28 Nisan 2008 Pazartesi

elma dersem çıkkkk.....

...
telefonda
apartman görevlisinin
ismini görünce
ki
kendisi bugüne kadar
hiç hayır haber vermemiş
birisidir
şimdi
akşam akşam
uğraş bakalım

abla kapın açık
polis çağırayım mı ???
dejavuuuu
ben bu cümleyi daha önce
duymuştum....

evin derli-toplu
olduğunu hatırlayıp
mutlu oldum
güzel
polislere ayıp
olmayacak diye düşündüm

nereden
bilebilirim ki
hırsız kişiler
değişik değişik
karakterli...
geçen sefer giren
titizdi
hiçbir yeri dağıtmamıştı /
evin halini
gördüğümde
gerçekten çığlık attım ki
son
yıllarda
hiç atmamıştım
doğaçlama
içten gelen birşeydi....

çekmece - dolap - valiz
hatta kütüphane
yerlere saçılmış
bu kadarı tamam
valizlerin kapağını neden
kırdın arkadaşım
hiç mi
valiz kapağı açmadın...
ve
bizim ailenin
iletişim
konusundaki
performansı
her zaman
takdir ederim
olay mahaline
benden önce ulaşmışlardı -
gurur duydum

haftasonum
böyle geçti...

Güneşe Selam (Surya Namaskara*)


Suryanamaskar serisi- görüntü ve müziğini dinlemek için, lütfen bloğun sol alt tarafında bulunan muzik kutusunda stoplayıp, Play'e basın.





"Sanskritçe Surya ‘güneş’ Namaskara ise ’selamlama veya ‘bağlantı’ demektir. Böylece Surya Namaskara ‘güneşle bağlantı’ anlamına gelmektedir. Surya Namaskara bedende akan güneş enerjisinin canlandırma tekniğidir. Güneş "ruhi bilinç" simgesidir. Aynı zamanda kişiyi tinsel uyanışa ve bunun sonucunda gelen şuur açılmasına hazırlar. "

------
Bu dünya senin dünyan....Ve bu hayat senin hayatın... Önce çöz zincirlerini, bağladığın kendini...

Sonra koş özgürce çimlerde.... Ayakların yere değsin önce.... Çimen ve toprak kokusu çalınsın burnuna...Ve bir ağaç gibi kök sal bu hayata... Kendini özgürce hayatın içine bırak... Ama kök saldığın toprağı da anla...

Bir ağaç gibi sabırlı olmayı öğren... Aynı noktada yıllarca sessizce kalır çünkü onlar... Toprağa saldıkları kökleri ve gökyüzüne uzanan dallarıyla dimdik dengededir her zaman ağaçlar... Dallarında kuşları misafir eder, mevsimler geçirir, direnmezler hiçbirşeye çünkü bilirler ki birgün elbet bahar gelir.

Dimdik duran sabırlı bir savaşcıdırlar ama aynı zamanda da her doğa koşuluna da teslim olur ağaçlar... O teslimiyette, sadece 'sürece' odaklıdırlar.. Yoldan geçene, dallarındaki göçmen kuşlara, gövdelerini gıdıklayan karıncaya, kara kışlara, rüzgara, güneşe ve aya...

Ve sen de ağaç gibi ol şimdi.... Dimdik... Köklerini sal hayata.. Gövdenden yukarılara uzanmaya çalışan kollarını hisset... Hayallerine ve güneşe doğru uzan hadi... Besle sen de kendini, köklerinden aldığın güç ile gökyüzüne... Sonsuzluğa uzanırcasına gerin... Gökyüzü bak açmış kollarını, seni kucaklıyor... Güneşi selamlamayı da unutma.... O büyüten, yaşatan, ısıtan ve varedeni... Bak hem güneşte çok seviyor seni .......

Denizlere koş sonra, bir tek kıyısından anlayabildiğimiz denizlere... Ayağını korkmadan suya değdir... Önce soğuk gelir su titretir seni, sonra ısıtır ona teslim olduğunda savaş bitmiştir çünkü...

Haydi şimdi suya bırak kendini.... Suya uzan.. Altında maviden bir çarşaf, bulutları yorgan, dalgaları da ninni say..... Anla suyu, dinle sana anlattığını.... Konuşma, sadece dinle... Bazen uysallığını anlatır o sana, bazen hayatındaki dalgalanışları, koyu karanlıklarını, fırtınaları, aşkı, kavuşmayı ve mavi umutları... Her damlasıyla hareket eder o, dalgalarıyla tutunmaz asla kumsala... Vursa da bazen öfkeyle kıyılara, mutlaka okşar sularıyla kıyıların ruhunu da... Her taşın altından üstünden geçerek özrünü diler çekilir köşesine, her kum tanesini de sevgiyle okşar damla damla....

Bazen zordur deniz, bazen zorlar insanı ama mutlaka vardır her denizin sakin bir limanı ve bilirmisiniz ki gözyaşlarımıza benzer aynı tadı...

Keşfet denizi, kulaç at sonra....Her kulaç ile önünden geçen su, arkanda birleşir nasıl olsa.. Deniz bütündür hayat gibi asla bölünmez parçalara... Kulaçlar yol olur, ilerlemende rüzgar yardım eder sana...Korkma.. Bir deniz anası geçer altından, bir balık minik minik ısırır belki seni ve belki ileride çok daha büyükleri olsa da denizin altında... Sen yüzmeye devam et.... Deniz seni korur, gözetir ve hatırlatır sana, hayatının ilk evresini anne karnında ....

Sonra nefesini tut.... Biraz derine dal.. Her güzelliğin karşısında tuttuğun gibi hani nefesini... Balık ol, Yunus ol, dön kendi etrafında... Kum çıkar derinlerinden.... Derinlerini anla... Ve çocukluğumuzda yaptığımız gibi, her derine dalışımızda ayağımızı kuma değdirdiğimizde yukarıya çıkabileceğini hatırla... Su mutlaka kaldırır seni unutma...

Sonra dağlara tırman... Bacakların yorgun düşse de, her nefes nefese kalışta daha ilerilere gitmek için sadece nefesinden al gücünü... Dağlar zorludur.. Her düştüğünde canın acıyabilir.. Ama bu durdurmasın seni sakın... Ne kadar yükseğe tırmanmak için güç bulursan, bil ki o kadar kendine yaklaşmaktasın..

