9 Ekim 2008 Perşembe
2008
20 Ağustos 2008 Çarşamba
Yüzü Zeytin Aşkımın / 2. Bölüm
Sol ayağından kanlar akıyordu. Pervane ayak parmak uçlarını kapmış, etlerini yırtmıştı. Elleri kan içindeydi. Ağladı. Yaşlarını sildi gözlerinden, kanlı elinin tersiye. Yaşıyordu, sağlam denilebilecek kadar iyi durumda sayılırdı tüm yaralarına rağmen. Kıç güverteye sırtüstü uzandı. Kahkahalar attı acıyla. Birinin onu duyup yardıma gelmesi için “İmdat” diye bağıramayacak kadar gururluydu… Mendirekte şarap içen ve bir yandan olta atan köyden birkaç genç yardımıyla tekneden çıktı. Evine getirdiler balıkçıyı.
Yaklaşık bir hafta dinlenmesi gerekti. Evin avlusunda yırtık ağları onardı. Arada sırada çocuklarla oynadı. Onları koklamak ne güzeldi... Karısıyla fazla konuşmadı… Mahcuptu. Yenikti kendine. Kahveye hiç inmedi. Kendini ziyarete gelen eş, dosta kaçamak yanıtlar vererek, ortadan kaybolmayı yeğledi.
Paragat takımını sahilde buldular. Takım tamamen boşalmıştı. Bir kısmı balıkçıların ağlarından çıktı. Sadece sepet kaldı geriye. Yeni bir takım yapmak için en az üç gün çalışacaktı. Elleri hızlı çalışmasına izin vermedi.
Akşamları bira içerdi… Bazen de şarap… Gece eve gitmek istemediği anlardı bu anlar. Yorgun, yenik kimi zaman beş parasız… Karısı ona ne kadar şefkatli davransa da onun şevkatini acıma gibi algılar ve kadını aşağılardı. Görücü usulüyle evlendiği karısını ancak içki içince sevebilmiş, sevişebilmişti...Ona da haksızlık yapar, farkeder, yine utanır ve yine denize giderdi ya... “Senin elinden zehir olsa yerim valla, hele şu hoşmerimin yok mu? diye arada bir övmeyi, gönlünü almayı ihmal etmezdi çok nadir de olsa...
Yüzünde, zeytin ağaçlarınkine benzer izler vardı. Oysa ki o zeytin ağaçlarına yaklaşmaz, bakmaz, umursamaz bir tavır içindeydi hep… Yalan söylüyordu işin açıkçası, yüzü “zeytin” dese de... Ruhu, poyrazın, lodosun en dayısına kafa tutan fakat tek bir yanlış hamlede boynu kırılan, vahşi
Bunların arasında bir sağa bir sola yığılarak, kah kendiyle dalga geçerek, gülerek, kah küfrederek, gezinip duruyor ve böyle yaşıyordu hep o.
Fok gibi gezinen, soluyan, bir görünüp bir yok olan, bir aşıktı o. Gücünün ve denizdeki ustalığının kendisine verdiği büyüklük, efendilik duygusu, alkolle birleşince, acımasız bir kişiliğe bürünürdü. Alkol onun sığınağıydı. İstemediği düşünceler korkulardan uzaklaşıp rahatça ava çıkmak, avı, denizi, ağı, yemi, balığı, kerterizlerini, hareketlerinin teknesiyle olan uyumunu düşünmek, planlamak, rüzgara yüzünü vermek, dalgalarla sevişmek, savaşmak, tüm bedeni titreyinceye kadar üşümek, yorulmak ve ardından bitkin bir halde… Duru ve karanlık sonsuzluğun ortasına attığı çapanın insafına kendini teslim ederek, gözlerini yumduğu, bir sığınak.

