişiyor “Şinasi’yi kaybettik”. Donup kalıyorum. Azizi kaybettiğimizdeki gibi hıçkıra hıçkıra ağlayamıyorum.

“ne diye korkalım ölümden

ölüm yaşayacaklarımızı alabilir

yaşadıklarımızı değil “

Sinou ile, bir kısmını TOFU’da da yazdığım ( daha da yazacağım bitmez tükenmez) anılarımız; kuşlarla, balıklarla, denizle, politika ile, kavgalarla birlikte geçirdiğimiz kırk yıllık arkadaşlığımız var.

Güneş ile MSN’de yazısıyoruz. “Fatih Ağbi, önümüzdeki çarşamba günü babamın evini boşaltacağım, özellikle istediğin bir şey var mı?” diye soruyor. Gözümün önüne Şinası’nin evi, eşyaları, duvarlarındaki benim gravürlerim, iki kuş kafesi. Sinou’nun öldüğünü öğrendiğimde aklıma ilk gelen iki kuşu. İşte gurbet bazen böyle bir şey, o kuşları alamayacağımı, onlara bakamayacağımı biliyorum. Ağlamaya başlıyorum. Gözyaşlarım bilgisayarın tuşlarının üzerine düşüyor. “Güneş, bana varsa balık takımı sandığını, olmazsa bi iki zoga, biraz misina ayır” diyorum.

Roma 14 Temmuz 2008

15 Temmuz 2008 Salı

zihnimin rengi uçuk mavi....

hayatı
ezbere okuyabilsem....
ezber bozdurabilsem..
biraz bilge
biraz cool
biraz cool/bilge
akla gelmeyenleri
düşündürebilsem....
hayatın çömleğini
ellerimle
şekillendirebilsem...
işte bu
hayatın çömleği
tasarımını ben yaptım
diyebilsem...
ve
gülümsesem...
basit ilgileri
tutkuya
dönüştürebilsem..
tutkuyla
dost olabilsem...
böyle işte

hava sıcak
tatil zamanı
fotoğraflar cumhur şener in

4 Temmuz 2008 Cuma

Haritayi saklayabileceğin en güvenilir yer


Bugün gardrobumunda feng-shui yaptım.Gardrobumu kendime benzettim sonra... Bir sürü giymedigim kiyafet, bırakamadığım düşüncelerim gibi... Sonra bulunursa içimin rahat edecekleri.. Atmaya kıyamadıklarım.... Büyük yada küçük gelen kıyafetler hani olur ya dediklerim..

Hepsi bir şekilde classify edildi.. Dizildi.. Vazgeçemediklerimi bir zaman için elimde tutmaya karar verdim. Ama gözümün önünden uzaklaştırarak.. Onları da bir mevsim sonra elden geçireceğim.. Sonuçta gardrobum 6 ay öncesinde 10 kilo vererek, beklettiğim hiçbirşey kalmadı. 5 torba atılacak, 2 torba tekrar elden geçirilecek... Gardrop şimdi bomboş görünüyor gözüme... Olsun.. Hepsi görevlerini yapıp, başkalarının işini yarayacaklar artık.....Güzelce vedalaştım.

Hayatım boyunca, elimde olanlara bağımlı olmayayım diye alışkanlık edinmekti amacım.. Oysa ben, başka yerlerde yattığı yatağı yadırgayıp, eve geldiğinde “yatağımm” diye koşan biri olmuştum... Olmazsa olmazlarım beni düğüm düğüm bağlıyormuş çokca... Artık bunlardan kopmaya başladım.. Çünkü kafam her yere benimle geliyor ki, bu yeterli... Kendime sahip olmak dışında istediğim birşey yok...Yatak, sedir, çadır hiç farketmez her yerde uyurum artık...Tanrı bana uykuyu verdiği sürece, uyuyacağım yerin ne önemi olabilir ki..

