31 Aralık 2007 Pazartesi

Sevgili Yağmur Serena


Önceki gün, Baba'nın senin doğduğunu bildiren e-postasını okuduktan sonra hep seni düşündüm. Evet , çalışırken düşünmek gibi bir lüksüm var. Aklımdan bir çok şey geçti. Bir yandan yağmurlar, bir yandan açık havalar. Bir yandan marksist dialektik, onun zıtların birliği kuralı. Bir yandan ondan daha eski bir felsefede, taoizmde yine benzer şeyler. Sonra kızımın doğduğu gün geldi aklıma, doğum sırasında ben de odadaydım, sahici bir milat. Sonra rahmetli Annem. Gorki'nin Ana'sı gibi bir annem vardı ve ben annemi hep sevdim. Ama çocuk büyütürken annemi daha çok sevdim. Susuz, çamaşır makinasız, çocuk bezsiz, buzdolapsız bizleri nasıl büyüttüklerini hep düşündüm. Kaynayan sodalı kazanlardaki çocuk bezlerini de düşündüm, çamaşır suyu kokan elleri de.

Neyse.

Şimdi sen, belki de başka seylerle meşgulsün. Belki de numaradan gazın var ayaklarına yatıp annen ve babanı "havluyu atacaklar mı?" diye yokluyorsun. Elbette bunlar gelip geçici değil, yaşanılası şeyler. Bugün var yarın yok. Bu nedenle tadına varmak gerekiyor.

Nasıl ağlıyorsan, öyle de gülümsüyorsun. Sonra emeklemeye başlayacaksın. Daha sonra ayaklarının üzerinde durmaya...Ve ilk adımlar... Ve poponun üzerine düşmeler. Sonra ilk kelimeler ilk kalemler. Renkleri keşfedeceksin, çöpten adamlar çizeceksin. Kocaman şişko kalıplı çöpten adamlara inat, fıkır fıkır sevimli sahici insanlar.

Bu mektup daha uzun olacaktı, beceremedim. Hiç olmamasından daha iyidir diye gönderiyorum. Biz büyüklerin böyle bir kusuru var işte. Hiç bir şeyi zamanında ve gerektiği gibi yapamıyoruz.

Aramıza hoş geldin, "yaşamak sırası sende"

Yeni yıl da, yeni doğmuş çocuklar gibi. Yaşamak sırası hepimizde dedirtiyor. Hepinizin Yeni Yılı kutlu olsun.

* Serena italyancada açık, ferah, huzurlu anlamlarına geliyor.

londra'da yeni yil


londra'ya geldikce ısınıyorum. kahve içerken bir tatlı amcayla konusmaya başladık ve londra'yı sevmek "acquired taste" dedi. gerçekten dogru. eren'le uzun uzun sohbetlerde de bunu rahatlıkla söyleyebiliyor. londra istanbul'dan daha stresli. ben 10 günde kendimle ilgili bir cok konuyla ilgili kafaya takmışım ama mesela işimin olmaması filan benim beynimde çok yer kaplamıyor. çok ilginç.

her neyse tofu grubun yeni yılı kutlu olsun ve dünyevi yeni yılımız kutlu olsun. sizi biraz joaquin cortes'le bırakmak istiyorum. bu flamencocu muhtesem ve cok guzeeeeel. optum sizleri

http://www.youtube.com/watch?v=OqGfQOJE2q8

30 Aralık 2007 Pazar

FEDERICO'NUN YENI YIL AGACI...


Evliligimizin ilk yilinda, ne evimizin kucuklugu ne de benim fethedilmez bir kale gibi inatci antikonformistligim, Antonio’yu durdurabiliyor ve evimize kucucuk, canli bir cam agaci konuk olarak geliyor. Benim italyan disisleri bakanligindan aldigim arastirma bursu, Antonio’nun yeni uzman maasi, henuz Venedik camindan toplar almaya yetecek kadar degil ama, bir uzak dogu magazasindan alinmis kucuk tahta objeler de, yaninda ictigimiz sarap gibi isitiyor icimizi. Agacimiz piril piril, kucuk, mutevazi.. Tahta kardan adamlar, melekler, tahta atlar, kursun askerler, balonlar, minicik vagonlar sallaniyor kucuk dallarindan agacimizin..

Ne ilk agacimiz, ne de onu izleyen 3-4 yil suresince aldiklarimiz yasamayi basarabiliyorlar. Ikimiz de uzuluyoruz herseferinde. Paris’te gecirdigimiz bir yilbasinda, Bouburg muzesi (Pompidour); eksi 14 derecenin donduramadigi kanimizi donduruyor bir anda... Muzenin onune yuzlerce kesik cam agaci koymuslar. Hic isik yok.. Agaclarin arasinda yurudukce, derinlerden inilti sesleri geliyor. Cok huzunlu bir o kadar da etkileyici bir tablo.. Karar veriyoruz.. canli agac almak yok artik..

Ben yeni yil agacimiz olup olmamasini hic onemsemiyorum. Hatta “yeni yil”’i da onemsemiyorum. Hergunu yeni yil gibi yasama taraftariyim ama Antonio agacimiz olsun istiyor ve gercegine cok benzeyen bir agacla geliyor eve. Ben o yil, yilbasini herkes gibi karsilamaya, heyecan duymaya, yeni yili bekleyen dunyaya katilmaya karar veriyorum ve agacimizi ben susluyorum. Gumus renkli gullerin yanibasinda kuyruklari tuyden, piril piril bulbuller asiyorum agacimiza.. Yine gumus renkli pullardan yapilmis kalpler, gumus sirmali toplar, kenarlari minicik incilerle bezeli saten fiyonklar ve agacin en tepesinde de piril piril bir yildiz var..Bence, cok rafine, cok sik, cok hos.. Kendimle gurur duyuyorum.. Taa ki, Antonio’nun annesi Diana ve yan komsumuz edebiyat profesoru Melania kapimizdan iceri girene kadar.

Ben tebrikleri kabul etmeye hazirlanirken Diana, agaci cok soguk ve donuk buldugunu, geleneklere gore gumus degil de altin rengi kullanilmasi gerektigini soyluyor. Melania ise cok renksiz, cok heyecansiz cok tekduze diyor uzerinde bulbullerin gullere askinin yasandigi agacima. Herikisi de elestiri sinirlarini zorluyor, kirmizi lazim bu agaca, mavi lazim bu agaca diye diye hayallerinde gokkusagini getiyorlar ortaya..

Gelenekci, sag goruslu, klasik kent soylu Diana ile yenilikci, komunistleri bile ilimli bulacak kadar sol goruslu, proleter Melania beraber bir pizza yemek uzere cikiyorlar. Antonio beni teselli etmeye calisiyor ama, cok kizginim.. Agacimin yaninda oturuyorum. Antonio icerden elinde evlendigimiz yil aldigimiz agac susleri ile geliyor. Bak ne buldum diyor. Tahta atlar, kursun askerler, kucuk canlar, kardan adamlar, kar taneleri, trampetler, melekler, lokomotifler, kelebekler; o gunlere ait anilarimizla beraber geri donuyorlar agacimiza.. Sarap iciyoruz, fotograflara bakiyoruz, keyfim yerine geliyor.. Diana ile Melania geri donuyorlar. Elleri kollari paketlerle dolu.. Diana altin yaldizli toplar, kirmizi canlar, rengarenk fiyonklar almis.. Melania kipkirmizi, piril piril kalpler getirmis.

Iki secenegim var.. Surat asip, herseyi oldugu gibi birakabilir ve kimbilir neyin zaferini kazanmis olurum, ya da bu iki huysuz yasli kadini zafer kazandiklarina inandirabilirim. Ikinci sikki seciyorum.. Gumus renkli agacim, kirmizi kalpler, canlar, altin renkli toplarla sikliktan cok uzak ama dert etmiyorum ve Diana ile Melania’nin biryandan siki bir politika tartismasi yaparak, cocuk gibi sevincle benim agacimi “agacimiza” cevirmelerini izliyorum..


Sonra Federico buyuyor. Heryil bir sevinc, bir heyecan, gunler oncesinden basliyor agac susleri secmeye.. Kirmizilara, maviler, mavilere yesiller ekleniyor. Inciler, boncuklar, yildizlar, aylar, gunesler… “Yok” yok agacimizin ustunde.. Magazalarin icinde oradan oraya kosuyor, kucucuk elleriyle fiyonklar yapiyor, lambalari babasiyla beraber monte ediyorlar. Hergun Noel baba'ya yeni yeni bir mektup yazip corabin icine birakiyor, istek listesi uzadikca uzuyor.. Noel baba onca isinin arasinda, hergece bizim eve ugrayip Federico'nun mektubunu aliyor ve onun ikram olarak biraktigi kurabiyeleri yiyor mutlaka..

Agacimizin bir stili yok.. Ama sevinc yuklu ustu.. Astigimiz hep top, bagladigimiz her fiyonk birbirlerine iste bu sevincle yaslaniyorlar.. Ben her objenin alindigi gunu, o gunun hikayesini hatirliyorum.. Yillar geciyor.. Agacimizin ustu doldukca doluyor. Melania’nin hediyesi kirmizi kalpleri kapi susunun ustune asiyorum...

Agacimizin ustunde gorunmeyen cok sey asili aslinda.. Anilarimiz, bugunumuz, ve bizim ona yukledigimiz anlamlarla dopdolu gelmek uzere olan yeni bir yil.. Yeni, yepyeni, piril piril.. Umut dolu..

Iyi yillar hepinize.. Hepimize..


Mehtap Pasin Gualano
Roma’ 30 /XII/ 2007

28 Aralık 2007 Cuma

TiK TaK TiK TaK ...2008

Büyüdüğümü yaşlarımla anladığımda, zamanın hain bir şey olduğunu öğrenmiştim. Büyümek bir zaman sürerdi. O zamanda, büyürdün büyüdüğünü öğrendiklerinle..

Emeklemek yürümek içindi..
Uyku büyümek için...

Çocukça oyunlarım, gerçeğe hazırlıktı büyüyenler dünyasında...Ve her çocuk gibi büyüklerin algılarıyla anlaşılmaya çalışılırdı oyunlarım.. Saklanan bedenimdi, bulunmak isteyen ise yüreğim... Saklanırdım ama beni bulsunlar isterdim içimde tuttuğum afacan kahkahalarımla...

Oyuncak bebekler ayakta sallanarak uyumazlardı, ama bunu büyüyünce farkettim... Onlar uyku bilmezlerdi, çocukluğumuzu güzel geçirelim diye hep gözleri açık olurdu çünkü...

Büyümek, dünyaya ayak uydurmak için... Büyümek, büyüyen yaşıtlarınla bir olabilmek için.. Büyümek büyüyen dünyada büyük adamlar olmak için... Ve büyümek çocukça, saf algılayışından her şeyi daha etraflıca anlayabilmek adına..

Zamanlarla eşitti büyümek...
Yaşlarımla doğru orantılı...