Dağ bilgedir.. Heybetlidir ve saklamaz hiçbirşeyi, paylaşır.. Ona küsen fare midir, tavşan mıdır bilmez, mağrurdur ikisini de yaşatır... Adımlarını büyük at, yorulma... Her adımının da farkında ol, hatırla... Varmak için değil, yol için yürü...Ve manzarayı da kaçırma... Daha yukarıdan manzara bir öncekinden daha güzel olsa da, yol ancak yolcu tadını çıkarabilirse güzeldir ve her zaman çıkılacak daha yüksek bir zirve vardır yanılma..

O dağ senin .... Zirveler de... Yol da senin .... Ben sadece şu taraftan kendi yoluma giderken sana rastlayan bir yolcuyum.. Tırmanışın çok mu zor geçiyor, manzaralar mı güzel yoksa.. Hangisini anlatırsın bana?

O Ağaçta sensin... Dallarında yuva kurmuş kuşlar... Farkında mısın? Yavrular yakında yumurtadan çıkar.. Anneleri yemek aramaya gittiğinde iyi bak minik yavrulara.... Sırtında dolaşan karıncalara da ses çıkarma..

O denizde sensin.. O kumsalda..... İster ayağını değdirmeye kork.. İster dalmaya... Derinlerinde ne var bilme veya.. Hayal kurabileceğin mavi bir ufkun olduktan sonra...

Hepimiz ormandaki ağaçlarız aslında, denizdeki birer damlayız ve kendi yolumuzda bazen yolları keşişen yolcularız.... İster ağaç olalım, ister deniz, ister yol... Ama şimdi gülümse kocaman... Yüzüne yayılsın o tebessüm.. Güneşe selam ver böylece.... O hepimizin içini ısıtırken gülümsüyor, hayatımızı ve yolumuzu aydınlatıyor bügün de, yarın da....

Brajeshwari Devi Dasi
28.04.2008
*
*

25 Nisan 2008 Cuma

Kara Sapan II

“…hiç soğumasın elimizde tuttuğumuz eller, baktığımız gözler sonsuzluğun mutluluğuyla hep ışıldasın istedik…” Deniz Kara

Darbeden oluşan katarak, sol gözümü son aylarda buzlu bir cam gibi iyice kaplıyor. Benim görmediğimi sandığım sol gözüm, aslında ışık aldığı için sol tarafımı da görüş alanıma katıyormuş. Birdenbire sol tarafsız kalıyorum. Yürürken konuşacağım kişileri hep sağ tarafımda tutmaya çalışıyorum. Hatta Berrin’in evinde, Deniz nedenini farketmemekle birlikte bütün tofucanları sağ tarafımda bırakan koltuğu sevdiğimi farkedip:

-Sen bu koltuğu sevdin, yine buraya otur.
-Evet,sol gözümde katarak var bu koltuktan hepinizi daha rahat görüyorum. 22 Nisan’da ameliyat olacağım.

En sonunda 22 Nisan geliyor. Cosetta ile birlikte saat 10.00’da klinikte oluyoruz. Yanımda pijamalarım ve terliklerim var. “Günlük Hastahane” denilen bu hastahane deneyimimde 306 nolu odayı iki hasta ve onların refakatçileri ile paylaşacağım. Hastalar ameliyathanede oldukları için ilk önce refakatçılarını tanıyoruz. Bir ara ameliyatların umduklarından daha uzun sürdüğünü söylüyorlar. Bir müddet sonra hastalardan biri, hemşirenin refakatinde odaya giriyor. Yorgun bir hali var. Terlemeye başlıyor. Tansiyonunun düştüğünü söyleyip karısından hemşireyi çağırmasını istiyor. Biraz sonra hemşire gelip balkonun kapısını açıp oda arkadaşımın tansiyonunu ölçüyor. Onu koltuğa uzatıp dinlenmesini söylüyor.

Gözündeki yağ bezesini aldıran bu oda arkadaşımın, yağ bezesi umulduğundan daha derinde olduğu için ameliyat uzun sürmüş ve beş dikiş atılmış. Aynı ameliyathanede diğer oda arkadaşımız da olduğu için içeriden ilk haberleri de o getiriyor. Diğer oda arkadaşımızın karısı taze haberleri ilgi ile dinleyip, yorumlar yapıyor.

Bir ara odaya hala ameliyatta olan oda arkadaşımızı ameliyat eden doktor şiddetle giriyor ve hastanın karısına, kocasının neden ameliyattan önce kapuçino içtiğini ve neden sırtından sorunları olduğunu söylemediklerini, kocasının ameliyat masasında durmadan kıpırdadağını söylüyor.

Benim sıram çok geç geliyor. 306 nolu odada üçbuçuk saat bekliyorum. Cosetta bir ara sabırsızlanıyor. Ben, önemli olan ameliyatın iyi geçmesi, üç-beş saatin önemi yok diyorum.

En sonunda benim sıram da geliyor. Antonio beni alıp ameliyathaneye götürüyor.

-Sadece gözünü anestezi yapacağız, etrafta olup bitenleri, akan suları filan duyacaksın, sakın tepki gösterme, en önemli şey kıpırdamaman.

Aklıma Kazancakis’ten okuduğum bir Stalin anısı geliyor. Çarlık askerleri bir grup bolşeviği tutuklarlar ve sıraya dizip dövmeye başlarlar. Hepsini dayaktan bitkin halde yere düşunceye kadar döverler. Ama Stalin bir türlü yere düşmez. Buna sinirlenen asker “o kadar vuruyoruz düşmüyorsun.” der. Stalin dişlerinin arasından bir ot çıkartıp gösterir “bak, bu otu dişlerimin arasında sıkmadım bile.” der.

Ben de dişlerimin arasına bir ot koyuyor ve ameliyatın sonuna kadar dişimi bile sıkmamaya kendi kendime söz veriyorum. Artık kimsenin işine yaramayan Stalin, bu ameliyathanede benim işime yarıyor.

Sağ gözümü bantlayıp sol gözüme anestezi yapıyorlar. Ve çalışmaya başlıyorlar. Ben ağzımdaki ot parçası incinmesin, Antonio’yu mahçup etmeyeyim istiyorum. Ameliyathanenin radyosundan müzik dinliyorum. Arada komutlar alıyorum: Sağa bak, sola bak, üste bak, tam karşıya bak. Bir keresinde sağımla solumu karıştırıyorum. Sisle kaplı bir denizde karanın nerede olduğunu karıştırmak gibi bir şey, çünkü mihenk taşlarınız kalmıyor. Bir ara bir kadın sesi “Görüşmek üzere” deyip ameliyathaneyi terk ediyor. Bir erkek sesi “Görüşmek üzere Carla” diyor. Ben de Carla’ya “Görüşmek üzere Carla” demek istiyorum, ama aklıma ağzımda tuttuğum ot geliyor.