Ancak açlıktan ölecek insan “Açlığı” ve “doymayı” bilir diyor okuduğum kitap.... Sıfır noktasından bahsediyor.. O nokta ancak öğretebilir bize elimizdekinin değerini ve yaşamak-elde etmek istediğimiz şeyin tükenmez arzusunu... Oysa herşeyin fazla fazlasına boğuluyoruz... Bir mağazaya girdiğimizde, istediğimizden fazlası üstümüze üstümüze geliyor –gözümüze gözümüze sokuyorlar... 5 parça ihtiyaç almaya gidip, torbalarla dönüyoruz marketten eve... Hani olur ya diye aldıklarımız, bu da olsun dediklerimiz ve daha neler neler..

Beynimizde de düşünceler birikip birikip, biz biriktirip- biriktirip öğütemez duruma getiriyoruz o düşünceleri... Sonra herşeyin bir dolu yargısı, geçmişi, gelecek kaygısı başlıyor böyle...Tıkıştır tıkıştırabildiğine...Yer varsa artık...

Sadeleşmek istiyorum. Yada ağırlığı fazla gelen bir gemi gibi hafiflemeye karar verdim.. Artık “olsun, dursun, bakarız” yok...Var yada yok...Evet yada hayır olmalı...İnternette her gün girip spam mail sildigim iki hesabimi da sildim... Zaman kaybediyordum, Niye vardı onlar onu da bilmiyorum.. Sonra o da yetmedi facebook hesabimı da sildim.. Rahatlıyorum adım adım... İnternettin sonu yokken, bende bu sanal çöplükte yer işgal ediyormuşum bilinçsizce... Sildim...Umarım internet ve benim içinde boşluklar gerektiğince iyi bir şekilde dolar...

Bugün kendim için birşey daha yapacağım...İzninizle bunu size de bildirmek isterim..

Yıllardır yazı yazıyorum..Yazmaya da devam edeceğim...Çünkü ben olduğum sürece sözcükler- cümleler hep var olacak. Elbet izdüşümü bir yerlere yansıyacak..

Tofuda geçirdiğim 2 yıl boyunca, yazı yazma disiplinimi tekrar aktive ettiğim için –Tofuya ve onu oluşturan birlik ruhuna müteşşekkirim. Ayrıca blog oluşturma konusunda, sadece başlangıç adımını attığım halde beni editör olarak sık sık onurlandırdığınız içinde hepinize teşekkür ediyorum.. Hepiniz artık blog konusunda bir uzmansınız.. Görüldüğü gibi blogumuz yavrular verdi bir sürü...

Beraber yazdığımız sürece-birbirimizden haberler aldık.. Kendimizi paylaştık.. Zaman ve mekan kavramından sıyrıldık Tofu sayesinde... Ayrıca buluşmalarımızda sohbetlerimize yazılarımız hız kattı, daha çok ilerledik “nasılsın”- ne yapıyorsun” diye sormaktan öteye...Tofu iyi bir birlik oldu... Çok keyifle yaşadık onu hepimiz...Dostluğumuzu pekiştirdi, varolanı güçlendirdi veya yeni dostlar kattı ailemize...

Ama Tofu artık ilk gün ki heyecanını taşımıyor... Taşımamasından kimseyi sorumlu tutamam... Hizmetini çok güzel yaptı Tofu benim için... Kelimelerle aramızı yaptı, bize kendimizi yazdırdı, birbirimizle kaynaştırdı... Ben artık hayatımdaki temizliklere bir yenisini daha ekliyorum.Tofu’ya şimdiye kadar verdiği hizmete teşekkür ederek....Onu daha fazla yormayarak – zorlamayarak.... Şimdiye kadar yaşattıkları ve yaptığı bağımlılık için minnettar kalarak...

Hepinizi ayrı ayrı çok seviyor...Güzel Tofu günlerini çok güzel anmaya devam ediyor olacağım..

Bu bir sitem asla değildir.. Bu tamamen kişisel bir karardır...Lütfen böyle algılayın..Hepinizin saygı duyacağından eminim.. Dışarda harika bir hayat var....Orada görüşeceğimizi ve yeni paylaşımlara açılacağımızı biliyorum hep beraber veya teke tek?...