Avlandığı kıyılarda yaşayan ve ağlarından, paragatından balık çalan foku kendine benzetirdi. Mağarasında uyuyan yalnız yaşayan foku bu yüzden severdi, hem de çok.
Susardı, korkardı talihinden, anlatmazdı kimseye “fokun nerede yaşadığını”... Yaşadıklarına şahit olduğunu düşünür,onunla konuşur bazen balıkların ve bazen de sessizce sevgilisinin nerede olduğunu... Sorardı ona…
Mağaranın önünde durup paragatı yemlerken sesinin yankılarını dinleyerek türkü söylerdi foka; beni kızdırdığını bilip, kahkahalarla gülerek.
“Bir daha ki sefere. Güzelim. Bir dahaki sefere ...”
Nesimi Ozan Veryeri – 2005
overyeri@yahoo.com
http://www.ozanveryeri.com/
16 Ağustos 2008 Cumartesi
Yüzü Zeytin Aşkımın / 1. Bölüm

Çocukluğundan beri denizdeydi, özel yatlarda gemicilik yapmış trol ve gırgır teknelerinde kaptanlık yapmıştı. Ege adaları ve Akdeniz kıyılarının renkleri, kültürü, güzellik ve bereketiyle dolu bir yaşamı olmuştu…
Ve kadınlar… Sadece onda, yaşamak istediği aşk denizini buldu. Onu çok sevdi. Yaşam balıkçıya bu sefer cömert davranmak niyetinde değildi oysa ki… Adayı saran çılgın salgın hastalık sevgilisini, balıkçı uzak denizlerden döndükten hemen sonra elinden aldı.

Kadını altın ve gümüş takılarıyla süsledi. Mezarın başına isim yazmadı, süslü bir taş koymadı, sadece bir zeytin fidanı dikti. Sevgilisinin kırmızı eşarbını son kez kokladı. Zeytine sardı. Adadan ayrıldı.
Uzak denizlere bir daha açılmadı. Denizlerin ona sunduğu bereketin hesaplaşması mıydı, kaderin sevdiği kadını elinden alması? Yaşam kendisine haksızlık etmişti. Aklındaki aşkı her gittiği yere taşıyan isyanı, onu, çekilmez bir kişiliğe bürümüştü. İzmir’in Karaburun kasabasında, doğduğu köye dönmüş, herşeyden herkesten uzakta, teknesiyle kıyı balıkçılığı yaparak geçimini sağlıyordu.
Evlendi ve çocukları oldu. Çocukları, bazen içinden geçse de “ Seni seviyorum” diyemediği eşi için, bildiği tek iş olduğu için ve en önemlisi sevdiği için denizdeydi… Yaşadıklarının ardından ondan geriye bir tek “deniz” kalmıştı...

Yalnız avlanırdı. Bazen arkadaşlarını da alırdı tekneye ama genelde teknede birine kızar,
kavga eder, hepsine kızar, bazılarını limana varmadan suya atar ve eve kapanırdı. Ertesi gün o adam gider sanki başkası gelir, tüm güler yüzü ve şefkatiyle arkadaşlarına rakı, şarap balık ısmarlar, barışırdı. Tüm köy, aksiliklerine alışıktı.
Tekne içten dümenliydi. İleri geri hareket eden manivela koluyla, sancak iskeleye dönüyordu. Balıkçı, denizde kendine çok güvenmenin en büyük hatalardan biri olduğunu
biliyordu. Hava patlak olduğunda kendini tekneye bağlardı. Denizden korkardı sevdiği kadar. Sağ eliyle dümeni idare ederken sol elinin bileğine izbarço bağıyla ve teknenin kıç bodoslamasından çıkan babaya kazık bağıyla 3,4 metrelik bir halatı toka ederdi. Fırtına vardı. Yarım saat önce “Geliyoruuuummmm…” diye seslenen poyraz şimdi delice bastırıyor, balıkçının gözlerinden yaşlar koparıyordu. Sahilden uzak durmayı tercih etti. Kıyı seyri en tehlikeli seyirdi böyle havalarda. Karanlığın içinde, sabah dört buçuk, yalnız, yine çok yorgun, ağır ağır dönüyordu limana. Günün doğmasına on güneş boyu zaman vardı. Limanı pruvaya almasına izin vermiyordu hava… İskele bordadan göğüslüyordu denizleri tekne.
Sigarasını yaktı, Midilli’ ye doğru baktı. Gülümsedi. Paragat sepetini farketti. Sepet, güverte üstünden denize düşmek üzereydi. Kendine küfretti. Oltayla avlanırken, “Geliyorum” diyen havadan kaçmak için aceleyle çektiği çapanın ardından sepeti kamaranın içine almayı unutmuştu. Sol elindeki ipi çözmeden sancak küpeşte üzerine basarak sepete uzanmaya çalıştı. “Denizde ilk hata son hatadır” demişti ona babası. Daha çocuktu o zaman....