Bir ara Antonio uzun saplı makası arıyor, ama bulamıyor. Herhalde bütün hikayem bu uzun saplı makasa bağlı değildir diye düşünüyorum. Bir arada Antonio “bari estetik olarakta iyi olsun” diyor. Bunun ne ile ilgili olduğunu anlayamıyor, “koklamışım ben gülümü, uçurmuşum bülbülümü ben” diye düşünüyor, gülümsüyorum.

Aklıma, eve sağlık bakanlığından gönderilmiş bir mektup geliyor. Mektupta, “öldüğünüzde eğer organlarınızı bağışlamak istiyorsanız “evet”i, istemiyorsanız “hayır”i işaretleyin ve bu kağıdı yanınızda taşıyın” yazıyor. Ben “evet”i işaretliyorum. Simdi içimden “Antonio, eğer bu ameliyatı iyi yaparsan, bari öldüğüm zaman hediye edeceğim şeyin bir anlamı olur.” diyorum.

Sayılı gün gibi, sayılı dakikalar da en sonunda bitiyor. Ayaklarımın üzerine dikiliyorum. Bir saat onbeş dakika süren ameliyatta, dişlerimin arasında tuttuğum ota bakıyorum. Gerçektende sıkmamışım. Hemşire kolumdan tutuyor ve 306 nolu odaya giriyoruz. Daha önceki iki hastanın mıymıntılarını görüp Cosetta’ya mıymıntılık yapmayacağıma zaten söz vermiştim. Mıymıntıya da gerek kalmıyor. Birden sol gözümün içinde dört yuvarlak damlanın gezindiğini görüyorum. Bu dört damla bazen yanyana gelerek bir menekşenin taç yapraklarını, bazen bir Walt Disney filminin mikisinin kulaklarını bazen bir battal ebru oluşturuyorlar. Bazende bu koyu morumsu damlaların içinden havaya fırlayan beyaz güvercinler çıkıyor.Nedense bunun ne olduğunu Antonio’ya sormayı unutuyorum. (daha sonra eve telefon edip sorduğumda, bunun önemli bir şey olmadığını, hava kabarcıkları olduğunu söylüyor. Nitekim ikinci gün kayboluyorlar)

Eve dönerken takside aklıma cep telefonumu açmak aklima geliyor. Mehtap arıyor. Antonio ile konuştuğu için ameliyatın zor ama başarılı geçtiğini biliyor. “İyiyim Mehtap” diyorum.

Nedense doktorlarla, sanatçıları karşılaştırıyorum. Sanatçının sanat diye sunduğu sanat eseri, çoğu zaman, sanatçının yapmak istediği değil, yaptığı şeydir (özellikle bu sanatçılar bu yapmak istediklerini daha sonra uzun uzun anlatmak zorunda kalırlar). Oysa doktorların işi zor. Çünkü sağlık denen seyin belirli ölçüleri var, ve hastalar bu ölçüleri biliyorlar. Hastalarının vücutları karşısında, bir tuvalin karşısındaki Picasso tavrını alamıyorlar. Ben bunu böyle istedim, ben bunu böyle düşünüyorum, ben bunu böyle görüyorum deme hakları yok. Kötü bir sanatçıyı kitlelere binbir dalevere ile iyi sanatçıdır diye yutturabilirsiniz. Ama kötü bir doktoru kitlelere iyi doktor diye yutturmak hemen hemen olanaksız. Gecelerini gündüzlerine karıştırarak bu zor mesleği binbir sorumluluk alarak yapan doktorlara ( Elbette benim doktorum Antonio Gualano’ya da) çok saygı duyuyor, tesekkur ediyorum.

23 Nisan’da akademiye derse gidip gidemeyeceğimi kestiremediğim için atölyedeki malzeme dolaplarının anahtarlarını Mara’ya veriyorum, “gelin çalışın atölye kapalı kalmasın, ben ne halde olurum bilmiyorum” diyorum. 23 Nisan sabahı her zamanki gibi erkenden, gözümde plastik bir koruyucu (burada midye kabuğu diyorlar buna) metroya biniyorum. Metroda dilencilik yapan çingene çocuğu benim gözümdeki plastiği görünce (komik bir şey yapmaya çalıştığımı düşünerek) dilenciliğini unutup bana nanik yapıyor. Ben de ona nanikle cevap veriyorum. Akademiye varıp atölyeme girdiğimde iki Marayı atölyeyi yerleştirirken buluyor, her ikisine de teşekkür ediyorum. İkisi de hem iyi öğrenci hem de çok iyi insanlar. Bugün atölyeye giren bir hoca Maralardan birinin bastığı bir gravürü gösterip bana “Senin mi?” diye soruyor. “Benim değil, öğrencimin.” diyorum.

22 Nisan 2008 Salı

merhaba

Sessiz bir
gecede
sadece
sen
yorgunum çok
ve sadece sen
gözlerindeki ışıltıyı gördüm
sana saygı duydum
sevgiyle
önünde eğildim
iki büklüm
iki
büket çiçek olduk
sana saygı duydum
ve bunun için
kendime
kendi çocuğuma
kadınıma
saygı duydum
kadınlara saygı duydum
anneme
gözlerideki ışığı hiç kaybetme
ney ve ben
sana saygı duydum
boşversek de gelmişi
geçmişi
bakışındaki hüzmeye saygı duydum
bakışından süzülen
aşka aşık oldum
rüzgarda salınan otlar
ve saçındaki rüzgara saygı duydum
ve derinlerde
nefessizce
nefessizce
sessiz
yokoldum

o.

21 Nisan 2008 Pazartesi

Cara Pippa... / II

Bugün tofu sayfasını açınca Fatih'in yazısını ve yorumlarımızı tekrar okudum ve kendimi biran duyarsız, katı bir tutum içindeymiş gibi algılayıp ürperdim. Günlerdir utanç içinde sesimizin soluğumuzun kesildiği bu insanlık dışı olay ve toplum olarak içinde bulunduğumuz durum... Hergeçen gün hepimizi biraz daha sus pus edip, sindiriyor...

Aslında, ne yazık ki Fatih'in yazısında geçen her detay sadece Türkiye'ye özgü değil, insana özgü, ne yazık ki tüm dünyaya özgü... sadece, ülkemizde yaşanması ekstra bir katkı yapıyor utancımıza, üzüntümüze... Oysa, şovenist bir utancın çok ötesinde, insan olarak utanç verici...

Ne yazık ki insan, insan olmaktan uzaklaştıkça daha da vahşileşmekte... ne yöne doğru uzaklaşmadır bu adlandıramıyorum, hayvani içgüdüler diyemiyorum çünkü hiçbir hayvanın doğasında korunma güdüsü dışında zevk için öldürme güdüsü yoktur... bu denli vahşileşmenin adını koymak mümkün değil...