Kendinize iyi bakın...
Ayrica hepiniz blogta herşeyi yapabilecek yetkilere sahipsiniz artık...

Tofu’nun ilk nefes bulduğu “başlangıçlar güzeldir” yazısından bir cümle ile bitirmek istiyorum son sözlerimi... Sessiz kalıp, içten içe Tofuyu terketmek yerine...Yazarak onunla vedalaşmaktı niyetim sadece... Çünkü bence Tofu benim için böylesi güzel bir son’u hakediyor...

“ Haritayi saklayabileceğin en güvenilir yerin yüreğindir."
Hoşçakal Tofu.... Benimle yüreğimdekileri şimdiye kadar paylaştığın için teşekkür ederim..

İyi günlerde buluşalım hepiniz ile yine....
Sevgiyle kalın...

27 Haziran 2008 Cuma

Yirmi Yıl Önce


Uçak Yeşilköy’den poyraza karşı havalanırken neden bilmem ben “A”dan başlayarak harfleri sayıyordum. Hosteslerin yavrusu düşmüş serçeler gibi telaşlanmalarından, uçağın yazı mı tura mı geleceği belli olmayan taklalarından düşüyor olduğumuzu anladım. Tam “Ğ”de idim. Artık bazı harfleri atlamam gerekiyordu. Ama “Z”ye kadar gelip gelmediğimi anımsamıyorum. Uçak düşmüştü.

Ayıldığımda ameliyat masasına yerleştiriyorlardı. Yandaki ameliyat masasında karnı mezgit balığı gibi açılmış bir adamı etrafında midye ayıklar gibi bir sürü insan ameliyat ediyorlardı. Karşımda ise üzerine yeşiller giymiş kaptan pilot sanki ikinci bir kazanın hazırlıklarını yapıyordu. Uçaktaki onaltı yolcu, kaptan pilottan hiç de aşağı kalmayan yeşil giysileri ve kaynağını nereden aldıklarını kestiremediğim bir güç ile etrafımı sarmışlardı. Sanki aynı uçakla düşmemiştik. Birisi ağzımda takma dişim olup olmadığını sordu., bir diğeri iğneyi koluma bastı.

Musalla taşından tek farkı, sol kolunuzu enlemesine uzatabileceğiniz kol kadar bir çıkıntının olduğu ameliyat masasının üzerini musalla taşının ki gibi parlak öğlen güneşi değil; muhallebi kasesi gibi bir yığın lambanın dizildiği kocaman bir avize kaplıyordu. Sol kolumu o çıkıntıya bağladıklarını anımsıyorum, ama ayaklarımın ve vücudumun bağlı olduğunu ancak narkozu ağzımdan çıkardıklarında farkettim. Damağımı haftalarca kurutan narkozun ne olduğunu şimdi bile anlatmam mümkün değil. Fakat narkozu vermeye yarayan o ekmek bıçağı sapına benzeyen alet yok mu, onu hiç unutamayacağım. Zaten ağzımdan çıkarırlarken kendime geldim. Bir tekniker kız ameliyathane de çalışan biri değil de Yüksekkaldırım'da müşteri çağıran kadınların edası ile “Kızları düşündün di mi?” demez mi? Hemen yanıt vermeyi o kadar istediğim halde halsizlikten beceremedim.

Ameliyathaneden çıktıktan sonra yolda Emine Hanım Teyze’yi gördüm, elbette sevindim. Fakat yine de limonatacıların, mısırcıların, ekspres piyango bileti satanların arasında görünce şaşırdım. Şunu da atlamadan hemen söyleyeyim, limonata içmek ve patlamış mısır yemek içimden geldiği halde ekspres piyangoya hiç ilgi duymadım. Bunu nasıl yorumlarsın bilemiyorum. Belki de limonata içmek ve patlamış mısır yemek için ekspres piyangodan ikramiye kazanmama gerek yoktu.