Babam ilk saatimi aldığımda ilkokul bire gidiyordum.. Zaman kavramını anlamayan bir çocuk olarak, analog saati anlamamda hayli zor oldu. Hediyemi haketmem gerekirmişcesine, büyük masanın bir köşesine oturduk beraber... Akrep ve yelkovan hareket ediyor saat 1 oluyor.. Akrep ve yelkovan hareket ediyor saat 6’yı buçuk geçiyor oluyor.. Sonra 7’e çeyrek kala.. Sekizi beş geçe... Ben kocaman gözlerimi açarak dinliyor, anlamaya çalışıyor ama anlamıyordum.. Sandalye büyüyor ben küçülüyordum.. Neden öğrenmeliydim bunca şeyi, anlamadığımdan belki de.. Belki de akrep akrep gibi değildi.Yelkovan da neyin nesiydi bilmediğimden.. 3 birşeye benziyor, 5 yılan gibi ama değil, benzetemediğimden belki.. Belki kolumu ısırıp, eti kemik geçiyor demenin daha komik ve eğlenceli olduğunu düşündüğümden...

O ilk saatimi hala saklıyor olsam da, saatleri nasıl öğrendim bilmiyorum.... Hepimiz öğrendik saatleri bir şekilde... Hayatımızda öğrendiğimiz birçok şey gibi, düzene uymak için kurulmuş “zaman” kavramınında tam içindeyiz.. Ve şu anda akrep 2 de, yelkovan 20...

Ve saatler zamanı, takvimler yılları gösterirmiş.. Saatler birikip 24 edince 1 gün edermiş.. Bunun 12 saatinde güneş olur, 12 saatinde gece... 12 saat 12 kez akrep ediyor.. Ve bir dolu yelkovan... Ve günlerde; bazen otuz, bazen 31 tane birikirmiş.. Bunlarda ay olurmuş 12 tane.. Hangisi otuz gün, hangisi bir fazla için ellerinizi yumruk yapmak gerekirmiş.. Hopp tepe, hoop çukur... Ocak 31, Şubat hırsız 28, Mart 31.... Öyle biriktirirlermiş günleri.... Sonra, Yaz- kış –sonbahar- ilkbahar varmış bir de.... Halbuki, okul tatil- kar yağıyor- denize girme zamanı- aslında o mevsimlerin anlamı... Öyleymiş işte büyüyen, düzene girmesi gereken insanlar dünyasında zaman... Ve akrep yelkovan günleri, günler ayları, aylar mevsimleri ve yılları yaparmış.. Yıllar geçermiş.. Zaman dönermiş.. Biz büyürmüşüz..

Saati öğrenmeye zorlanıp, gözleri kocaman olan o çocuklar şimdi başka şeylere hayret edermiş gözleri kocaman yine... Mutlulukları bir başka, hüzünleri karmaşa.... Büyüyen her çocuk gibi çocuk ruhunu özlerlermiş belki de... kimbilir.. O saf, o naif hallerini...

Günleri biriktiren Aralık artık görevini bitirmeye yakınken, Zaman tam bir yıl olur, 365 gün devrildiğinde yeni bir yıl başlarmış...Yeni günler biriktirmelik.... Ve hep umut ederlermiş, sil baştan başlarcasına... Güzel şeyler... Sıfır kilometre hayaller... Akrebin yelkovanla ayrı güzellikte buluşacağı, haylaz Şubat’ın çaldığı 2 günün bile önemsiz kalacağı güzel zamanların hayalleriymiş bunlar... Her yeni gibi çocukça, saf ve naif hayaller işte... Çünkü onlar zamana yenik düşmüş büyük çocuklarmış aslında... Zaman hep aynı dönse de o hoş umudu taşıyacaklarmış minik ruhlu büyük çocuklar.. Ve böyle böyle büyüyeceklermiş aslında..

O masada oturup saat kavramıyla ilk tanıştığımda, bir de ismi bile olmayan bir şey varmış akrep ve yelkovan dışında ...

“Bu devamlı hareket edenin ismi ne Baba ? “

Hani ismi olmayan..Tik tak Tik tak Tik tak ...
Akrep ve yelkovandan çok, çocukken o ilgisini çekmiş en çok....

“bu dönüyor..Yine hareket etti.. Yine..Tik tak.”

Akrep bu kalın olan... tik tak tik tik tak...
Yelkovan daha ince olan çubuk.... tik tak tik tak...
Şimdi saat 6... tik tak tik tak...
Şimdi de 5’çeyrek var...tik tak tik tak...

Şimdi saat kaç peki sen söyle ....
“Saat?!? Aa Baba bak tik tak tik tak..”


Hayatı böldüğü zamanlarla değil, geçirdiği anlarla algılayan her çocuk gibi çok güzel anlar diliyorum hepinize... Hayat gerçekten o anlardaki mutluluklarda saklı... Umut dolu, dilediğiniz herşeyin içinde olduğu.... Uzun ve farkedilmeden gitmemiş güzel anlar diliyorum... Emeklemeyi, yürümeyi ve hatta koşmayı öğrendiğimiz gibi, durmayı ve farkında olmayı da öğreneceğimiz anlar diliyorum...

Bazen bende unutsamda yaşadığım anların kıymetini, hemen o tiktakları duyuyorum içimde... Çocukluğum hatırlatıyor belkide.. Büyüdüm, gün içinde saatlerle yarışsam, yıllarla yaşıma bir artı eklesem, umutla gelecek yeni yılı beklesem de hepsi de yaşadığım güzel anlardan ibaret aslında...

Yıllara göre büyüdüm.. Az uyuyorum sonra.. Uyku sadece bir çocuğun büyümesi için gerekli.. Ben ise az uyuyarak çocukluğumu uzatıyorum yine bu gece ...

Saat mi..?
Saat ;
eti kemik geçiyor şu anda....


27 Aralık 2007 Perşembe

?'?*%&!!!!{??`}!!?

halbuki
uykuya dalmadan
dua etmiştim
beni - sevdiklerimi - herkesi
koru demiştim...
rüyamı görüyorum
yoksa gerçekten
evdeki herşey sallanıyor mu
ne olduğunu
tamda
algılayamadan
alt kattaki komşuların
çocuklarıyla
merdivenlerden indiklerini duydum
pencereden dışarı baktığımda
giriş katta oturan
yakışıklı çocuk
arabasını
kapalı garajdan çıkarmış
kapının önüne park ediyordu
tabii
nede olsa
mal canın yongasıdır
diye düşündüm biran
telefon çaldı
özge
biz dışarı çıkıyoruz
hadi evde durma dedi
gecenin bu saatinde
bu soğukta
nereye
gidilirki ...
haberleri
seyretmeliyim dedim
merak ettim
merkez üssü neresi diye
istanbul a hazırlıklıyım
ankara da deprem
olacak diye
ruhen kendimi
hazır hissetmiyorum
ve
ne yapmam gerektiğini
bilmeme rağmen
yani
koşarak mutfağa gidip
dizlerimi karnıma çekip
buzdolabının önüne oturmam
gerekiyor
istanbul depreminden
yaşam üçgeni durumu
ben
öylece donmuş gibi
kalakalıyorum
sonrası da var
deprem sonrası durum
için
kendimi kullanma kılavuzuna
ihtiyacım var
garip bir
boşluk hissi yaşıyorum
beş on dakika falan sürüyor
ciddi bir depremde
beş on dakika önemli zaman
her seferinde
şimdi
bir bardak su içmeliyim diyerek
kendime geliyorum...
neyse
televizyonu açtım
son dakika ....
merkez üssü
bala(birinci a nın şapkası var)
büyüklüğü 5.5
kandillinin artçılarla/öncü
karışıklığı yaşadığını
düşünüyorum
ana deprem büyüklüğünde
artçı olur mu
uyarın bari
ciddi artçılar olabilir diye
türk medyası
sizi de kutluyorum
depremden beş dakika sonra
ankara valisi
bala daki bir köyün muhtarı
afet işleri müdürü
ve
on yıldır birtürlü doçent olamayan
deprem uzmanı
yar.doc.dr. oğuz gündoğduyla
arka arkaya
canlı
telefon bağlantısı kurarak
hızınızla
beni gerçekten şaşırttınız
gerçi
yetkililer
uykululardı
ne dedikleri
tam anlaşılmıyordu

24 Aralık 2007 Pazartesi

23 Aralık....

23 Aralık... benim için hep özel bir tarih oldu, kendimi bildim bileli... bugünki ben olmamda en büyük paya sahip, benim için çok özel bir kişinin de doğumgünü 23 Aralık...


Çocukluğumda, akşamları masa başında Türkiye ve Dünya Atlası üzerinde coğrafya oyunları oynayarak; seyahat etmeyi, yeni kültürleri-yeni insanları tanımayı sevdiren, zihinden hesap oyunları ile matematiği sevmeyi öğreten, etik kuralları, görgü kurallarını hoş oyunlarla refleks haline dönüştüren, minik hikayeler ile gerçek insan olmanın güzelliğini gösteren, insan sevgisini aşılayan, yobazlaşmadan da güçlü inançlara sahip olunabileceğini, güçlü inançların çağdaş insan olmaya engel olmadığını, kendine inanan, güvenen, ayakları üzerinde sağlam durabilen bir Atatürk genci olmayı, aile değerlerinin önemini, arkadaş dost kazanmanın ve korumanın değerini, değerlerinin farkında olmayı ve tüm bunları gerçek tevazuu ile koruyabilmeyi, hoşgörüyü ve başkalarını onurlandırabilmeyi, yürekten sevmeyi öğreten ve özlemi hala çok sıcak olan sevgili babamın doğumgünü...

Ne hoş tesadüf ki, benim için çok özel bir yeri olan Tofu Grup’un da doğum günü :)

Yaşamıma çok hoş renkler katan Tofu Grubu oluşturan her rengin ayrı özel bir yeri var yüreğimde ve bu renklerin tesadüfen biraraya geldiğine inanmıyorum... Bir sene öncesine, başlangıça dönüp bugüne kadar yol aldığımda, ilahi bir kurgunun işlediği hissine kapılıyorum... pırıl pırıl aydınlık bir yol ağzında buluşan onca rengin oluşturduğu harika bir ışık seli, gittikçe genişleyen ve aydınlanan bu yolda elele ve hergeçen gün güçlenen bir sevgi ile ilerlemeye devam ediyor... bu yolun oldukça uzun ve geniş bir yol olduğundan hiç kuşkum yok...

İlk yazılarımdaki ürkek sunuşa bakıyorum da.... Tofu beni müthiş cesaretlendirmiş... kendi iç konuşmalarımı paylaşıma açmanın ötesinde arsızca herşeyi paylaşma, her sevgimi paylaşarak çoğaltma coşkumu körüklemiş... hızımı alamayıp kendime alan yaratmaya kalkmamdan belli Tofunun beni nasıl da şımarttığı :)))

Bir yazar arkadaşım “yazmak teşhirciliktir” derdi... bakıyorum da haklı... mesele başlayana kadar... başladıktan sonra ise durmak zor... bir kez kendini, iç dünyanı açıkca, gizlemeden ortaya koyabiliyorsan gerisi çorap söküğü gibi geliyor... Tofuya minnetarım, içimdeki yaşama dair aşkı, sevgiyi bu kadar açıkça ortaya dökebilmeme, paylaşabilmeme fırsat verdiği için ve tabii ki siz tüm tofucanlara da...

Sevgili Berrin iyi ki o gün bizleri o güzel sevgi sofrana davet etmişsin,

Sevgili Brajeshwari, çok net, gözümün önünde canlı hala o an... tam karşımda oturuyordun ve blog fikrini açtın, detaylandırdın ve hemen devam eden günlerde de lafta bırakmayıp hayata geçirdin... isim önerileri beklediğin emailini hatırlıyorum ve o yoğunluğumun içinde, bir isim türetmeye konsantre olamayıp saçmaladığımı hatırlıyorum gülerek...
*
*
Ve inanılmaz doğru oturan bir ismi bularak ve açılımını verip, anlamlandırarak bir tohum ektin ve tofuya ilk can suyunu verdin...