1990 yılında Londra'dayken, sadece 1,5 ay içinde metroda sırf zevk için 5 yabancı kız öğrencinin (2 İspanyol, 2 Fransız ve 1 İtalyan) raylara itilerek öldürüldüğünü hatırlıyorum... heryerde sıkı sıkı tembih ediliyordu, "metroda kesinlikle raylara yakın değil duvara yakın yürüyün, durun" diye... Hergeçen gün yeni bir saldırı olayı anlatılıyordu... hava karardıktan sonra dışarıda kalmaya ürker hale geldiğimi hatırlıyorum...

Ne yazık ki bu tip saldırılar ülkelere değil insana özgü, çağımıza özgü... tıpkı toplumsal yozlaşmanın, kültürel yok oluşun, ekonomik çöküşün sadece ülkemize değil tüm dünyaya özgü olması gibi...

[Fatih ile Ankara'dayken konuşmalarımız sırasında anladığım birşey var ki burada onu tekrarlamak ihtiyacındayım... her birimiz karşımızdakini kendi literatürümüz, kendi anlayışımız içinde değerlendiriyoruz... Sevgili Fatih, kendi politik altyapısı, politik literatürü ile değerlendirmiş çoğu ifademi doğal olarak ve yine doğal olarak eleştirel yaklaştı bazı noktalara... Oysa, hiçbir politik alt yapısı, geçmişi ve hatta sempatisi olmayan bir kişi olarak benim literatürüm daha çok kişisel gelişime, spritüel yaklaşıma ait... Dolayısıyla ilginçtir ki aynı ifade iki farklı anlayış ile bakıldığında çok farklı anlamlar taşımakta... Mevlana'nın "siz kendinizi ne kadar ifade ederseniz edin karşınızdakinin değerlendirdiği kadarsınız" sözü buraya tam oturmakta... Dolayısıyla tabii ki kızamıyorum böyle anlamış olmana Sevgili Fatih :) ]

Ancak, şu gerçeği de kabul etmeliyiz ki, içinde bulunduğumuz toplum son yıllarda ekstra değişimler yaşamakta ve ne yazık ki bunu büyük bir hızla yaşamakta ve çoğumuz da ürkerek izlemekteyiz... Ancak, korku kültürü yerleştikçe değişimler daha hızlı yaşanır (politik bir literatür ile değil spritüel literatür ile düşünüyorum bunu), korku umutları yok eder ve ne yazık ki umutlar yok oldukça yaşama isteği azalır ve depresif bir toplum ortaya çıkar, sosyolog değilim ama sadece mantık yürütmek bile korkan, umutsuz, depresif bir toplumdan çok başarılı robot tipler oluşturulabileceğini göstermeye yeterli...

Ve ısrarla inanmaya devam ediyorum ki, toplumu onarmanın, düzeltmenin yolu bireyden başlar ve herbir birey kendi adımlarının sorumluğunun farkında olmalı... Herşeye, tüm olumsuzluklara rağmen umut ile, neşe ile, aşk ile, çoşku ile adım atmaya devam etmeli... hergeçen an daha da coşarak... kendi enerjisini yükselten kişi her türlü kaosun içinde dahi güçlüdür, dengededir ve önce yakın çevresini yükseltir ve yükselen her değer zincirleme yükseltici rol oynar... tüm toplum için...

Daha da canlı, umutlu, neşeli sevgi dolu adımların tam da zamanı... Ne dersiniz?
Sevgiyle...
ND – 21.04.2008

18 Nisan 2008 Cuma

Cara Pippa...

PİYER LOTİ

“Esrar
Tevekkül!
Kısmet!
Kafes, han, kervan
Şadırvan!
Gümüş tepsilerde rakseden sultan!
Mihrace, padişah,
binbir yaşında bir şah.
Minarelerden salınıyor sedef nalınlar,
burunları kınalı kadınlar
ayaklarıyla gergef dokuyor.
Rüzgarlarda yeşil sarıklı imamlar ezan okuyor!”

İşte frenk şairinin gördüğü şark!
İste
dakikada 1 000 000 basılan
kitapların
şarkı!
………………
Şark
üstünde çıplak
esirlerin
aç geberdiği toprak!
Şarklıdan başka herkesin
orta malı olan memleket!
Açlığın kıtlıktan oldüğü diyar!
…………..

Nazım Hikmet 1925



Sevgili Pippa,

Nazım Hikmet’in Piyer Loti için yazdığı bu şiirin tamamını okumamış bile olsan, sen bu coğrafyalarda böyle bir gerçeğin olduğunu biliyordun. En fazlada bu coğrafyalarda barışa ve kardeşliğe gerek olduğunu bildiğin için kendine bu rotayı seçtin.

“Bu coğrafyalarda da insanlar beyaz gelinlikler giyebilmeli, bu insanların da akşamları dönebilecekleri sıcak bir evleri; gelecek kaygısından uzak sevişebilecekleri beyaz çarşaflı yatakları olmalı. Bahçelerinde silahlı kışkırtıcılar yerine bilime adanmış gençlerin gezindiği üniversiteleri; birbirlerine ölesiye düşman olmayan yürekleri olmalı.” diye düşünmüşsündür mutlaka. Yoksa rotanı kuzeye doğru çizer, bütün bunların başına gelme riski azalırdı. Tabi bütün bunların başına gelmemesi, bütün bunların yok olduğu anlamına gelmiyor.

Şimdi herkes yanlış bir iş yaptığını söyleyecek. Oysa sen şimdi bütün hesap-kitaplardan uzak bizim (insanlığın) kendimizle yüzleşmemize fırsat verdiğin için huzur içindesin. Bazen yaşamak insana ağır geliyor iste.


●●●

Geçen pazar Tofucanlar ile Berrin’in evinde buluşuyoruz. Çiçekler suluyor, tohumlar ekiyor sohbetler ediyor, ilahı tadları tadıyoruz. Sonra artık ayrılma zamanı geliyor, birbirimizle vedalaşıyoruz. Üç günlük Ankara macerama sığdaramadığım eve ve öğrencilerime baklava alma işini bu ayrılıktan sonra yapmak istiyorum. Nilambara beni Mado’nun yakınına bırakıyor. Cadde ve park tıklım tıklım insan dolu. İki kilo baklavayı alıp hemen taksiye biniyor, taksiciye otelin adresini veriyorum. Tam otelin önüne geldiğimizde taksinin ücretini verirken taksiciye “Beni yarın sabah saat 03.45’te otelden alıp havaalanına götürebilirmisin?” diye soruyorum kabul ediyor.