Emine Hanım’ın çok üzüldüğünü, yorulduğunu ve ameliyatın sonuna kadar bekleyeceğini biliyordum. Eğer işler yolunda gitmese idi kabak Emine Hanım’ın başına patlayacaktı; ve o zaman üzülme olanağım olsaydı duyabileceğim en büyük üzüntüyü Emine Hanım için duyardım. Biz kendi ellerimiz, kafamız ve ayaklarımızla bir yerden bir yere zor gideken; kendi elleri ve ayakları ve kafası ile bir yere gidemeyen adamı paketleyip ülkesine göndermek kolay bir iş olmayacaktı.

Yumurtadan yeni çıkmış sığırcık yavruları gibi halsiz ve çıplak; ve mezbahada yeni kesilmiş etlerin ki gibi anlamsız bir titreme ile ağır-bakım odasına geldiğimde, artık herşeyin başının direnmek olduğunu anlamıştım. Ertesi sabah ayaklarımın üzerine diktiklerinde kırılmış kabuklu sümüklüböceklerle bir defada iki kayabalığı yakaladığım çocukluk günlerimdeki gibi sevindim, ama bozuntuya vermedim.

Bir sabah kontrolunda doktor bir problemim olup olmadığını sorunca “Sağ böbreğim ağrıyor” dedim: Doktor hiç gülmedi. Biraz sonra bir hemşire bir sarımsak, bir de soğan getirdi; soğanı sağ, sarımsağı sol omuzuma bağladılar. Bunu niçin böyle yaptıklarını anlamamamla birlikte, halimden şikayetçi de olmadım. Tam tersi; tatsız , tuzsuz ve lezzetsiz serumlara biraz tencere yemeği, biraz cacık havası kattıkları için her ikisine de minnettarım. Her ikisini de birer anı olarak saklamayı çok istememe rağmen filizlenmeye başladıklarında hastahanenin bahçesine dikmesi için bir hemşireye verdim.

Bu arada birde tıp konusunda ki düşüncelerim değişti. Hastahaneye yatmadan önce tıbbı bir bilim olarak kabul etmiyordum. Binlerce çeşit insanın bulunduğu bir dünyada tıbbın evrensel kurallar yaratmasının mümkün olmadığı kanısındaydım. Fakat şimdi öyle düşünmüyorum. Çünkü vücut ısısının 37°C den sonra her insan için yüksek olduğunu, insanların önceden numaralandırılmış normal, alçak yada yüksek basınçlarının olduğunu öğrendim. Şimdi tıp bilimine olan inanç ve güvenimden ben de kendime bazı tıbbı aletler almaya karar verdim. İlk aklıma gelenler bir derece, oksijenli su, tentürdiyot, gazlıbez ve yara bandı. Yara bandlarının banliyö trenlerinde satıldığını daha önce görmüştüm, diğerlerini nasıl elde edeceğimi bilmiyorum fakat hastahanede güvendiğim bir doçent var ondan yardım isteyeceğim.

Tüm insanların bu arada bazı doktorların da insan sağlığı konusunda hiçbir şey bilmediklerini de öğrendim. Bu insanların tümü birden şimdi öteki böbreğime dikkat etmem gerektiğini söylüyor. Sanki iki tane kalbim varmış gibi.

Yurtta ki arkadaşlarımın benim ameliyat olduğum cuma gününden itibaren beş gün süre ile yemekhanede böbrek yemediklerini duyunca bunun bir dayanışma biçimi olduğunu düşünerek önceleri çok duygulandım. Ama şimdi bunun bir dayanışma biçimi mi? Yoksa analiz sonuçlarının gelmesi ile bir ilgisi olup olmadığı konusunda net bir karar vermiş değilim.

Ama yıllardır beslediğim güvercinler o kadar vefalı çıkmadılar. Analiz sonuçlarının geldiğinin ertesi günü onları hastahanenin çöplüğünde birşeyin etrafında üşüşmüş gördüm (içlerinde kırmızı kanatlı bir mısıri de vardı). Önce üzüldüm, sonra onlara hak verdim. Çünkü hayat vefakar olmak için değil yaşamak içindi.

3.temmuz.1988 Sarayevo
Ameliyat olduktan 5 gün sonra yazmışım.

12 Haziran 2008 Perşembe

görmek - görmemek - görememek ......