Ve Sevgili Tofucanlar, 338 yazı ile sulanan tohum kocaman bir ağaca dönüştü, lezzetli meyveler veren ve hatta bahçesine yeni ağaçlar ekleyen çok verimli bir ağaca...

Sevgili Brajeshwari, “Tofu 1 Yaşında” yazında herşeyi o kadar güzel ifade etmişsin ki... üzerine ekleyecek birşey yok... hepimizin yazılarından öyle hoş alıntılar yapmışsın ki... adeta birer “künye” gibi oturmuş... gözüm senin künyeni aradı ama mütevazi editörümüzün kendisini ihmal ettiğini görerek ve yedek editör olarak onu da ben yapayım dedim :)

........Bazı dönemler vardır insanın hayatında, bu bir yaz tatili olabilir, tanıştığı yeni bir insan olabilir bilmiyorum.. Hani hayata bakışı değişir ya insanın bir anda.. Benim de yaşadığım böyle birşey diye düşünüyorum........... ..........Hiç acelem yok, kendimi zamana yaydım.. Herkes mi hızlı- ben mi yavaşladım bilmiyorum.......Brajeshwari


Ne yazık ki hızlı bir tarama sonucu, yeterli izlenimi vermeyebilir bu künye ancak, başlangıç yazında ki Umarım Bloğumuz yazılarla dolup taşar, her sabah kimden ne haber var, ne yazılmış diye bakabileceğimiz bir köşe olur...” sözlerin ne kadar isabetli bir öngörüde bulunduğunun kanıtı :)

Sevgili Tofucanlar, 1. Yaşımız Kutlu Olsun, Nice Yıllara...
Hep Birlikte, Sevgi ile...

23 Aralık 2007 Pazar

TOFU BİR YAŞINDA





Geçen sene 22 Aralık günüydü.Tofu Ankara ekibi Berrin’in evinde, ziyafet sofrasındaydık. Anlatilacak – paylaşılacak bir dolu şey vardı, zamansızlığımız ve iş hayatımızın temposu tüm bunlara yetmiyordu. İşte o gün bir anda bir blog kurma fikri doğdu.

O gece gerçek olmayacak bir olasılıktan bahsediyorduk belki ama bir gün sonra, yani 23 Aralık 2006’da, Tofu ilk sayfası, Halil Cibran’ın “"haritayi saklayabileceğin en güvenilir yerin yüreğindir."” adlı yazı ile ve yazarlarının bloga giriş onayını bekler halde ortaya çıktı.

Tofu’nun doğuşuyla yemek masasındaki tüm ekip, Tofu’ya tad veren birer baharat gibi yer aldı bu birliktelikte... Heyecan ile hepimiz köşelerimizin isimlerini bulduk.. Sonra blog onayının nasıl becereleceğine dair telefonlar çaldı durdu bir süre...

İlk başlarda Tofu nasıl şekillenecekti bilmiyorduk... Ne yazacağımızı, ya da nereden başlayacağımızı da... Bir süre böyle devam etti..Sonra hepimiz, her yazımızla kendi renklerimizin farkına varmaya başladık..ve farkına vardık başarmanın.... kendimizi başarmanın...

Geçip gidiyordu hayat... Kahve molaları, öğle tatili buluşmaları, telefon kabloları arasında sıkışan sohbetler...Sözler uçuyordu... Sonra hayatın durdurulamaz hızında biz durduk... Biz yaşadığımızın, gördüğümüz manzaraların farkına vardık... Farkına vardıklarımızı pay edebildik... Birbirimizi farkettik sonra...Ve biz, kendi değerlerimizi de farkettik... Büyüdük sonra... Aramıza yeni tatlar katıldı... Daha da lezzetlendik... Yolumuz keyfilendi, renklendi.. Hepimiz bir renk olduk bu gökkuşağında... cümlelerdendi gökkuşağı.... Her yeni yazıda, yürüdüğümüz yolda açan o gökkuşağının altından beraber geçtik... Bazen kuşlar geçti manzaramızdan, bazen piknik sepetimizle mola verdik... Bazen anılarımızı kattık yolumuza... Ve bazen hüzünlerimizi, çoşkumuzu da... Bazen de çocuk olduk... Ve en önemlisi keşifler düzenledik eski masallardaki gibi gökkuşağının başlangıç noktasına... Ruhumuzun derinliklerine, yüreğimizin anlattıklarına ve bizi biz yapanlara...

Bembeyaz sayfaları ayna olarak tuttuk içimize... Kelimelerin kanatlarına bindik sonra.. Yavaşça süzüldük içimizden yazıya düşenlere... Harflerle varettik kendimizi bu geçen bir yıl boyunca... Sorguladık, tarttık, yaşadığımızı tekrar hissettik beraber.. Bazen kelimelerle yeni dünyalar kurduk, bazen yenilendik yazdıklarımızla...En önemlisi paylaşabildik tüm bunları...

Yazmak geçilen yollara ayak izi bırakmak gibidir, aynı yolda yürüyecekler için..
Ne mutlu ki biz bir yıldır beraber yürüyoruz bu gökkuşağının altında...
Mutlu nice yaşlara ve 3 nokta yan yana . . .

Brajeshwari / 23.12.2007


----


Geçen 365 güne, 338 yazı sığdırdık...

Bir yılı –bir yaşı geride bırakırken, sayfalar öncesi yazıları hala ayni keyifle okuyabiliyorum... Bunları hatırlarmısınız?

İşte Tofu'nun güzel renkleri ......

....İnandığım bir şeydir; Biz bir şey öğrenmeye hazırsak o şey bizden önce bizi orada bekliyor olacak.. Navanalini

....Ve ona her gurur duyuyorum ve her seviyorum dediğimde, parlayan bakışlarını ve kocaman gülüşlerini hayattaki her başarısızlığında hatırlasın ve öğrenmenin ne kadar güzel bir süreç olduğunu bilsin istiyorum.. Selma

....Gozlerimi açmamla iki kırmızı kuş aynı anda serenadlarına devam ederek ucup gittiler. Bencede simdi ask zamani.... Gülçin

....kar da sevgi de aynı yerden gelmiyor muydu? penceremden bakınca ince ince mırıldanıyor yine bana…şükrederim ki, kar içimde bir hediye gibi saklanmakta…. Zeynep

....Yarin guzel bir gun olacak biliyorum. Roma’da sagnak yağış bekleniyor diyor televizyon haberleri, ama içimde ısıtmaya hazir bir güneş varken, dışarda ne yağarsa yağsın, onemi yok.. Yarin guzel bir gün olacak.. Biliyorum.. Mehtap


..... Martılara bakarken oysa ki ne kadar mutlu olurum kimse bilmez.... içimdeki özgür ruhu çıkartır adeta martılar o masmavi gökyüzünde uçuşurken... Zihnimde ki tüm düşünceleri dağıtır ve içimi bir çoşku ve bir mutluluk kaplar... Brajabanita

.... Hep insanın keyfini kaçıran şeyler mi musallat olmalı? ''Musallat'' kelimesini olumluda kullamaz mıyız? Bunun bir zamanı var mıdır?Hayatımızda üç gün kalabilen hastalık,bizim için musallat mertebesine yükselemez mi? Gene aynı sebepten, bizi mutlu eden olayların çabuk bittiğini dişündüğümüzden mi anlatırken onları musalatlamayız. Geçen üç yıl mutluluk bana musallat oldu,dün bana bir güzellik musallat oldu........ Betül

.... Biliyor musunuz, eskiden “yıl”ın “sene”den daha uzun bir zaman olduğunu sanırdım… Sonradan öğrendim zamanın aslında bir tür kurgu olduğunuSubhankari

.... Hazan bülbülünün nağmelerini işittiğimde, hemen iri iki taşı üst üste koyuyor, üzerine oturuyorum. Boylece yaşamımda bir dikili taşım ve bir bahçem olmuş oluyor. Fatih Mika

..... Mutluyum. Sanki surekli altimda guzel bir kano var, dum duz gol uzerinde, onumde etrafimda daglar, agaclar ve sis var, nefes aliyorum ve verirken nefesim buhar gibi cikiyor. Ve sadece hayata olan aşkimi izliyorum.İndrani


... Ve ne mutlu ki, birgün aşk bağırdı “ben buradayım, bırak beni, salıver artık... unut korkularını, ben korurum seni herşeyden, yeter ki güven bana... bırak kendini, salıver artık...Nilambara

.... o sırada aklıma burhan altıntop ve cekedinin kolları geliyor..... gülümsüyorum......birden bende şimşek çaktı......melekler diye seslendim içimden.... Berrin



not: 23.12.2007 Tofu bir yaşına bastı !!! Bu kutlama yeni bir yılı, yeni umutları da beraberinde getiriyor.Tofu'da, birinci yaş günü için yorumlarınızdan çok, yayınlanmak üzere yazılarınızı bekliyor.. Büyümeye dair, yeni umutlara ve paylaşımlara dair, Tofu'nun hayatınızdaki yeri ve size kattıklarına dair, düne dair, bügüne dair, yolculuğumuza dair...


ve bize dair yazmak istediğiniz herşeyi sayfamızda konfeti yapip, çoşkulu bir şölene dönüştürmek istiyoruz.

18 Aralık 2007 Salı

Çocukluğumun Bayramları

Şimdi bayram gelince aklımıza tatilden başka birşey gelmiyor.Yorulan bedenlerimize biraz uyku çekmek, biraz çalışılmayan günün keyfini sürmek için bir firsat gözüyle bakıyoruz bayramlara... Arada yapılan hızlı ve usulden ziyaretler bitince, tatil başlıyor..

Ben şanslı çocuklardandım. Annem ve babam, her bayram (hani yollar bu kadar kısa değilken) ablam ve beni toparlayıp Anneannemlere Edirne’ye götürürdü bizi... Zor zor giden otobüslerde, sabırsız bir çocuk olarak sorardım hep “Anne geldik mi?” diye.. Annem bana hep, otobüsün ön camını gösterip; Selimiye camisinin minarelerini görünce gelmiş olacağız derdi. O yollar hiç bitmezdi... O minareleri bir türlü görünmezdi.. Çocukluğumda yollar boyu ya bu şekilde yada uyku ilaçlarıyla kandırıldım..

Teyzelerimden biri ve ailesi Adana’dan gelir, Biz Ankara'dan giderdik. Edirne'de yaşayan 2 teyzem ve eşleri, onların çocukları, anneannem, dedem ve biz, m'aile bayram yapardık.. 2 katlı apartmanın 3 dairesinde yaşayan ailenin, ev kapıları hiç kapanmaz.. Apartmanı da içine katarak, evler arası oyunlar oynardık. İçinde kayısı, mürdüm eriği ve şeftali ağaçlarının olduğu arka bahçede 6 kuzen çocukluğumuzun keyfini sürer, kah salincakta sallanır, kah maymun gibi ağaçlara tırmanır meyve yerdik. Evin altındaki büyük garajda top ve saklambaç oynardık.. Evde yemek yapılınca, büyük merdivenlerden koşarak çıkar.. Eğer yemekte maydonoza ihtiyaç varsa, gidip bahçeden toplardık.. Dedem torunlarının gelmesi şerefine kasa kasa Uludağ gazozları alır. Hepsinin üstüne hiçbir torununa hak geçmemesi için, isimlerimizi yazardı.. Anneannem, biz seviyoruz diye sıcak lokmalar pişirir, biz yedikçe keyfi yerine gelir, bizi kuzucuklarım diye sever, yedikçe yedirmeye uğraşırdı.. Evde şenlik havasi olurdu hep.. Yemekler kocaman masalarda, bereketli ve kahkaha dolu olurdu. Geceleri, 3 eve bir şekilde sığışan tüm ailenin büyük bir çocuk odasi olurdu. 6 kuzen çek yatlardan, yer yataklarına beraber yatar sabaha kadar gülmekten uyuyamazdık...