Pazartesi günü bu çok erken saatte hazırlanıp otelin lobisine iniyor taksiyi bekliyorum. Taksici ile anlaştığımız saate beş dakika kala telefonum çalıyor. “Abi geliyorum” diyor. Beş dakika sonra otelin önünde oluyor. Bavulumu alıp otelden çıkıyorum.
-Selamünaleyküm.
-Selamünaleyküm. (Nedense günaydın diyemiyor, ama aleykümselam demeyi de şaşırıyorum.)

Bavulu bagaja yerleştirip yola çıkıyoruz.

-Nereye gidiyorsunuz?
-Roma’ya
-Hayat orada nasıl?
-Ne iş yaptığına bağlı. Burada iyi hayat yaşayanlar olduğu gibi orada da iyi hayat yaşayanlar var.
-Hayat zor.
-Elbette
-500-600 YTL’ye nasil gecinilir? Ben 450 YTL kira veriyorum, Allahtan başka bir evim var, ondan 350 YTL kira alıyorum üzerine 100 YTL koyup kirayı tamamlıyorum. Gün oluyor o 100 YTL’yi öderken zorlanıyorum. Hem zorlanıyoruz, hemde lüksümüzden vazgeçemiyoruz. 100 YTL fazla verip kombili evde oturuyoruz.

Birden hareketli bir sokaktan geçiyoruz. Taksiler yolcu kapmaya çalışıyorlar.

-Burası Ankara’nin pavyonlarının olduğu semt. Saat dörtte pavyonlar kapanıyor.
-Pavyondan çıkan müşteri hiç olmasın daha iyi.
-Öyle. Daha önce geceleri de geziyordum, vaz geçtim. Şimdi durakta bekliyorum. Az olsun temiz olsun. Seni beklerken bir yolcu aldım, sarhos. Evine gittik para alıp geleceğim dedi. Bekledim geldi.
-Parayı alamadım hanımla da kavga ettim.
-Neden karınla kavga ediyon?
-Sana telefonumu satayım.
-Ben ne edecem telefonu.
-Beni kızımın evine götür.

Sonra bir büfenin önünde durdurdu. Büfeden bir Parlament sigara aldı.
-Hani bana verecek paran yoktu? Şimdi gidip sigara alıyorsun.

Bana 10 YTL’den kalan parayı vermeye çalışıyor. Yok dedim git sigarayı geri ver ben paramı isterim. Allahtan büfenin önünde başka taksiciler de var. Gitti sigarayı geri verdi 10 YTL’mi aldım.

Gece işleri hep böyle, başıma neler neler geldi. Bir defasında bebeler beni Polat’a kadar götürüp orada ektiler. Yaktığın gaza mı acırsın? Enayi yerine koyulduğuna mı? Zaten Ankara dışına yolcu almıyorum artık. Bir defasında ikisi kız üç genç durdurdular, aile sanıp aldım. Önce Ankara’yı bilmiyoruz dediler. Sonra anladım ki Ankara’yı biliyorlar. Beni soyacaklar. Hep ara sokaklara sokmaya çalışıyorlar. Ben de ana caddelerden ayrılmamaya çalışıyorum. En sonunda “yeter inin” dedim. İnerken silahı çıkardı. Silahı tutmaya çalıştım. Bu arada taksi kaymaya başladı, kaldırıma çıktım. Adam taksiden atladı kaçtı, kızlar daha önce inmişlerdi. Ama iki lastiğim kesildi kaldırıma çıkarken. Polis çağırdım, sonrada arkadaşlardan ikinci istepne istedim.

Üç çoçuğum var. Çocuk büyütmek kolay değil. Biri Şırnak’ta askerde, diğer oğlan 18 yaşında, çalışıyor, kız ortaokulu bitirdi Kazan’a kuran kursuna gönderdik. Ev boş kaldı. Durumum iyi olsa 10 tane çocuk yaparım. Hatta askerdeki oğlanla sakalaştım.

-Buralarda yanlız kaldık size bir kardeş daha yapacağız.
-Yok baba delirdin mi? Ne malın, ne mülkün var. Eğer öyle bir şey yaparsanız vallahi buralarda kalır bir daha dönmem.

Benim esas derdim şimdi kız. Tülbentinin iğnesini ağzına koymuş, oynarken iğneyi yutuvermiş. Şimdi hergün hastahaneye gidip iğne nerede diye baktırıyoruz.

Fatih Mika Nisan 2008 Roma

istanbuldaki kedi kopekler


gercekten balik, kus, kamplumbaga sevenlerden biriyim. yani kedi ve kopek gecmisim hemen hemen hic yok. arkadaslarimin hep olurdu ve onlarinkine bakardim. bu bakma olayi devam ediyor diyebilirim. arti crystallarin kedilerine baglandim zannedersem. bir haftadan fazla gormezsem ozluyorum filan. evlerine gittigimde daha samimiyiz ve artik odanin kapisini acmaya calismiyorlar. boyle bi sozlesme imzaladik "artik misafir degil, rahat birak ve bizde rahatiz" diyorlar gibi. crystallar bi cok istanbullu gibi sokak kediler ve kopeklere bakan insan gordum. duygulandim. istiklal'de 3 tane kopek hamile ve giyim magazalarin onunde yatiyorlar. gelen gecenlere dahi bakmiyorlar. o kadar yorgunlar ki. sabahlari atolye'ye giderken dukkan sahipleri onlara yemek verdigini gordum. pera palas etrafinda kopekler bakiliyor. yenikoy'de kedi cogunlukta ve her sokagin ya cocugu yemek veriyor ya da crystal. yemekler atilmiyor, sokak kedi kopek yemegine donusturuluyor. trafikte de yesil yaya isikta insanlarla birlikte kopekler geciyor. besiktas'ta gordum. sasirdim mi? yoo. sevindim ama birazda uzuldum. onlar bizim kurallara uymaya calisyorlar ama mutlular mi? neysee cok felsefi olmayim. istanbulun guzelligini anlamaya calismaya devam ediyorum.
hepinizi ozlediiiim. super gordum hepinizi. bahar geldi. laleler ortada her yerde...gelin bi ziyarete.

16 Nisan 2008 Çarşamba

Güzel bir pazar için bir "şükran" yazısıdır.


O pazar,uzun yürüyüşler yaptık.
Ölçümü metrekare olarak hesaplanan aslında kilometrelerce alana sahip "Güzel Berrin'in" evinde.Kimler yoktu ki orada, kendi içindeki mutluluğu bulan ve bunu hepimizle paylaşan sevgi dolu sözcükler, içimizdeki yaratıcılıklar, el emekleriyle saatlerce ve sevgiyle hazırlanmış yiyeceklerimiz.