çektiklerime
yeni bir yer yaptım
ilgi - alaka için bulut


düşündüm ki
keyif veren
mutlu - neşeli - eğlenceli
şeyleri
paylaşmalı....
ve
gezip - gördüklerimi
ve
okuduklarımı
ve
dinlediklerimi
ve
yok artık
bu kadarı olamaz dediklerimi
ve
aaaa şaşırdım dediklerimi
ve
allahım sen neler yaratıyorsun
böyle
dediklerimi(çiçekler-böcekler vs.)
ve
heyecanlarımı
ve
hezeyanlarımı
ve
ışığı
ve
renkleri
ve
en çok fotoğrafları - mı

böyle işte
planet i
yöneten
kirli insanlara inat....


fotoğraflar
2. ankara kalesi festivalinden

8 Haziran 2008 Pazar

KALE

" Artık hevesli bir rüzgar
Vadileri
Kuleleri
Yolları
Yalayıp getiren bir rüzgar da değilim
Son ve başlangıçla birlikte
Tapınaklar ve meydanlar içinde
Bir esintiyim köşeleri dolaşan
Kendisiyle buluşan bir esinti sadece”
Bejan MATUR


Okyanus Ansiklopedik Sözlük, “kale”yi “eski zamanlarda düşmanın gelmesi beklenen stratejik yollar üzerinde, askeri önemi olan şehirlerde, geçit ve darboğazlarda, savunma ve güvenliği sağlamak için yapılan yüksek ve kalın duvarlı, burçlu ve mazgallı geniş yapı” diye tanımlamış. Geniş anlamda ise “kolay kolay girilemeyen yer”miş kale…

Biz Cumartesi günü Kale’ye gittik. Festival varmış Ankara Kalesi’nde… Gezeriz diye, fotoğraf çekeriz diye, keyifli bir gün geçiririz diye, beraber oluruz diye… Hayatlarımızda bir nefeslik de böyle bir hoşluk olsun diye…

Öyle de oldu… Bir sürü fotoğraf çektik. Aslında doğrusu daha çok Berrin ve Brajeshwari çektiler. Çok güzelleri var içlerinde… Bir sürü poz verdik, kendimizi “model”miş gibi bile hissettik zaman zaman… Eğlendik kısaca…


Duvarlarına Faruk Nafiz Çamlıbel’in “Han Duvarları” şiirinden mısralar yazılmış Pirinç Han’da çay içip, gözleme yedik sonra. Ben açlıktan ölmek üzereydim çünkü. Dans eden grupları seyrettik bu arada. Han’a geldiğimizde dört genç kız “şakşuka” eşliğinde göbek dansımsı bir gösteri yapıyorlardı mesela. Onları seyrettim Berrin ve Brajeshwari fotoğraf çekerken... Dördü de güzel oynuyorlardı, belli çalışmışlar, hazırlanmışlar… Ama bir tanesi gösteri yapmıyordu, hem dans ediyor, hem eğleniyor, hem de sanki kimseyi umursamadan keyfine bakıyordu… Sanki yalnızmış gibi, etrafında kimse yokmuş gibi… Öyle kendini kaptırmış, öyle içinde yaptığı şeyin yani… Budur dedim kendi kendime, yaşamak bu kadar basit aslında… Bütün kalbinle her ne yapıyorsan onu yapmak yani… Çetin Altan’ın bir sözü geldi aklıma: “Mutluluk, sevdiğin işte doya doya çalışmak ve sevdiğinle doya doya sevişmektir…” diyordu beynimin kıvrımları arasından… Güzel bir söz söylemek için mi söylenmiştir, yoksa onca yaşanmışlıktan damıtılmış bir söz müdür, bilemem elbette… Ama işte, o kızın dansını, dans etmekten keyif alışını seyrederken doğru olduğunu hissettim…


Sonra Berrin’de kahve, tatlı ve elbette sohbet... Berrin, 'pazartesiye senden bir kale yazısı bekliyorum' dedi. Ben de yazıyorum işte. Sizi mi kıracağım. Fotoğraflar sizden, yazı benden…