Bayram günü geldiğinde, kurban kesimine hiç şahit olamazdık. Dedem erkenden hallederdi tüm işi... Biz tepeden tırnağa yeni bayramlık kıyafetlerimizi giyinip, kendimizi güzel hisseder, o gün ne kadar kar edeceğimizi düşlerdik sadece.. Anneannem harçlık konusunda her zaman daha cömertti... Dedem her bayram olduğu gibi şakatör imajıyla, elimize bir mendil tutuşturur.. Sonra buna inandığımızı görüp kıyamaz, tekrar el öptürüp, bayram harçlığımızı verirdi.. Kendisi Edirne’de hatrı sayılır insanlardan biri olduğu için, bizim kalabalığımızın yanında 3 gün evden misafir hiç eksik olmaz. Kat kat açılmış ev baklavaları ikram edilir, gün içinde ocağı sönmeyen çaylar demlenirdi..

Bayramın en güzel günü ikinci günüydü.. Misafir ağırlama faslı bittikten sonra, biz torunlar Selimiye Camiisinin ön bahçesinde kurulan Lunaparka götürülürdü. Lunapark namına aslında şimdinin lunaparklarına benzer birşey olmazdı ortada.. Sallanan salıncaklar, cember atıp hediye kazanma oyunları, kaydıraklar, koska helvalar, elma şekerleri ve bir sürü bayramlıklarını üzerinden çıkarmamış mutlu çocuk... Hepsinde aynı bayram çoşkusu ve neşesi... Sonra iadeyi ziyaretlerle ve akraba çocuklarıyla oynanan oyunlarla gün biterdi..

O zaman digital makine yoktu.. Her bayramın 3. gününün sabahı, dedem tüm aile bir arada diye fotoğrafçıyı çağırır. Aynı mekanda her bayram olduğu gibi aile fotoğrafı çektirilirdi.. Biz her bayram, o fotograflarla büyürdük.. Sonra teyzelerim ve annem, piknik sepetlerini hazırlar, arabalara doluşup, konvoy halinde Meriç nehri kıyısındaki Söğütlüğe doğru yol alırdık.. Biz çocuklar bu verimli topraklarda yetişen ağaçların arasında oynarken, piknik ve açık hava bize şehirde hiç yaşamadığımız mutluluğu yaşatırdı.

Benim çocukluğuma dair tüm bayramlarım hep böyle geçti.. Ben şanslıydım.. Şimdi nasıl özlüyorum o havayi anlatamam. Tüm kuzenlerim ve ben büyüdük,hayata karıştık.. Artık hiçbirimiz bayramları böylesine bir çoşkuyla yaşayamıyor biliyorum... Dedem zaturre geçirdiği için hastanede yatıyor bu bayram ne yazıkki.. Ama yinede inançlarına bağlı bir adam olduğu için, kurban kesmek için çıkmalıyım diye doktorlara kök söktürüyormuş.. Anneannem, lokma yapmasa da olur du bu bayram, ama o da yaşlılığın verdiği yorgunlukla son gördüğümde beni sıklıkla tanımayıp, anneme “Ayşe komşunun kızı gelmiş, gel ilgilen” diyerek içimi mahvetti..

4 günlük Bayram tatilini tatilden saysamda, yarın çocuklarım olduğunda bu bayramları bu kadar keyifli, tatil değil adı gibi -"bayram" gibi yaşatabilecekmiyim diye düşünüyorum..

Anılarımda yaşayan bayramlar o kadar çoşkulu kaldı ki, o yüzden ben;
bana böylesi güzel anları yaşatan tüm aileme her zaman minnettar kalacağım.....


Hepinize iyi bayramlar..
ve tabi iyi tatiller..

14 Aralık 2007 Cuma

Sonbahar / Fatih Mika


acıların değil hüzünlerin mevsimi sonbahar
ölümlerin değil ayrılıkların
dökülen yapraklar yeniden dönecekler dallarına
biz
sadece
vakit kaybetmiş olacağız
Fatih Mika

11 Aralık 2007 Salı

Dengede Reiki / Haber


Artık, Brajabanita ve Zeynep'in de her ay özveriyle Denge Merkezinde yaptıkları reiki çalışmalarını, çalışma notlarını ve haberlerini öğrencileriyle paylaşacakları harika bir blogları var.
-
Bakınız mitoz çoğalıyoruz. Önce Berrin'den "ilahi tatlar", Sonra Nilambara ile "İnce saz", Ben eksik kalmayayim diye "Yansıma ve Yanılsama".. Şimdi de "Dengede-reiki" ile Brajabanita ve Zeynep.... Sıra kime geliyor kestiremiyorum:)
-
Onları bu güzel paylaşımlarında yanlız bırakmayacağınızı biliyorum.Çalışma notlarına ulaşmak hiç bu kadar kolay olmamıştı demeden de edemeyeceğim...:)
-
Hepinize Sevgilerimle
Brajeshwari

-

Ziyaret edin.. Merhaba diyin.. Tofu enerjisini bulaştıralım onlara da...
Tofu'nun bir diğer kardeş bloğunu gururla takdim ederim..


yeniyıl geliyor....

yılbaşında
kendime hediye almaya karar verdim
kamera
şöyle dokunup
dost olabilmek
ve
film çekmek için
valla
doğru söylüyorum
arkadaşlarıma - dostlarıma
eve gelen misafirlerle
seyrettirmek için
film çekmek istiyorum
film
erotik - komedi olacak
ya tamam
hemen panik olmayın
görsel erotizm yok
türkan şoray kanunları geçerli
başrollerdeki erotik
erkek zaten
antropozda
ve
çeşitli başka problemleride olan
saçlarıda boyalı
kendini erotik sanan
bir adam
şimdilerde
senaryo yazmaya çalışıyorum
zor birşey
hatta
bayağı zorbirşey....
haberiniz olsun
senaryo yazma kursu
diye bir kurs var
evet ankara da
ben
kamera arkasındayım
filmde görünmüyorum
ama
varım
sesimle
içine kapanık biriyim
fransızca
öğrenmeye çalışıyorum
fransızca hocasıyla
aramda platonik bir durum var
adamcağız
kötü kötü şiirler yazıyor
ve biliyorsunuz
ben şiir seviyorum
ve
ilahi komedyadan
ezbere bildiğim bir cümle var
devamlı onu söylüyorum
iskenderle
konuşuyorum
(iskender iremin kaplumbağası)
filmde jetset biriside
olacak
topuklu ayakkabıyla yürüyemeyen
ve
mantı yemesini seven bir kadın
dans etmeyi seven
başka
bir kadında olacak
böyle
olur olmaz yerlerde
dans eden ...
ayrıca
kuzuların sessizliği
durumunda
başka bir adam
daha var
aslında
büyük birisi
ama
sapanla kuşları vuruyor
ve
uçmasınlar diye
martıların kanatlarını kesiyor

bütçem
kamera alabilecek kadar
o yüzden
oyuncular arkadaşlarım
olacak
görüşlerinize - fikirlerinize
yardımlarınıza açığım
banada
şöyle bir rol yaz diyebilirsiniz
söylüyorum
film komedi
eğlenmek için...

10 Aralık 2007 Pazartesi

MINERVA, NOEL SARKILARI VE FATIH'IN FRENLERI..



“Fatih, bu ne hız, bir ay içinde bu üçüncü sergi “diyorum telefonda.. “Yazdım ya Tofu’yada, frenlerim tutmuyor” diyor.

Sergi Roma’ya 35 km uzaklıktaki Pomezia kasabasındaki Lavinia Arkeoloji Müzesinde.. Ehliyetini kimbilir hangi dolabın köşesinde kaybetmiş Fatih’in ve Michelin yol web page’in önerisine uyarak seçtiğim yolda, çok korkarak, kapkaranlık ormanların içinden kalbim çarpa çarpa, deli gibi araba kullanarak müzeye ulaşıyorum. 8 aralık katolikler için Immacolata denen özel bir gün.. Dini anlamının yani sıra, Noel kutlamalarının başladığı bir tarih ve özellikle bugün, bütün klasik italyan aileleri yılbaşı camlarını süslüyorlar.

Fatih’in gravürleri çok güzel.. İçlerinde daha önceki sergilerinde görmediğim 90’li yıllara ait gravürler de var.. Bir tanesi iç konuşmaların tam ortasında, düşüncelere dalmış bir insanın gravürü. Ben bunu çok beğendim diyorum. Fatih’in arkadaşları Barış ve İnci’de “biz de bu gravürün önünde çakılıp kaldık” diyorlar.. Sergi çok kalabalık.. Fatih, kendi sergisini bir sanatsever gibi geziyor ve gözlüyor.. çoğu kısı, sanatçının o olduğunun henüz farkında değil ..



Serginin açılışından sonra bir jazz konseri var programda.. Bu konseri özel kılan, klasik noel şarkılarının yorumlanacak olması.. Andrea Sartını Quintet’i “have your self a merry Christmas, On Christmas tree, Santa Claus is coming to town” gibi klasik Noel şarkıları yanısıra “jingle Bell Rock” gibi süprizlerin de olduğu çok güzel bir konser veriyorlar.. Çok alkışlanıyorlar..

Arada müzeyi gezme fırsatı da buluyoruz. Küçük, az sayıda ama değerli eserlerin bulunduğu bir müze. İçindeki heykellerin çoğu, mitolojideki kadın kahramanlara ait. Benim ençok dikkatimi çeken, Minerva (Athena) heykeli oluyor. Zeus’un kızı, savaşcı, gözü pek ama bilgeliğin, dingin hayatın, bilginin ve aklin koruyucusu Minerva..Savaşçi ama insanlığa barışın sembolü zeytin dalını armağan eden, evliliği ve doğumu gözeten Minerva, bütün heybeti ile, müzenin giriş kapısının tam karşısında duruyor.
Okuduğumuz açıklamalarda, bazı Minerva heykellerinin elinde bereket sembolü olarak nar tuttuğu yazıyor ve ben çok şaşırıyorum. Tamamen bir Anadolu geleneği olduğunu sandiğim, bereket için eşikte nar kırma geleneğinin mitolojide var olması beni önce şaşırtıyor sonra da şaşırdığıma şaşırıyorum. Anadolu toprakları Zeus’u, Hera’yı, Minerva’yı, Poseydon’u, Mars’i, daha doğrusu tüm Tanrıları konuk etmemiş mi ki ben şaşırıyorum? Yıllarca adını mitolojiden alan İda dağlarının eteklerinde bir şehirde yaşamamışım, Zeus Altarına hiç çıkmamışım, Truva’nin hikayesini hiç bilmezmişim gibi…


Fatih’le beraber döneceğiz Roma’ya.. “Ben orman yolundan gitmem, çok korktum” diyorum. “Korkma ben varım ya” diyor Fatih.. “Sen de olsan, ben orman yolundan gitmem”, Hansel ile Gratel oynamanın alemi yok..”diyorum. Ustelik her arabadan inen kızıl saçlı, çilli yüzlü bir ateş topu, ya da kırmızı ayakkabılı bir dilber olmayabilir, neme lazım..