Motorun gazını sabitleyen ip boşaldı. Egzostan gelen boğuk sesler, kopan gürültünün yansımaları oldu. Balıkçı, dizlerinin üzerine, küpeşte ile kamara arasına kayarak düştü. Sağ elinin bileğini incitti. Kamaranın üzerinden ve her yerden denizler geliyordu. Sol eliyle sepeti hala tutuyordu. Sağ elinin iş görmez olduğunu hissetmedi. Teknenin içine alınan ve ölmek bilmeyen bir mürenin tahtalara geçirdiği dişler misali var gücüyle tutunmaya çalıştı küpeşteye. Dalganın yarattığı boşluğa düşen tekne bütün ataletiyle sancağa yattı. Suya düşeceğini hissettiği anda paragat sepetini sol tarafa attı balıkçı. Sepetle birlikte suya düşmek “Ölüm” demekti. 400 iğnelik paragatın bir tek iğnesinin kendisine takılması sonunda yüzlerce metrelik takıma çapariz olabilirdi. Vücudunun yarısından çoğu teknenin dışına taşarken ileri doğru baktı… Düşüyordu balıkçı.. .
“ Haydi bre Efeeeee” diye haykırdı. Sol eliyle kendini suya iterek, tekneden olabildiğince uzağa düştü. Burnundan genzine dolan soğuk suyu, henüz kafası yüzeye çıkmadan kusmaya çalışırken, tekneye kendini bağlayan ip acımasızca bileğine asıldı. Üstündeki kıyafetlerin yarattığı ağırlık ve vücudunu kendine çeken dalgalar bileğini parçalamak istiyordu.

Bir süre, yalpalayarak ilerleyen teknenin ardından, sürüklendi. Nefes almaya çalıştı. Sadece nefes almak… Bileğini artık hissedemiyordu.
Yakamozlardan oluşan bir samanyolu içinde, dalgaların içinde sürükleniyordu…
Suratına çarpan dalgalar gitmiş , yüzünü okşayan sıcak eller gelmişti karanlık suların içinden... “Sevgilim, güzelim, bak yüzüme, bak işte çağırdığın gibi geldim. Sen ve ben ikimiz beraberiz” dedi kadın…
Vicdanı, ağzındaki sudan hiç çıkmayan tuz gibi, son kalp atışlarının içindeydi hala bir şekilde. Canı çıkmak üzereydi ama vicdanı paçasına yapıştı ve sıcak, ufak elleriyle onu çekiştiren bebeleri oldu, kulağında ve gözlerinde karısının çığlıkları... Dalgalar mı gerçekti, çığlıklar mı, soğuk sular mı, sıcak eller mi?...
İşinin bittiğini düşündü. Balıklar, siyah orfoz, limana dönünce yudumlamayı düşündüğü sıcak çay, ve çocukları gözlerinin önünden geçiyordu. Boğuluyordu balıkçı yakamozdan samanyolunda... “Az kaldı, az kaldı aşkım, dedi kadın tekrar, bembeyaz...
Dalgalar onu köyüne, ölüme, götürüyordu. Dalgalar onu sevdiğine götürüyordu.
Solumak için kafasını yukarı kaldırdı. Suratına çarpan sular, ona “ Kendine sor, kendine sor .“ diyordu. “Sor artık şu soruyu kendine ve yanıtla, bak Kimi istiyorsun, neyi istiyorsun. Söyle kendine, söyle bize artık ” dedi dalgalar...