Dedim ya kolay kolay girilemeyen yerlermiş kaleler… Şimdi bizim öyle kolaycacık girdiğimize bakmayın. Zor girilirmiş bu yapılara eskiden. Ancak gücünü ispatlamış ve kaleyi zapt etmiş olan girebilirmiş o heybetli mekana... Büyük bir zaferle… Atının üstünde dimdik (niyeyse atla girilmeliymiş gibi geldi işte)… Mağrur bir eda ile… Zafer kazanmış bir komutan olarak işte…

O yüzden kaleyi korumak da çok önemliymiş. Fazla söze gerek yok, ölüm kalım savaşı işte… Ya da “var olma”/”yok olma” savaşı aslında… Yok olmamak için savaşmak… Kaybedersen yok olacağını zannetmek yani…

Ama zaman geçmiş, böylesi kaleler ile böylesi savaşların devri bitmiş... Şimdi daha çok "iç" savaşlar yaşanır olmuş…

Bizim kaç tane kalemiz var içimizde acaba? Deliler gibi savunduğumuz… Biri girerse diye, içeriyi görürse diye, kalemizi zapt ederse diye neredeyse ölmeyi göze alacak savaşlara giriştiğimiz “iç kalelerimiz”… Onlar, büyük iç savaşlardan sonra kurduğumuz ve bir başka iç savaşa kadar canımız pahasına savunduğumuz kendi kalelerimiz… Keşke onların resimlerini de çekmek bu kadar kolay olsa… Bir gün de iç kalelerimiz için bir festival düzenlesek kendimize mesela… Bu gün eğlence günü, gelin bakın, girin dolaşın oralarda desek… Gelenlere şarkılar söylesek, gözleme ve çay ikram etsek… Kendimize bir ateşkes günü ilan etsek… İçimizdeki savaşa tamam desek…


Ohooo, amacını aştı bu yazı… Yazının amacı güzel bir cumartesi gününü özetlemekti… Ama işte böyle şeyler düşündürttü “kale” sözcüğü bana bütün gün… Orada bir zamanların o heybetli günleriyle dalga geçercesine yaşanan bambaşka bir düzeni seyreder, “festival” etkinliğine (!) katılırken bir taraftan da bunlar geçti içimden…

Evet, bizim haftasonu “kale” maceramız böyleydi…

30 Mayıs 2008 Cuma

ANTICO CAFFE GRECO

Akademi tam iki metro durağının arasında kalıyor. İspanya Merdivenleri Durağı’nda inip meydanı geçince başlayan dar sokaklar, kış aylarının karanlık sabahlarında hiç içimi açmıyor. Ben, Flaminio Durağı’nda inip, geniş Piazza del Popolo Meydanı’ından geçmeyi yeğliyorum. Sabah pusunun içinde erimiş ince selviler, büyük şemsiyeler gibi fıstık çamları, büyük mermer haykeller, aslanlarının ağzından havuza doğru akan suların aksine yukarıya doğru yükselen Mısır obeliski içimi ferahlatıyor. İçinde yaşadığım hikayeyi sanki daha iyi görmemi sağlıyor.

Meydandaki ikiz kliselerden, sanatçılar kilisesinin önüne tost ekmeklerinin kabuklarını kimin koyduğunu hiç bir sabah görmememe rağmen, ekmeklerin başına üşüşmüş güvercinleri her sabah kahvaltılarında birbirleriyle didişirken yakalıyorum. Aynı kahvaltıya katılmak için aralarına giren martılar, didişme sahnelerinin ertelenmesine neden oluyorlar. Kahvaltısını erken bitiren bir martı heykellerin arasındaki kişisel havuzunda çırpına çırpına sabah banyosunu yapıyor.

Gabriel Garzia Marquez’in “Yüz Yıllık Yalnızlık’ındaki gibi hiç bitmeyecek sandığımız yağmurlardan sonra Roma’yı birdenbire afa sıcakları kuşatıyor. Kızgın güneşin altında geniş Piazza Del Popolo’yu geçmeyi artık gözüm almıyor. Metrodan İspanyol merdivenleri Durağı’nda inip, Roma’nın en pahalı dükkanlarının bulunduğu gölgeli dar sokakların tadını çıkara çıkara akademiye gidiyorum.