Güzel bir sergi, güzel bir konser ve özel bir müzeydi.. Onun için yazıyorum..

Mehtap Pasin Gualano
Roma' 8/XII/2007

Bisiklet II

“Santa Maria Maggiore Bazilikası’nın yanında ki yokuştan aşağıya inerken yapacağım hiçbirşeyin olmadığını anlayıp, kırmızı ışığa yakalanmadan, yolu doğrudan frensiz geçmeyi arzuluyorum. Fakat son anda yanan kırmızı ışık bütün planlarımı bozuyor, onca taoist bilgim ve tecrübeme rağmen frenlerimi tutturamıyor, önümde duran lacivert otombile bindiriyorum.”

●●●

Büyük gürültüden önce yolun sol tarafında onu görüyorum. Haziran aylarının kızgın güneşleri altında ki başakların renginde, kınalar kokan sıcak kızıl saçları; ovuşturduğumda elimde tane tane olan buğdaylar gibi çilli yüzünü kaldırmış Santa Maria Maggiore Bazilikası’nı seyrediyor. Aklıma ne nefesimi tuttup soğuk kanlılığımı korumak, ne de ayakkabımı on tekerlege sıkıştırıp fren sistemi icat etmek geliyor.

●●●

kırmızı kuşaklı
lacivert mantolar gibi
eskiyor hayatımız
görsek birbirimizi
acaba tanırmıyız

●●●

Büyük bir gürültüden sonra sırtımda ki ağrıları, yamulup havada kendi halinde dönen tekerleğin parlayan tellerini farkediyor “oh yaşıyorum” derken; yan yatmış bisikletin çatlamış aynasından yüksek tapuklar üzerinde ki iki ayağın lacivert otombilden inip bana doğru geldiğini görüyor “Yeni kadınlar da yeni kitaplar gibi, ortasından başlanılmıyor” diye düşünüyorum.

●●●

Büyük gürültüden sonra ayağa kalkarken ağlamaya başlıyorum.

“Bir bayram günü yeni elbiselerim, yeni ayakkabılarımla, el öperek topladığım paraları cebimde şıngırdatarak bir bisiklet kiralamaya gidiyorum. Kalın tekerlekli, hantal, pasların olmadığı yerlerinde yeşil renkleri olan bir bisiklet bu. Önce tek elimi, sonra iki elimi birden bırakıp gidebildiğim, çamurluksuz ama dengeli bir bisiklet. Benim on yaşımdaki gücüme güç, hızıma hız katan, duran şeylerin arasından beni rüzgarlar gibi uçuran bu kiralık yeşil, paslı bisikletin bana verdiği bu güçle; önce sokağımızın, ardından mahallemizin sınırlarını aşıyorum. Akasyaların arasından göle doğru inen toprak yokuştan hiç pedal çevirmeden gidebileceğimi öğrenirken hızlanıyor da hızlanıyor; frenlerimin o hızımı durdurmaya yetmediğini fark ediyorum. Çıplak çamurluksuz tekerleğin üzerine yeni bayramlık ayakkabımı koyarak fren yapıyor; annemin bana, babamın memur maaşı ile aldığı suni köseleden ayakkabım, altından dumanlar çıka çıka eriyip deliniyor; tabanım acıyla yanıyor; fakat bisikleti durduruyorum.”

Ben ağlıyorum, tabanım yanıyor.

●●●

Bayan Clara’ya gelince, o benim “Radikal Komşum”.
Fatih Mika

6 Aralık 2007 Perşembe

Bisiklet


Bayan Clara ile apatmanın avlusunu bir türlü paylaşamıyoruz. Bayan Clara, apartmanın avlusunda ki iki odalı kapıcı dairesini kiralayıp kendisine sevimli bir büro yaptı. Kira kontratını imzaladığında avlunun ona ait olmadığını ve biz apartman sakinlerinin avluya bisikletlerimizi koyabileceğimizi biliyordu. Fakat Bayan Clara’nın hayali, tüm avluyu kendi kullanım alanına dahil etmek.

Planı, avluyu çiçeklerle doldurup (Adım gibi biliyorum butun bunlar çiçekleri sevdiği için değil, eger ben de saksılarımı avluya indirsem; Bayan Clara sevinmeyecek) bize bisiklet koyacak yer bırakmamak. Bir gün avluda bisikletimi koyacak yer bulamayınca bisikletimi kilitleyip, Bayan Clara’nın kapısına dayayıp gittim. Baktım bisikletime bir yer açıp duvarın kenarına kaldırmış. Kapıyı çalıp “Benim bisikletimin yerini kim değiştirdi?” diye sert bir şekilde sorunca; Bayan Clara telaşla gelip “Bisikletin yerini kendisinin değiştirdiğini, bir büronun önünde bisikletlerin hoş olmadığını” söyledi. Ben de “Bu yeri kiralamadan önce, biz apartman sakinlerinin avluya bisikletlerimizi koyma hakkımızın olduğunu biliyordunuz.” dedim. Çünkü bu üçüncü bisikletimi de çaldırmak; ya da hergün, daracık asansör ile sekizinci kata bisiklet çıkarmak istemiyorum.

İşin kötüsü, avluda Bay Franco’dan başka kimsenin bisikleti yok. Bisikletle işe giden iki komşum, çok değerli olan bisikletlerini hergün dairelerine çıkarıyorlar. Baktım kendime müttefik te bulamıyorum, gidip bit pazarından dört tane ucuz bisiklet alip avluya koydum. Roma Güzel Sanatlar Akademisi’nde erasmus öğrencisi olan Özlem de Türkiye’ye dönerken bisikletini bana bırakınca, avluda toplam altı bisikletim oldu. Bayan Clara biz bisikletlilerin apartman sakinleri içinde çoğunluk olduğumuza inansin, bizden çekinsin istiyorum.

Bugün Roma’da toplu taşıma iş kolunda çalışanların grevi var. Evden yaklaşık altı kilometre uzaklıkta olan galeriye bisiklet ile gideceğim. Bir dağ bisikleti olan bisikletime binip yola çıkıyorum. Herkesin kendi başının çaresine baktığı bu günde, trafik arap saçı gibi. Sürücülerin burunlarından dumanlar çıkıyor. Ben böyle bir trafiğin içinde iken, birden frenlerimin tutmadığını farkediyorum. İki şeritli yolun bir şeridine bir otombil park ettiği zaman ben tek başıma yolu kaplıyor, frenlerime güvenemediğimden aheste aheste gidiyor, arkamda ki sürücülerin burunlarından çıkan dumanların renklendiğini, siyah ile karışık kırmızılaştığını görüyorum. Canım kiymetli, yoluma yavaş yavaş devam ediyorum.

Düz yolda çok sorun yaşamamama rağmen göbeklere geldiğimde sağ şeriti terk edip trafiğin ortasına girmek zorunda kalıyor, kendimi sağda ki caddelere sapmak isteyenlerle yine o caddelerden meydana girmek isteyenlerin karmaşası, sinyalleri ve korna sesleri arasında buluyorum. San Giovanni’ye geldiğimde şehrin surları bana biraz huzur verse de, bu huzur tramvay rayları başlayınca tekrar kayboluyor. Aklıma, Roma’da böyle bir tramvay rayına bisikletimle son sürat girip, raydan havaya bisikletsiz fırlayıp, sonra havada tekrar bisikletimi yakalamam; arkamda acı fren yapan yaşlı bayanın benim tanrı ile olan ilişkilerimi bilmeden “Allaha şükret” demesi geliyor.

Santa Maria Maggiore Bazilikası’nın yanında ki yokuştan aşağıya inerken yapacağım hiçbirseyin olmadığını anlayıp, kırmızı ışığa yakalanmadan, yolu doğrudan frensiz geçmeyi arzuluyorum. Fakat son anda yanan kırmızı ışık bütün planlarımı bozuyor, onca taoist bilgim ve tecrübeme rağmen frenlerimi tutturamıyor, önümde duran lacivert otombile bindiriyorum.

1 Aralık 2007 Roma
Fatih Mika

NEVERWHEN....



*isimsiz...

gölge oyunları duvarlarda..
mum ışıklarında ellerim..
ellerim kuşlar..

çocukluğum..
çocuktum..
çocuğum daha..
sapanlarımdan kaçamıyorlar..

göl kıyılarında, saçak altlarında, kapısı kırık kafeslerde..
hiçbir yerdeler..
hiçbir iklimde..
rahat değiller (dır mutlaka eminim)
yüreğimdeki kadar..

bazen küçücük bir öykünün,
adı saklı
sevgilisi kuşlar..
penceremde meraklı..
hem içerde, hem dışardalar..

parmaklarımın ucunda..
tıner, talas, recine tozları kuşlar..
beyaz kağıtlardan öylece havalanıp..
göz bebeklerime konuyorlar..

hecelerle konuşan,
kuzeyli kuşlar..
tutsak bir floryaya..
öteleri anlatıyorlar..

simdi duvarlarimda tutsak,
ellerimde özgur kuşlar..

Mehtap Pasin Gualano
Roma' 6/XII/2007

*butun kuslar, Fatih'in Tofu yazilarindan.

5 Aralık 2007 Çarşamba

Radikal taksici


Onunla tanışmam bir perşembe günü sabah altıbuçuk. Sahip olduğu imgelerden nasıl biri olduğu tahmin edilebiliyor, bakışlarından o da beni beğenmedi belli. Birbirimize göre yaratılmamışız,

ben elma yarısıysam, o kesinlikle portakal yarısı aynı familyadan dahi değiliz.Bana göre hava hoş; istediğim zaten uzun süreli bir ilişki değil, sadece evden havaalanına ulaşmak, en fazla kırk-elli dakika, duygusal beklentim yok.

Kalbim hızla çarpmadan, yüreğim pır pır etmeden'' günaydın ''dedim, beklentim onunda günaydın demesi, ama o kendi dilinde ''homur''dedi.Homur ne demek diye sormak istedim ama ilişkimizin başında bunlar aramıza girmesin istedim, olaysız sürsün kısa birlikteliğimiz. Kavuşamamış aşıkların şarkılarını dinledik, o bir sigara yaktı; ben tıkandım, benim uykum geldi mahmurlandım.

Aynı dili konuşmasakta bunu ona sormalıydım''birinci köprüden mi geçsek?'' Cevap verdi'' homur, homur, homur'' birinci köprü yoluna sapınca anladım ; üç homur, bir evete denk. Biz kısa birlikteliğimizin ortasına gelmiştik. Ben tekrar konuşma ihtiyacı hissettim''uçağa yetişirmiyim acaba?'' O cevap verdi ''homur, homur''Üç homur evetse, iki homur hayır olabilir, eyvah!!! Acaba iki homur ''belki ''olabilir mi?

Kısa yolculuğumuzun sonunda, o benimle göz göze gelmemeye çalışarak valizimi verdi.Aslında anlamaya çalışsa, kendine güvenmiyorsa da, bana güvenebilirdi. Onunla bu dünyada Adem ve Havva'nın yanlızlığını paylaşsak dahi, aramızdaki ilişki taksici ve müşterisi noktasından, bir elma ağacı boyundan uzun olmaz.

Birbirimize bu kadar uzakken, bakış açılarımızın dereceleri bu kadar farklıyken nasıl yürütürüz biz bu vatandaş ilişkimizi.