Hepimiz birer çocuktuk O pazar.
Hiç büyümemiştik.Gözlerimizde mutluluklarımız, içimizde söylenmemiş sözlerimiz vardı.Sıcak bir bardak çay, bir dilim pasta çözdü bütün suskunluklarımızı.

Hepimiz ne çok konuştuk O pazar.
Ne çok özlemişiz çocukluğumuzu, ne çok özlemişiz kucaklaşmayı.Kendimizi birbirimizin aynasında görmeyeli o kadar çok olmuş ki gün bitmesin istedik. Çaylarımızın üzerindeki duman hep tütsün, hiç soğumasın elimizde tuttuğumuz eller, baktığımız gözler sonsuzluğun mutluluğuyla hep ışıldasın istedik. Sarılmalar, kucaklaşmalar yerine ulaştı. Sözler yüreklere dokundu. Gözlerimiz mutluluk dolu, gönlümüz huzur dolu ayrıldık. Herkes kendi sakin, çalkantılı, düşlerine, gerçeklerine doğru yola çıktı.

Biliyor musunuz? O pazar, "Bahar kokan" bir eve misafir olmuştuk.
Ve içimizde renk renk çiçek açmış,mis gibi kokmuştuk.
Haberiniz var mı?...

Deniz Kara

TOFU'ya Haikular, Deniz'den...

Bir gülümsemedir hayat,
Upuzun bir yola çıkmadan
Sımsıcak sarılmak.


***

Bir söz bilirim,
İçimden kopup gelen
Bahar çiçekleri, yüzlerimizdeki gülümseyiştir.

***
İçimiz huzur,
Gönlümüz sonsuzlukta
Uçan bir kuştur.

***
Biz bir ağacız,
Renk renk çiçekler açar,
Baharla mis kokarız.

Deniz Kara

13 Nisan 2008 Pazar

Tofu Haftasonu Notları

Picasa SlideshowPicasa Web AlbumsFullscreen



Dolu Dolu bir haftasonu yaşadık.Cuma günü Fatih’in sergisiyle, uzun zamandır bahane arayan Tofucanlar sonunda buluşabildi. Fatih ile ilk tanışma kısmını- Tofu sayesinde çabuk aştık. Sanırım hepimiz Tofu sayesinde- yazsakta/yazamasakta bir birlik bilinci kazandığımızı hissetmiştir benim gibi... Aile gibi-tanıdık olmak, yıllardır bildiğin sevdiğin dostların... Cümlelerin yetersiz kaldığı bir yer yok... Herşey burada satır aralarında gizli zaten... Ya da klasik tanışma ve karşılaşma dialogları da yok.. Bunu aşıp, beraber olmanın tadını çıkarabiliyoruz işte bu sayede... Ne güzel.. Öyle değil mi?

Nerden tanışırsınız? Çok derinlerden... eskilerden değildir cevap.. Derinlerden... Bildiğimiz için birbirimizi ve sahiplendiğimiz gibi sevdiklerimizi...

Sergide bayan katılımı sayemizde arttı.. Ankara’dan da bir sanatçı geçti. Sergiyi ve Fatih’in gravürlerini anlatmama gerek yok sanırım. Hepsinden büyülendik çoğunun hikayesini buradan bilir gibi..

Sergi sonrası Fatih’i alıp, yemek yemeği gittik.. Yazılar yerine-sözler uçuştu.. Yorumlar, sesli ve mimikliydi.. Konuşmaların çoğu yazdıklarımızdan alıntı taşıyordu. Çünkü buraya yazılanlar bizden – hayatımızdan parçalarmış da aslında, birini tanımak-onu okumak ile de ilgiliymiş birazda... Anladık...

Cumartesi günü mini bir Tofu ekibi, Sevgili Nilambara’nın organize ettiği “Mustafa Kartal ile Nefes Tekniği Seminerine” katıldı.. Harika bir seminerdi. Ufkumuz genişlerken- aldığımız nefesinde farkına vardık. Uygulamalar ve çalışmalar etkileyiciydi.. Dolu dolu bitirdik semineri.. Korteksimiz förtledi (En azından benim Subhankari) Ama iyi oldu.. Değişimlere açtık ruhumuzu, nefes verirken de bıraktık tüm korkuyu..

Pazar günü sabah brunchta, Berrin’in evindeydik. Hem Fatih’e-hemde bahara hoşgeldin dedik hep beraber.. Berrin harikalar yaratmıştı yine.. Yiyemedikleriniz sonra aklınızda kalır ya.. Öyleydi... Bruncha katılan tüm Tofucanlar sertifikalarını aldı. Sertifikalar ne içindi peki? Ödüller hep başarıların ardından verilir ya.. Bu sertifikalar onlardan değildi. Hayata ve paylaşmak adınaydı. Birbirimize olan duygularımızı, paylaştıklarımızı ve dostluğumuzu ödüllendirdik.

Bu harika haftasonunun fotoğraflarını yukarıda görebilirsiniz. Bizimle olamayan tüm TOFU ekibi de oradaydı emin olun.. Haydi fotoğraf karelerinde bulun kendinizi...:) (Sevgili Mehtap, Gülçin, Betül, Ozan ve tabiki İndrani .. Ankaraya yolunuz düşse de, bize de böyle tekrar toplaşmak için bahane çıksa keşke.. )

Ben çok güzel bir haftasonu geçirdim. Komin hayatı yaşamak istedim böyle.. Sonra olsun dedim kendi kendime.. Özlersem tıklarım TOFU'ya.. Nasil olsa hepsi burada..

Tanıdık olmak, dost olmak ve paylaşmanın yitip gittiği bu zamanda bir elin parmaklarından daha çok sevdiğim olduğu için şanslı hissediyorum kendimi.. Hayat devam ediyor, biz de buradan beraberliğimize devam ediyoruz.. Kaldığımız yer hiç olmadı... Başladığımız da... Süren ve sürdükçe keyif veren bir paylaşımın tam içindeyiz..

Fatih'e "hoşgeldin" (iyi ki de geldin) ve aslında gitmediğini, burada yine buluşacağımızı da bilerek "iyi yolculuklar" derken/ Önce bahara, sonra içimizde ve toprakta yeşermeye yüz tutmuş tüm mutlu tohumlara da merhaba demek istiyorum.