Metrodan inip meydana girince süslü paytonların atlarının ağızlarındaki gemleri çıkarılmış, yem torbalarındaki yemlerini yerken buluyorum. Meydanı geçip Via della Croce’ye girince henüz açılmamış büyük mağazaların ve sabah müşterilerini ağırlayan barların kapılarına övünerek yazdıkları kuruluş tarihlerini okuyorum. İleride aslanağazı sokağının köşesindeki çiçekçi bu sokağın adına çok yakışıyor. Vazolarda aslanağazı çiçekleri olmamasına rağmen; beyaz zambaklar, kırmızı güller, pembe şebboylar vazolarının içinde müşterilerini bekliyorlar. Kırmızı şekayıklar ise sanki aruz vezni ile divan şiirleri okuyor.

Az ilerideki küçük balıkçı dükkanında balıklar tezgaha yerleşmiş bile. Levrekler, çupralar, mezgitler; küçük dükkana sığamayacağı için kılıcı kesilmiş bir kılıç balığı. Baliklara bu kadar yakin denize bu kadar uzak olmak beni hüzünlendiriyor. Icimden Ozan’a “gel seninle yer degistirelim” diyorum.

Angelo Sagnelli “Fatih seninle 'Antico Caffe Greco'da uydudan ve bazı şehirlerde kablolu yayın yapan Uluslararası SKY TV için bir ropörtaj yapmak istiyorum ama bir Türk şairinden de bahsedeceğiz bana bir isim önerebilirmisin?” Diye sorunca önerisini hemen kabul edip, şair olarak İlhan Berk’i öneriyorum. Şiirleri, Deniz Özdoğan Tükçe okuyup anında sıcağı sıcağına tercüme edecek.

Roma’da kuşların yuvalarını, yabani çiçeklerin gizli gizli açtıkları harabeleri bilen ben “Antico Caffe Greco”yu bilmiyorum. Telefonda Angelo Sagnelli bana “28 Mayıs’ta saat 10.30’da Caffe’de buluşalım TV ekibine haber verdim” diyor. Bana adresi tarif ederken telefonda gülümsediğini hissediyorum.

İspanyol Meydanının hemen karşısındaki pahalı mağazaların ve aynı zamanda “pahalı” kelimesinin arasına sıkışmış 1760’ta kurulmuş bu müze kahveyi daha önce bilmediğim için utanıyorum. Gerek içindeki tablolar ve sanat eserleri ve burada buluşup konuşan, tartışan ünlü sanat adamlarının anılarıyla bir bakıma bir sanat tapınağı burası. Ben de en son müritlerden biri olarak bu tapınağa damdan düşüyor, bu tapınağın tarihinde bir nokta bir virgül olarak yerimi alıyorum.

Daha bir kaç gün önce tanıdığım tiyatro sanatçısı Deniz Özdoğan, bu alel acele organize edilen programa katilmayi kabul edip İlhan Berk’in şiirlerini sevgi ve beceri ile okuyup anında sıcağı sıcağına İtalyancaya çeviriyor.

“Yeni yeni anlıyorum
Her şey şu gecelerin içinde oluyor
Aydınlığa her şey hazır çıkıyor
Su geceleyin yürüyor dikkat ettim
Geceleyin biz uyurken ağaçlara

Hiç unutmam bir gün geç vakit
Tam benim geçtiğim zaman rastlamıştı
Büyüme saati bir ormanın
Şöyle iyice dinlesem sanırım artık
Bütün ormanları büyürken duyarım

Beni beklemişler kardeşciğim
Beni bu ağaçlar, nehirler, gökyüzü
Geleyim anlatayım diye bir gün kendilerini
Bir kere girdikten sonra şiirlerime
Bilmişler bir daha ölmeyecklerini

İLHAN BERK”

Fatih Mika 29 Mayıs Roma