Beto

4 Aralık 2007 Salı

LIVE SLOW...


Yarin biraz daha erken gelir misin? diyorum Doina’ya.. Geliyor.. Coktan giyinmisim, gunun ilk kahvesini icmisim, Federico’yu opup cikiyorum.. Hava neredeyse karanlik ve kuzey sehirleri icin bile soguk sayilacak kadar soguk.. Henuz sokak lambalari sonmemis ve alacakaranlikta en kucuk sokaklara bile asilmis Natale (Christmas) susleri isildiyor hala..

En sevdigim yoldan gidecegim bugun ise. En uzun olan ama benim en sevdigim yol. Vaktim oldugunda yaptigim gibi, bu yolun bence en ozel kosesinde durup, tek kisilik termos-fincanimdan kahvemi yudumlayacagim, Bugun guzel bir gun olacak diyecegim kendi kendime.. Bu yol kisa bir sure sonra, sehrin gobegini havaalanina baglayan bir viaduge donusecek ve cok ama cok yazik olacak..

Hava cok soguk.. Kuzey sehirleri icin bile soguk denecek kadar soguk.
Kirmizi is cantamin icinde, ates kadar yakici bir mektup var. “......kontratimin kosullari beklentilerime uymadigindan, iyilestirme yoluna gidilmemesi halinde.....” Gri pantolonumun ustundeki kemerim, rujum ve is cantam kirmizi.. Ama asil cantamdaki mektup, Oscar Wild’in oykusundeki bulbulun kalbini dikene batirarak yarattigi kirmizi gul gibi, kipkirmizi.. Kizgin, kirgin ve dikbasli bir mektup.. Hastaneye gelir gelmez kisaca “villa” diye andigimiz yonetim binasina mektubu birakiyorum. Bugun yilin son yonetim kurulu toplantisi var..

Bolumde parti var. Natale’yi kutluyoruz. Hediyeler aliniyor, hediyeler veriliyor,

Ikinci kadeh sampanyalar yuzlerimizi hafiften isitmaya basliyor. Hocam, kucuk bir paket uzatiyor. İcinden beyaz altindan, incecik, M harfi seklinde bir kolye cikiyor. Cok guzel bu, diyorum, cok guzel.. Gercekten cok guzel. “Ustunde boyle akilli bir bas tasiyan boynun icin” yazmis kucuk bir karta..
Aglamaya basliyorum.. Kossam, mektubumu geri mi alsam? Yapamam.. Hoca duyunca ne olacak? Bilmiyorum.. Parti devam ediyor..


Aksam uzeri “kisiye ozel” bir zarf geliyor. Ustunde protokol numarasi var.. “31 aralik tarihinden gecerli olmak kaydiyla......, muhurunuzu, recetelerinizi teslim ederek........”

Gece hocayi ariyorum. İnanmiyorum diyor. İnanmiyorum... Nasil yaparsin? Onlara degil ama bana nasil yaparsin? Ne istiyorsun diye bile sormadilar diyorum. Demek ki onlar icin degerim iste bu kadar... Yavas yavas kitaplarimi topluyorum, cekmeceleri, dolabimi bosaltiyorum. Son gunun son dakikasina kadar herzamanki gibi calisiyorum, onluklerimi camasirhaneye teslim edip, kimseyle vedalasmadan cikiyorum. Kimsenin hicbirseyden haberi yok.. Antonio cok kizgin, delirmis gibi, hatta delirmis ama beni delilikle sucluyor. İs bulamayinca anlayacaksin dunyayi diyor. Anlarim diyorum, sen karisma, ben kendi basima anlarim.. Yuregim kipkirmizi...

Artik sabahlari Federico’yu ben birakiyorum okula. İse kosmasi gerekmiyen annelerle kruvasan yiyip, kahve iciyoruz. Dunya sorunlarini elege koyup, eliyoruz. Modadan, kilolardan, kitaplardan filan konusuyoruz. İclerinde cok hoslandiklarim var.. Akilli, dusunen , keyifli kadinlar. Kus beyinliler de bizimle geliyorlar, onlar da kahve icip, kruvasan yiyorlar. Icimdeki ses, herkesin sevilecek bir yani vardir diyor. Herkes nasil oluyor da, sen getiriyorsun oglunu, dadiya ne oldu diye soruyor. Yoruldum biraz, izin aldim diyorum. Annemlere, Gulcin’e, herkese.. Antonio hala cok kizgin, annesi telefonda agliyor... Koltuklarin yerlerini degistiriyorum evde..
Bolumden ariyorlar.. Hocanin yonetime bir mektup yazip, poliklinik aktivitesini kaldirmalarini istedigi haberi geliyor. Hakikaten agzim acik kaliyor. Telefon ediyorum. “Bana seni kaybettirmeyeceklerdi ” diyor.

Ay sonuna dogru, basvurdugumu bile unuttugum super ihtisas programina kabul edildigim haberi geliyor. Boylece universitede yeni bir macera basliyor. Eski isyerinden kimseden haber almiyorum, hocayla birkez oglen yemegi yiyorum. Yorgun gozukuyor. Hic “olmamis gibi” yapiyoruz.. Hepsi buymus diyorum.. Hic olmamis gibi..

Ihtisas programinin ilk gunu, tam da dersin ortasinda telefonum caliyor. Disari cikiyorum. İnanilmaz yagmur yagiyor.. Arayan hocam.. “Mehtap, benimle calismaya doner misin ? diyor”. Cevabim herzamanki gibi beynimle yuregim arasinda kalmis.. “Basim onume egik donmeyeceksem, donerim” diyorum. Yarin sabah iste ol, bolume gitme hemen, kafetaryada beni bekle, beraber kahve icelim diyor.. “Herzamanki gibi” diyorum.. Herzamanki gibi diyor.

Cok kotu bir gece geciriyorum.. Gururum kirilmasin istiyorum..Asla geri adim atamayan bir insan oldugumu biliyor, bazen sirf bu nedenle kaybediyor, ama bu konuda, enazindan simdilik kendimi degistirmek istemiyorum.

Sabah, kafeteryada bana bir mektup uzatiyor. “Hastanemizde calistiginiz sure icinde, gosterdiginiz performans goze alinarak, kontratiniz.............”. Hocam, saka mi bu diyorum.? Hayir, sana cok kizginlar ama aptal degiller diyor.. Daha azina donmeyecegini soyledim.. Inanamiyorum..

Aksam hoca bize yemege geliyor. Kapida yeni aldigim paspasin onunde duruyor. Paspasin ustunde bir salyangoz var ve “LIVE SLOW” yaziyor. “Hem boyle paspaslar aliyorsun, hem de boyle ani frenler yapmaya utanmiyorsun” diyor..
Bugun erkenden evden ise dogru yola cikip, en sevdigim yolun, en sevdigim kosesinde durup, kahvemi yudumlarken dusunuyorum. Benim yasamimda parcalar yok.. Oglum, isim, evim, ailem, hobilerim birbirlerinden ayri degiller.. Benim yasamim bir ebru gibi.. Soyle bir dokunuyorum kirmizilar one cikiyor, elimi ceviriyorum yesiller, morlar, pembeler..

Bugun ise gitmek istemiyorum..

Biraz karisik bir durum aslinda.. Masami duzeltecegim.. Ayni yere hem ogretmeye, hem ogrenmeye gidiyorum.. O yuzden masamin ustu hep cok karisik.. Ay sonunda sinavim var. Federico, anne benim kalemlerimi alma diyor.. Gidip biraz kalem silgi filan almam lazim..

Sevdigim isi yapmak icin cok caba gosterdim ben.. Ayni cabayi, yaptigim her isi sevmek icin de gosteriyorum.. Bazen ani frenler her iki tarafa da birseyler ogretiyor galiba..

Bu kez, sadece ogrenmekle kalmiyorum, cesaretimin sinirlarini da zorluyorum ve benim yuregimde kipkirmizi izler kaliyor.. Kimbilir belki birgun, gerektiginde geri adim atmayi, belki "live slow" felsefesini de ogrenirim.. Kimbilir..

Mehtap Pasin Gualano
Roma, 3/XII/2007

*Bu yaziyi gecen yil, Nilambara’nin evimi ozledim yazisi uzerine yazmistim.

2 Aralık 2007 Pazar

İKİ ÖDÜL - İKİ TOFUCAN


1 Aralık 2007 / geleneksel -Ankara Sosyal Hayatı Güçlendirme ve Geliştirme Vakfı Yılbaşı yemeği bu yıl 57 kişilik katılımla gerçekleşti. Katılımcılar, kırmızı -beyaz giyinerek, hem Noel babayı andı, hem de yeni yılın ruhunu yansıttı.

Televoting sistemi ile her yıl yarışmacılar arasında yapılan "en yaratıcı şapka" yarışmasında bu yıl; Zeynep "Tabak" adlı şapkasıyla Birinci olurken, Burcu "Hayat ağacı " isimli şapkasıyla İkincilik ödülüne layık görüldü..




30 Kasım 2007 Cuma

Anushila'nın Doğum Günü



Sevgili Anushila,
Doğum gününü Tofu ailesi olarak kutluyor, sağlıklı, sürprizli ve bol çoşkulu güzel bir yaş geçirmeni diliyoruz..
Yaşama daima gülümseyen gözlerinin ışığı ve yumuşacık bir ses tonu ile kattığın sıcak renklerin hiç solmamasını diliyoruz.
İyi ki doğdun, iyi ki varsin, iyi ki bizlerlesin..
Nice yaşlara hep beraber...

24 Kasım 2007 Cumartesi

28 Ekim - Saatler


“Canan ki, gündüzleri gelmez ,Akşam görünür havz üzerinde” Ahmet Haşim
“Canan ki, De Gustasyon’a gelmez ,Balık Pazarına hiç gelmez” Orhan Veli


Saatler bir saat ileriye alınacakmış. Ben de saatimi bir saat ileriye alıyorum. Saat onda TÜYAP'a geldiğimde, fuarda sadece bekçiler var. Bu arada, fuarın önceki yıllardaki gibi saat onda değil de, onbirde açılacağını öğreniyorum.

Olsun. Saati yanlış ayarlamam, bana kimseye söz vermediğim, bir üç saat hediye ediyor. Fuar binalarının arasından uzaklaşınca ufukta Büyükçekmece Gölü’nü görüyorum. Hemen asfalta çıkıp Büyükçekmece'ye giden ilk otobüse biniyorum. Sabahın sekizinde Büyükçekmece’ye vardığımda; bütün dükkanların kepenklerini kapalı, kasabayı uyur buluyorum. Tek açık yer, simit sarayı. Susamlı sıcak simitlerin lezetti, demli bir çayın buharı ve masaların üzerinde taze mürekkep kokan gazeteler beni kandıramıyorlar.

Az ileride, aksi yeşil sulara düşmüş, fildişi renginde Mimar Sinan’ın Köprüsü; köprünün ayaklarına sakal bırakmış yosunların içinde saklanan şefaf karidesler; akıntının getirdiği yemleri karşılayan tirsiler; havada tirsileri kertirizleyen martılar; kuyrukları ile girdaplar yapıp oyunu bozan kefaller; suyun kenarında hareketsiz duran gri balıkçınlar; rüzgar serpintilerinin kırıştırdığı yeşil sularda çinli bir balıkçıya değil de, halkasız boğazlari ile kendi hesaplarına balık tutup, kendi hesaplarına uçan karabatak sürüleri; kamışların arasında pusuya yatmış, kocaman ağızlı, solungaçlarında bile keskin dişleri olan turna balıkları var.