Ve sözlerimi, Nefes seminerinde öğrendiğimiz harika bir olumlamayı sizlerle paylaşarak bitirmek istiyorum...
*

"Bırak- aksın.... İzin ver - olsun..."
*

Bırakıyoruz akıyor, izin veriyoruz oluyor...
Aynı Tofu ve burada paylaşılanlar gibi.. değil mi?..

Sevgilerimle
Brajeshwari

8 Nisan 2008 Salı

SUDAKİ ÇOCUĞUMUZ AKDENİZ FOKU 3


Akdeniz ve ona sevdalı insanlar. Akdeniz ve güneşin denizle buluştuğu yerde her sabah doğan ve ölen insanlar. Her dalganın köpüğünde enerji bulan yaşamak için, her dalganın karayla sevgilisine yaslandığı yerdeki insanlar… Tüm mağara işte bu insanların gözlemi altındaydı. Mağaranın girişinden başlayarak yavru fokun doğduğu ufacık dehlize kadar bilim adamları ve araştırmacı bir gruptan oluşan ekip mağaranın içini gören kameralar yerleştirmişlerdi .

Araştırma ünitesinde oturan Fatih ve Nilambra durumu hemen fark eti. Dışarıda gözlem yapan Berrin’e telsiz vasıtasıyla en kısa sürede dalışa hazır olması gerektiğini söyledi. Kıyıda duran tekneye hemen bindiler , fener ve dalgıç ekipmanları teknede her zaman hazırdı.

Kısa süre içinde mağaranın karanlık girişine geldi Fatih Kaptan. Berrin dalış ekipmanlarından sadece maske , palet ve feneri aldı. Dalış elbisesi için vakit yoktu. Kısa sürede mağaranın giriş ağzına geldiler.

Fatih kaptan Berrin’e “ Atla “diye komut verdi.

Soğuk ve duru su dalgıcın bütün ruhunu sardı. Tüm bildiklerini bir tarafa bırakmak istiyordu ve sadece yüzmek. Karanlık ve gizem dolu bir yolda ilerlerken kalbi küt küt diye çarpıyordu dalgıcın. Aslında hiç yapmamaması gereken bir dalıştı. Anne fok onları fark ederse mağaraya olan güvenini yitirebilirdi. Ve yavrusu pahasına olsa da onu terk ederdi.

Bu operasyon sadece bu üç araştırmacının insiyatifindeydi.

Dalgıç hiç bitmeyen tünelde heyecanla hiç bitmeyecekmişcesine yüzdü. Kollarını da kullanıyordu hızlanmak için ve kayalara çarpan dirseklerinden kanlar akmaya başlamıştı.

Dalgıç ve su. Dalgıç ve kayalar bir zaman tüneli oluşturdu. O bir artık yavrunun annesiydi. Ve …

Salona vardığında kafasını yukarı kaldırdı Ona annenin sesini taklit ederek bağırdı. Yavruya direnmesi için birkaç saniye daha zaman kazandırmak için. Ve yavru ona yanıt verdi boğuk ve kısık bir sesle

Dalgıç fenerini kapattı :Şimdi tamamen bir karanlık boşluğun içindeydi. Telaşlanan yavru suya dönerse onu yakalaması mümkün olmayacaktı.Yavru büyük bir çığlıkla ona tekrar seslendi.

Dalgıç Berrin, nefesini kontrol etti maskeyi yüzünden attı ve usulca yavrunun yanına geldi yavru kafasına geçmiş olan torbadan dolayı onu göremiyordu.

Ve tüm vücudu kuyruğuna kadar titriyor , ön yüzgeçlerini çakıla vuruyordu.

Onun yanına yaklaştı ve eliyle sırtına dokundu. Yavru kafasını dokunduğu yöne doğru kaldırdı. Ve “baaaaaagh” diye bağırdı. Yavru fok ona bakarken dalgıç torbayı tuttu ve …

Kendini suya doğru bırakarak yavruya yüzünü dahi göstermeden suya geri döndü.

Yavru insanın ne olduğunu bilmemeliydi.

Yavru “insanı” annesinin öğrettiği biçimde tanımalıydı.

Dalgıç

Işığa doğru yüzerken

Yavru fok bitkin bir vaziyette sahilde yattı…

Nilambra onu elinden tuttu ve tekneye çekti . Fatih Kaptan yüzlerine baktı ve gülümsedi sadece. Sakince tekneyi yanaştıracakları kıyaya döndüler.Dalgıcın sırtı ve kolları yaralıydı.

Kıyıdan uzaktaki gözlem ünitesine birlikte

çıktılar . Kameraların karşısına geçtiklerinde gözlerinde mutluluk gözyaşları parladı.…

Yavru fok tüm gece annesinin karnın dibine yaslandı ve o gece yavrusunda bir gariplik hisseden anne mağarayı hiç terk etmedi….

Devam edecek…

7 Zeytin

Yaşamak / Vivere





Davetiyelerin detaylarını görmek isterseniz -Lütfen görüntüye tıklayıp büyük boy okuyunuz.Çoğumuz o gece Fatih için orada olacağız..
-
Fatih Mika, "Yaşamak / Vivere" başlıklı sergisiyle Galeri Soyut'ta sanatseverlerle buluşuyor. Mika'nın gravür eserlerinin yer aldığı sergi 11 - 30 Nisan 2008 tarihleri arasında görülebilir.Avrupa Sanat Uzmanları Birliği Başkanı Prof. Stefano Liberati Fatih Mika'nın çalışmaları hakkında Ocak 2007'de kaleme aldığı yazısında şunları söylüyor: "Onlar sessiz ve ürkek, kurşuni gökyüzünde bir görünüp bir kayboluyorlar, renkleri bazen beyaz bazen puslu. İşte bu güvercinler ki, Türk sanatçı Fatih Mika´nın son olarak ürettiği gravürlerde soylu duruşları ile huzur verici grafik eserlere yerleşmişler. Seçtiği bu temel motif kendisi için keşfedilmemiş bir alan değil, bu konuyu geçmişte de işlemiş olmakla birlikte daha önce güvercini baş kahraman olarak öne çıkartmamıştı. Tam tersine, sanatçının iyi tanıdığımız ve beğeniyle izlediğimiz gravürleri genellikle daha kaygı verici, karamsar ve karanlık olup, güvercinler serisinin bize armağan ettiği ve anlamını yakalamayı ve paylaşmayı başardığımız huzur verici görsel boyuta kısıtlı yer vermekte..
Devamı için

5 Nisan 2008 Cumartesi

KOMSU KOMSUNUN KULUNE MUHTACMIS...

„Komsu komsunun kùlùne muhtacmis“ der hep annem.. Kül, bir sonu, belki bir yok olusu animsattigi icin hùzùnlù bir maddedir bence.. Insanin kùle neden ihtiyaci olur bilmiyorum.? Hele de komsudan isteyecek kadar.. Eskiler camasirlari beyazlatmakta, bazi tatlilarin hazirlanmasinda kullanirlarmis bildigim kadariyla.. Biz sobali evde yasarken, babam cok don yapan gunlerde ilik kulleri, daha henuz kokleri topraga cok tutunamamis kucuk agaclarin diplerine dokerdi o kadar..

Yillarca butun ailemizin, aslinda hic de iyi iliskileri hak etmiyen komsulara bile nasil iyi davrandiklarini, kimseyi rahatsiz etmeden, sosyal yonden hic de saygili sayilmayacak davranislari gormezden gelmeyi basardiklarini, iyi gunlerde mesafeli davranip, kotu gunlerde herkesin yaninda olduklarini gore gore, komsularina karsi ayni davranislari benimseyen bir yetiskin oldum ben de..


Ankara’da Kibris sokak yillarinda, 1980 sonrasinin ogrencilere yuklenen zorlugunu yasadim her acidan, tum yasitlarim gibi. Kapicimiz copumuzu almiyor, cogu sabahlar ekmek ve gazete icin birakilan torbayi ve parayi gormezden geliyor, kimbilir neyi, neden protesto ediyordu kendince.. Komsularimizin komsuluktan tek anladiklari, hava sicakliginin -10’lara dustugu o kara kis gunlerinde, evimizi cevreleyen terasa kuslar icin koydugumuz ekmek kirintilarinin ucup, onlarin balkonlarini kirlettigi haberini iletmekti sadece..

Bozkir yillari, gercek anlamda „komsu“ iliskilerini yasadigim ve belki de anladigim yillar oldu benim icin.. Ust kat komsum, ayni zamanda ev sahibim Habip Bey, , ben ona „amca“ dedigim halde hic „doktor hanim“ ligimi unutmadan, beni onlara emanet edilmis bir akraba kizi gibi gordu taa ilk gunden beri.. Sabahlari uyandigimda evin disindaki odunluktan tasinip, kapima birakilmis odunlari, ilkbahar aylarinda mutfak penceremin yanindan merakla basini uzatmis leylak agacinin dallari arasina birakilmis sepette, bahceden henuz toplanmis maydanozumu, nanemi ve lavas ekmegimi buldum hep. Geceleri kapiya getirilen hastalara hep benden once uyanir, cizgili pijamasinin ustune gocugunu gecirir daha onlar zilimi calmadan kapinin onunde bitiverirdi. Eger gelen polis arabasiysa deliye doner, „komserim bekleyemediniz mi sabaha kadar, bu sogukta doktoru niye goturuyorsunuz?“ diye cikisir, ben polis arabasina binerken, sadece polislere degil, butun mahalleye benim donusumu gormeden yataga donmeyecegini yuksek sesle bildirirdi.. Ben sadece soguktan degil; Tanrinin bile unuttugu insanlarin yasadiklari acilardan cok ama cok usumus olarak eve dondugumde, sadece Habib amcayi degil, onun esi Sevim teyzeyi de ayakta bulurdum. Soba gurul gurul yakilmis, uzerine kalin kalin kesilmis ekmekler dizilmis, yer sofrasinda kahvalti coktan hazir olurdu. Ben yere oturur, sofra ortusunu dizlerime ceker, titrememi durduramaz, bazen cayla birlikte goz yaslarim da agzima dolar , ama onlar sormaz, ben anlatmazdim.. Kamyoncu Habip amca, benim gibi uykusuz ama hic sikayet etmeden, kimbilir ne kadar surecek yolculuguna giderdi.. Ben de arkasindan karisi ve dunyanin en masum yosun rengi gozlerine sahip, burnunun ustu cilli, kucuk kizlari Meltem’le birlikte el sallar, „yolun acik olsun“ sulari dokerdim..

Sonra yine Ankara yillari.. Evin icinde corapla gezindigim halde, basina sardigi bir esarp bozmasiyla surekli kapimi calip, topuk sesimden yakinan sevimsiz alt kat komsum disinda, herkesle mesafeli, ama yine de sicak sayilabilecek bir iliski kurabildigim Oran sehrindeki hayatim.. Iclerinde ayrilan tek bir kisi vardi benim icin.. Edibe teyze.. Annem kucucuk yasta evlenip Erzincan’a gelin gittiginde, ona ablalik etmis, pek cok seyi ogretmis, sahip cikmis, annemin bize yillarca gorgusunu, bilgisini, yumusakligini, ailesinin gormus gecirmisligini anlattigi, yillar sonra Ankara’da karsisinda cikan Edibe teyze.. Pazar sabahlari teklifsizce kapisini calabildigim, ben kahvaltiya geldim diyebildigim, hastalandigimda „ Ayyy caniiiiimmm, ben seni nasil birakirim yanliz, ben sizin annenizi de cok severim cook“ diye diye corbami pisirip getiren, candan, hakikaten bana anlatildigi kadar gorgulu, gormus gecirmis iyi huylu Edibe teyze.. Gulcin onun gelini oldugunda da, Edibe teyze olarak kalmayi basarmis Edibe teyze..


Roma’da heryil komsular gunu kutlanir. Insanlar yakinlarinda yasayanlari tanisinlar, en azindan kimdir nedir bilsinler diye uydurulmus bir gun. Kimsenin kimsenin kulune muhtac olmayacagi bir sehirde, en azindan emniyet acisindan yararli sayilabilir.

Ben komsularimi tanimaktan hoslaniyorum.. Bayramlarini kutluyor, benim olmayan bayramlari kutlamaya geldiklerinde mutlu oluyor, sig.ra Lella’nin kopeginin basini oksuyor, komsum Profesor Melania’yi bir kacgun gormesem kapisini calip hal hatir soruyor, karsidaki genc ciftin cocuklarini eve cagiriyor, gunaydin, iyi aksamlar demeyi ihmal etmiyor, ama eger kùl lazimsa 24 saat acik olan marketlere gitmeyi tercih ediyorum..

Yine de iyi ki komsularim var ve isiklarini gormek bile mutlu ediyor beni..

Mehtap Pasin Gualano
6/IV/2008, Roma

4 Nisan 2008 Cuma

şehrine dokundum

şehrine dokundum
sana dokunamadan

haliçte martılar
yenicamide güvercinler
boğaziçi’nde erguvanlar
meydanlarda laleler
vapurların dumanları
suların köpükleri
kendi halinde

ben
benim halimde

şehrine dokundum
seni sevemeden
kavgalar edemeden

fatih mika
29.3.2008 - istanbul