Düne ve bügüne ait olan bütün hislerimi birbirine karıştırarak hemen kıblemi buluyorum.

Çiğ düsmüş çimenler; ayakkabılarımı, pantalonumun paçalarını ıslatıyor. Ayakkabılarımın topukları, çimenlerle karışık çamurlarla kaplanıyor. Elimde okul çantası, takım elbisem, gravatımla okulu kırdıgım günlerdeki gibi; çimenlere, akisleri suya düşmüş kamışlara, culk diye suya dalan sakar mekelere, Ahmediye’den havlayan köpeklerin seslerine ters düşen bir halim var. Tabiki bu dış görünüş yanıltıcı. Gravatım, takım elbisem; beceriksizce ütüleyip paçalarında tren yolu yaptığım pantalonum ile sıralarında dörder dörder oturduğumuz seksen kişilik sınıfımızda iken de ben oraya ters düşerdim.

Rüzgarların şarkılar söylettigi sazların üzerinde, parlayan bir misina görüyorum. Gözümün önüne oltasını kaza ile kamışlara taktırıp kaybeden balıkçı geliyor. Mutlaka yedek misinası ve oltası vardi ki bu misinayı kurtarmaya çalışmayıp orada bırakmış diyorum.

Ama benim yedek bir misinam yok. O misinayı orada bırakamam. Hemen ayakkabılarımı, sonra pantolonlarımı çıkarıyorum. Yükselen güneşe güvenip altı-yedi metre ilerideki kamışlara takılmış misinaya doğru gitmek için suya giriyorum. Dizlerimi biraz fazla geçen suya girerken gomleğimi ve kazağımı çıkarma gereği de duymuyorum. Ayaklarımın altında küçük taşlar, kadın saçları gibi bileklerime dolanan yosunlar ve yosunların içinde rahatsız edip kaçırdığım balıklar var. Birden ayaklarım suyun altındaki bir kamış kütüğüne dokunuyor. Jilet gibi kesen kamışlardan ayaklarımı korumak için kütuğün üzerine çok temkinli olarak çıkıyorum. Ama suyun altında sabit bir yere bağlı olmayan kütük birden dönüyor, dengemi bulamıyor, ama kendimi boylu boyunca suyun içinde buluyorum.

Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın deyip, gidip misinayı alıyorum . Misinanın üzerinde hala sarı fırdondüsü ve ucunda turna yakalamakta kullanılan bir kaşık-oltası var.

Kıyıya dönüp bütün ıslanan elbiselerimi kamışlara asıp kurumaya bırakıyorum. Güneş, bir pastırma-yazı güneşi. Oltam tekrar kamışlara takılmasın diye biraz daha ileriye gidiyor ve kaşık-oltasını culp diye sulara atıp ağır ağır çekiyorum.

Önümde rüzgarın titrettigi camgöbeği sular. Suların içinde kerevitler, kızıl- kanatlar, sazanlar, tirsiler, turnalar; suların üzerinde beyaz martılar, siyah beyaz patkalar, gri dantelli elmabaşlar, sıcak güney ülkelerine giden göçmen kuşlar, onların suya yansıyan renkleri var. Benim elimde onbeş metrelik bir misina, misinanın ucunda büyük turna balıkları yakalama hayalleri ile bağlanmış bir kaşık-oltası.

Güneş alçalıyor, ben üşümeye başlıyorum. Pastırma yazının kurutamadığı elbiselerim kamışların üzerinde hala ıslak.

“Fink Fink sanat fuarına gelmez/ Büyükçekmece Gölü’ne hiç gelmez” diye düşünürken. Aaaa!

Fatih Mika

22 Kasım 2007 Perşembe

Hayat bir şarkı olsa...



Sitenin, sağ alttan müziğini stoplayıp, play'e basıp, bu şarkıyı dinleyebilirsiniz.. Bu şarkı benim içimdeki melodiyi anlatır hep bana.. Ve ben hep salınırım bu şarkıyı dinlerken.. Bu yazı da bu şarkıyı dinlerken çıktı. Paylaşmak istedim.. Yann Tiersen - La Valse D'Amelie (Amelie Soundtrack)

Hayatı bir şarkı gibi yaşamak sanırım harika bir şey olurdu. Ritmiyle, melodisiyle ve aslında anlattığı sizin öykünüzle....O öyküye ruh katan melodi, bazen davullarla çoşup, bazen keman ile ince ince yüreğinizi seslendirse, bazen de duyulması güç bir tını da birşeyler fısıldasa.. Derinlerinizdeki çığlığınızı, hüznünüzü ya da yanlızlığınızı anlatsa da yada..

O bizim öykümüzü anlatsa, sessiz ve sözcüksüz, ama bir dolu şeyi yüreğimize eş hissettirse.. O melodinin tamamında kendi öykümüzü bulabildiğimiz bir şarkı olsa...

Hayatınız bir şarkı , bir melodi olsa hangisi olurdu ? Ne hissettirirdi size?

Hayatı bir şarkı gibi yaşamak.. Ama o şarkının bir yerine takılı kalmadan... Başa alıp alıp durmadan... Müzik bizi nereye götürürse, sürüklenip, kendimizi alıkoymadan, aynı hayat gibi bırakabilir miyiz ritme ve ritmin bize yaşattıklarına...

Müziğe kendimizi bıraktığımız gibi dans etmeye başlar mıyız peki sonra... İçimizden geldiği gibi.. Ezberlediğimiz figürleri bir kenara bırakıp...Hissettiğimiz gibi... Acaba saçmalıyor muyum demeden....Gözlerimiz; bize bakan gözlerin ne düşündüğünü umursar bir halde dışarıya dönük olmadan... Hatta gözlerimiz olmasa...

Kapatın gözlerinizi...Elleriniz hareket etsin, salının ve içinizdeki tempoyla melodiye bırakın kendinizi....Kontrol etmeden o hareketleri....Sağa üç adım, hoop sola 3 adım olmadan.... Bildiğimiz tüm figürleri-hissettiklerimiz ile yer değiştirebilir miyiz peki...

En iyi dans edenlerin gözleri açıkta olsa, aslında dışarıda bir şey görmediklerini gözlemlerim hep...Ve benim için profesyonel dansçılar belli bir eğitimin yanı sıra, ruhlarında da o ritmi hissederek aktarırlar danslarına... İzlerken hissettirirler, çünkü gözlerimle değil, ruhumla algılarım o duyguyu.. İçim titrer.. Aynı, eş duyguları hissederim.. Onlar dans ederken, ben hissederim.

Dansı bir oyun gibi görenler, sadece oyunu oynar ezbere... Sağa dön , Sola dön, tempo tempooo...Tempoyu tutturmak için direnen beden ile, aklın ısrarı eşlemez ya bir türlü... O bir dans değil savaş olur... İçinde ruh olmadan, hissedilmeden yapılan herşey bir savaş değil midir? İçinde direnme olan, içinde ezber olan, kazanan kaybeden olan, olması gereken olan,....

Bir başka dans şekli ise, hissettiği gibi dans etmektir... Bir ortamda dans ile profesyonel olarak alakası olmasa da hissettiği gibi dans eden birine güldüklerinde, genelde kızarım.Adamın eli kolu ayrı, bacağı farklı oynasa da, bilindik tüm figürleri es geçse de, gözleri kapalı-kendinden geçmiş meditatif bir haldedir.. Bedenini, ruhunu tempoya bırakır....Aklı ezberlenen figürleri çöpe atmış, kalbiyle teslim olmuştur ritme...Ben böyle insanları hep takdir ederim.. Hissettikleri gibi dans edebildikleri için...Dışarıda bir şey yoktur..Ona bakanların ne dediği de... Beden, ruh ve ritm içselleşip, hareket olmuştur teslimiyetinde... Özgürdür... Dışardan ona bakanlardan alkış beklemez..Öyle bir kaygısı da yoktur..Onun hissettiği – onun ritmi budur, hayat gibi hissettikleri de dışarıdan takdirle beslenmez çünkü... Kendini kanıtlamak için figürleri yoktur.. İçinde bir tempo vardır ve bir de teslim oluş, figürsüz-kuralsız...Ben böyle hissettiği gibi dans edenlere gülenlere kızarım.. Hissettiğinle kendini akışa bırakmanın komik bir yanı yoktur çünkü......

Hayatın bin bir hali aslında çok şey anlatır bize...
Dans gibi yaşamak, içimizdeki ritme ayak uydurur gibi akışa bırakmak kendini ...

Bir şarkı, bir melodi düşünün.. O sizin şarkınız, sizin yaşamınız olsun..
Gözlerinizi kapatıp, yüreğinizden hissedin şarkınızı.....
Sonra bırakın ritme kendinizi...
Teslim olun ona, hayat gibi...
Hissettiğiniz gibi dans edin....
Salının..ellerinizi kollarınızı kullanın...

Ve bir hayat seçin, o sizin müziğiniz olsun..
Ritme bırakacağınız kendinizi..
Tümünde hayatın çoşkusunu, hüznünü beraber görebileceğiniz...
Siz olan..Sizin olan..Temposu sadece sizin içinizle eş olan...
teslim olun ritme ve akışa...
Direnmeden..Ezber bilmeden...Dışardan takdir beklemeden...

Ve elleri kolları serbest bırakın...

dans edin hayatla..
O sizin sevdiğiniz melodiyi
Zaten size şu anda mırıldanmakta...

Brajeshwari / 22.11.07

21 Kasım 2007 Çarşamba

Hoşgeldin - Hoşbuldum Hayat...

Artık zaman hızla akarken geçmişin güzel günlerinin iyice ardımda kaldığının farkındayım. Geçmişte yaşanan tüm güzel günlere ve hatta tüm hüzünlü günlere de minnettarım, tüm yaşadıklarım için teşekkür ediyorum. Bana zor deneyimler yaşatanlara, ruhumu acıtanlara, gözyaşlarımı akıtanlara ayrıca minnettarım. Bugün kendimle mutlu ve huzurlu bir ilişki içinde isem bu kişilerin payının çok olduğunun farkındayım. Büyümemde, olgunlaşmamda ve kendimi tanımamda, iç huzuruma kavuşmamda çok büyük payları var, çok teşekkür ediyorum hepsine ve yollarının daima açık ve aydınlık olmasını diliyorum.

Tanrıya teşekkür ediyorum beni sınamak için yoluma çıkardığı tüm kişiler ve olaylar için. Sınavlarımı fark edebilme ve derslerimi idrak edebilme fırsatını verdiği için şükürler olsun.

Birgün daha akarken hayatımdan ben de geçmişten bugünüme akıyorum ve bu akıntının muhteşemliğini birkez daha yoğun bir şekilde hissediyor ve şükürlerle dolup taşıyorum. Yaşanan heranın acısı ve tatlısı ile muhteşemliğinin farkındayım ve en acı en travmatik görünen anların dahi aslında en büyük lütuflar arasında olduğunun farkında olabilmemi sağladığı için de şükürler olsun.

Artık gülümseyerek ve her ne olursa olsun hoşgörerek yaşayabiliyorsam ve sevgiyle kucaklayabiliyorsam her yeni anımı geçmiş tüm eski anlarımın payı var bunda. Geçmiş tüm eski anlarımı minnetle geçmişe bırakıyor ve yeni yaşamıma sevgi ile kucak açıyorum, bir sonraki yeni yaşamıma kadar... her anım yeni yaşamımın ilk anları ve hepsine sevgi ile aşk ile kucak açıyorum.

Bakışlarım ufukta kulağım ise yüreğimde.... aradaki mesafe bazen çok uzun bazen de bir nokta kadar yakın ve biliyorum ki her iki mesafede aslında aynı sürede aşılabilecek uzunlukta...
02.10.2007

20 Kasım 2007 Salı

Hindistan’dan sonra gelen değişimler

Bu sabah abim’den mail geldi, bak şu web site’ye dedi. http://www.ireakt.com/ . Açtim. Baktım. Nedense şaşırdım. Şaşıracak bir durum da yok aslında. Doğuduğundan beri şiir yazan bir abim. Kitapları da var. Onu da biliyorum. Ama website’de hepsini bir arada gormek beni duygulandırdı. Bu kadar çok kitap yazmış, yerel gazete’de köşe yazarı olarak yazdığı parçaları da var.... okudukça ağladım. Anlattığı Karaçi sokakları, Amerikan kültürü ve çocuklarına hissettiği sevgi, hepsi bana yakın geldi.

Bu aralar herşeye ağlamak geliyor. Öyleee yani. Dün bir arkadaşla çorba içiyorduk, 2 aydır görüşememiştik. Özlem dışındaki gelişen bir duygu oldu and göz yaşlarımı durduramadım. Nil Avunduk seminer’de meditasyon’da affetme, korku, sevgi içeren bütün aşamalarda bi pıtpıt akan sular oldu. Yoga tatillerde ağlamak solar plexus çakrayı temizleyen bir eylem denilmişti. Evet olabilir. O bölge’de “çalışmalarım” (hehe çalışmalar dediğim zaman artık gülmek geliyor valla) olduğu zaman kafa duruşu yapmak çok daha kolay oluyor. Ha tango workshoplara katıldığım zaman o kadar dans ettikten sonra otobüs’te de pıtpıt geldi.

Kendime sorular soruyorum her adımda. Ama her adımda. Bunu neden yapmak stiyorsun, seni bunu iten neden nedir- korku mu sevgi mi? Düşüncelerimi izlemeyi öğrendik, şimdi izlerken de yorum yapmamayı öğreniyoruz. Yorum yapmayınca da oooff ne boşluk yaratılıyor, nasıl zormuş o boşluğa alışmak! O boşluk’ta yüzmek, onun tadını çıkarmak.... Barış yürüyüşçü arkadaşım Chandelle dün Amerika’dan aradı. Arkadaslarım’la 2 sene sonra buluştuğumda ne kadar değiştiğimi farkediyorum dedi. Uyum sağlamakta zorlanıyorum dedi. Bir sefer görüştük sonra da aramadık birbirimizi ve zorlamıyorum hiçbir şeyi dedi. Bana da aynalık yapıyordu o anda. Ne komik. Herşeyimizi dışarda görebiliriz, içimizi yansıtıyor sonuçta.

Çok ağır konular bunlar. Fazla konuşmamayı öğreniyorum. İçimdeki değişimler hızla gerçekleşiyor, yorum yapamıyorum ama değişimlerin olduğunu biliyorum. Belirsizlikte rahat olmaya çalışıyorum, yaratma gücüm kendisini orda belirleyecek.

19 Kasım 2007 Pazartesi

*COK SEVMELI OYLEYSE, COK SOYLEMELI...



*Metin Altiok (Yerlesik Yabanci/1991)


Bir onceki yazimdan oturu belli ki cok uzulmus ve“niye keyfin yok, bana dogruyu soyle” diyor Gulcin telefonda..Sesi cok endiseli geliyor.. “Inan bana yazdiklarimin disinda hicbirsey yok diyorum.. Insan hergun cok keyifli olamaz ki.. Eger oyle birsey olsa endiselenmek gerekir bence”.. Inanmiyor biliyorum.. Gulcin’i ablam oldugu icin degil, insan ozelliklerinden oturu cok seviyorum ve aramizdaki bunca mesafeye, hem kendimiz hem de cocuklarimiz icin uzuluyorum..

Hayat, cok buyuk sevincleri bekler, buyuk acilardan korkup kacarken yasanan siradan(!) gunlerin farkina varmadan gecmemeli.. Kucuk denilen mutluluklarin aslinda payimiza dusen en buyuk mutluluklar olup olmadigini nereden biliyoruz..? Duygularimi dinlemeyi, onlari anlamayi ve anlamlandirmayi seviyorum ben.. Kizginliklarin, kirginliklarin, kiskancliklarin, karamsarliklarin, kacmalarin, karin agritan kahkahalarin, kopmalarin, kucuk kavgalarin, kalp agrilarinin ve “k” harfiyle baslamayan daha bir cok durumun ve duygunun kendilerine gore bir tadi ve anlami var benim icin, Cunku hepsi benim (burada Tarkan’in sarkisi dinlenecek ) ve ben hepsiyim..

Bunlari dusunerek araba kullanirken cevre yolunda cikisi sasirip, kendimi Napoli’ye dogru hizla giderken buluyorum.. “Hizla giderken” tanimlamasi 2 kilometre sonra kendimi “salyangoz hiziyla giderken” buluyoruma donusuyor. Cunku yolda tamir var ve trafik neredeyse durarak ilerliyor (yani arkadaki ondekini itiyor). Enyakin cikisin 6 kilometre sonra oldugunu tabeladan okuyunca, universitedeki dersimin ilk iki saatini kaciracagimi anliyor, once bir benzin istasyonunda kahve-kruasan molasi veriyor, yanimda “koy bir kaset, nesemizi bulalim” diyecek bir Semra hanim olmadigi icin de , kendi CD’mi kendim koyuyor ve Fatih Erkoc’un o guzelim sesini dinleye dinleye otoyoldan cikip para oduyorum, tekrar Roma istikametinde otoyola girip, tekrar para oduyorum. Gec kaldigim icin park yeri bulamiyor, semsiyemi benzincide unuttugumu anliyor, “olsun uzun zamandir semsiye kaybetmemistim” (yaklasik 1 haftadir) diye kendime aferin diyor, derse sirilsiklam ulasiyorum.

Aromaterapi dersinde konu bir ara nar esansina, bu esansin zor bulunduguna, cok pahali olduguna filan geliyor. Fatih’in Federico’ya hediye ettigi nari dusunuyorum. Tomurcuklarinin cicegi donusmesi neredeyse 1 ay suren, soguga, ruzgara, yagmura dayanan bu nari cok seviyorum ve birgun guzel bir bahcede agaca donussun, Fatih, Cosetta ve Ambra gelsinler, onlara nar ikram edelim, “bak Fatih, bu senin hediye ettigin nar, oglen yemekte de senin bana sus biberi diye verdigin ama dolmalik biber cikan biberden yaptigimiz dolmalari yiyecegiz diyelim..”


Ben boyle hayal kurarken ikinci ders basliyor. Gozleri cok az goren Profesorun iki asistani var. Biri kizi, oburu de yegeni.. Peruggia’dan geliyorlar bu ders icin.. Birara ayaktan boyuna dogru lenf drenajini gostermek icin icimizden birini yanina davet ediyor. Epeyi arandiktan sonra, bir doktor hanim sedyeye uzaniyor. Dik yakali kazagi cekistirile cekistirile iyice sunduruluyorsada , boyun alt bolgesine ulasilamiyor, ve bu mucadeleden biraz bunalan 50’li yaslardaki doktor hanim, onca kisinin onunde birdenbire siyah kazagini cikartiveriyor. Bu programda ders gorenlerin cogu orta yas civarinda ve iclerinde, bolum baskanlari, hastane yoneticileri, profesorler filan var. Birdenbire bir alkis kopuyor. Yanimdaki plastik cerrah (Burberry’s in canli katalogu da diyebiliriz) “Eyvah !” diye ellerini yuzune kapatiyor. “Siyah kazagin altina beyaz sutyen giymis, inanmiyorum!..” Hemen kendi camasirlarimi dusunuyorum.. (ohh neyse, hersey yolunda).. Yani hayat bu, belli mi olur? Doktor hanim, perizom giydigini soyleyerek, ust bacak bolgesini bilimin hizmetine sunmuyor, bu kez iki erkek meslektas araniyor ve biri gonullu genel cerrah, digeri biraz itile kakila gonullendirilen, kadin dogum bolum baskani sahneye iniyorlar. Pantolonlarini cikartiyorlar, biri mavi kareli boxer, oburu beyaz slip giymis. Kahkahalar, alkislar girla gidiyor. Ceketleri, kravatlari, kol dugmeleri altinda ciplak bacaklariyla gercekten de komik bir durum olusturuyorlar ve yan anfiden sesimize gelen tip ogrencileri de izleme pencerelerinden olaya dahil olup, karmasayi daha da artiriyorlar.

Bana boyle birseyi kabul ettirmek icin once iki sise votka icirip, sonra da siseleriyle kafama vurmak gerekir. Aslinda 10 yil once degil boyle birseyi yapmak, yazmak bile imkansizdi benim icin.. Demek ki 10 yil sonra Tofu’da size (hala benden bikmadiysaniz) bir bilimsel streap hikayesi anlatabilirim.. Ortada olan ben olmadigim icin cok mutluyum ve herkes gibi guluyorum ben de..


Eve dondugumde Federico’nun kapiyi acisindan babasiyla birseyler karistirdiklari hemen anlasiliyor. Odanin daha dogrusu halinin ortasinda bir kafes duruyor ve Federico “anne, bak bak ne aldi ben baba kricet kricet” diye bana turkce sevimlilik yapmaya calisiyor. “Kricet kricet” dedigi bir cesit kuyruksuz fare ve Italyancasi criceto. Herzaman yaptigi gibi turkcesini bilmiyorsa italyancasini buduyor. Bir tane degil iki taneler ve kardes hatta ikiz(!)olduklarini,ayirmaya kiyamadiklarini, aslinda geride biraktiklari 4 kardes icin cok uzgun olduklarini filan anlatip duruyorlar. “Keske onlari da alsaydiniz” diyorum, Federico hemen ayakkabilarina dogru kosuyor. (Cocuklara ironik sakalar yapmayin diyor psikoloji kitaplari) Kafes kurulmus, baba ogul fotograflar cekilmis, minicik mikroskopik ikizler (!) yataklarina alismislar bile.. Gercekten o kadar sevimliler ki, bu beklenmedik misafirlerin isimlerini soruyor, bos akvaryuma ne oldugunu merak bile etmiyorum..

Aksam yattigim yerde elimde haftalardir surunen kitabimdan sadece ama sadece iki satir okuyabilip (kitap okuma hizi konusunda Berrin’i cok kiskaniyorum), kendimi uykunun sicak kollarina birakmadan once dusunuyorum… Ne guzel sey su yasamak dedikleri.. Hic birsey olmamis gibi gecip giden bir gunden, ne cok sey kalmis aslinda.. Dusunecek, gulumseyecek, kas cattiracak kucuk kucuk ama aslinda bir butunun parcalari olduklari icin buyuk ne cok sey.. Herkesin, hergun bir benzerini yasadigi, ama asla birbirinin ayni olmayan yasam kesitleri.. Hani Burcu diyordu ya, “gectigin yolda gordugun manzaralardir yasam” diye.. Oyle galiba..

*Olsem ayiptir, sussam tehlikeli
Cok sevmeli oyleyse, cok soylemeli..

Mehtap Pasin Gualano

Roma’19/XI/2007