O denizde ölmeyi çoktan kafasına koymuştu. Acısı onu tüketiyor, sevgilisinin genç bedeni, beyaz yüzü gözlerinin önünden gitmiyor, elleri her zaman ona uzanıyordu denize dokunduğunda. Kendine vermek istediği, hak ettiğine inanmak istediği bir ödüldü denizde ölmek…Ve ona gitmek.
7.30 m boyundaki karpuz kıç tekne poyrazın hakimiyeti altına girdi, pruvasını dalgaların patladığı kıyıya çevirdi. Karaya yöneldi. Ölü dalgaların üzerinde kırılan sular, balıkçıyı şaşırtıyor, o hala tekneye aldığı orfozlar, akyalar, levrekler gibi kocaman kocaman soluyor, nefes almaya çalışıyor, ne ölüme ne de yaşama teslim oluyordu…
Tekne, kıçı altına aldığı kocaman bir dalgayı ezmeye çalışırken iyice suya gömüldü. Hemen ardınan gelen dalga bir kara pehlivan misali balıkçıyı kucakladı, yukarı kaldırdı.
İki eliyle de ipi tutmaya çalışırken bedenini hızla teknenin kıçına doğru taşıyan, iten dalganın üstünde tutmaya çalışıyordu. Dalga, balıkçının yüzünü teknenin dümen suyu hizasında, kıç bodoslamaya acımasızca çaptı.
Tek yapabildiği ipin geride kalanını bırakıp kıç babaya daha yakın bir noktadan tutmak oldu. Ayaklarını açtı ve tekneye dayadı. İki eliyle olanca gücüyle ipe asılıyor ve o şekilde kalmaya çalışıyordu. Sinirleri boşaldı. Kendi kendine çığlıkla karışık bir kahkaha attı. “Aahhhh, Allahım…. Çocuklarımmmm.Oğlummm, kızımmm.” diye haykırdı.

Gazetelerde haber ve köydeki herkesin ağzında madara olduğunu düşündü. “Erkekliğini ve bacaklarını teknesinin pervanesinde yitiren aptal balıkçı, aptal balıkçı, aptal balıkçı...”
Elleri kan içindeydi, kanın tadını ve kokusunu yüzüne bakan suda hissetti. Kollarında son bir hamle için güç olmalıydı. Tekne aheste biçimde Kömür Burnu’nu sıyırarak siyah kayalıklar ve kayalıkların arasına ayıp olmasın diye bezenmiş çakılların olduğu sahile doğru ilerliyordu.
Kendini ve tekneyi, teknesini kurtarmalıydı… “Ne yapacaksan şimdi ve erkek gibi yap”, dedi içinden… Ayaklarında kauçuk tabanlı, uzun plastik çizme vardı. Pervanenin hemen ardında duran dümen palasının kendine dik pozisyonda olduğunu biliyordu. Tekne ne sancağa ne de iskeleye kaçıyordu çünkü.
Dümen palasının üzerine basarak tekneye çıkmaktan başka çaresi yoktu… Karanlık ve soğuk dalga onu hırpalamak için yeniden kucaklarken, hamlesini yaptı...
12 Ağustos 2008 Salı
Gün güzel, güzel haberler var... / Sema Keser

…. Devam edecek…
Bir haberle bir fotoğrafla karşılaştım. Haber savaş… fotoğraf yerde yatan ve ona sarılmış halde ağlayan iki “sivil” ve yanı başlarında duran iki asker. Yer Gürcistan.
Neresi olduğu önemli değil, yer dünya, insanların yaşadığı kara parçaları ve denizlerden oluşan, kutuplardan hafif basık mavi küre…
Bir an kalbimde bir sıkışma hissettim ve bunu fark ettiğim anda kendime “sakın” dedim. “sadece izle, sadece oku” Tamamen dışarıdan bakan bir çift göz oldum ve yazmaya karar verdim:

Okuduğum habere ve gördüğüm fotoğrafa dönecek olursak; haberi yazanlar şöyle ifade etmişlerdi; “siviller öldü” “Rusya savaş açtı.” “Gürcistan şöyle dedi.”
Rusya kimdi? Gürcistan kimdi? Resimlerde rastlayamadım. Tek fark ettiğim; orada gördüklerim insanlardı. Yerde yatanlar da, o askerler de.
Bunlar ülkelerdi, sistemlerdi. Peki onların her biri kimdi? Bir araya gelmiş insanlar. Onları temsil eden liderler. Bu kararların ağızlarından çıktığı kişiler… sonuç, onlar da insanlardı.
Sonuç, basitti. Neresinden bakarsan bak, görünen tek bir şey vardı; dünyanın her yerinde yukardan bakıldığında benzer özelikler gösteren bizler, yani insanlar. Ve bu unutulmuş… dünyanın, “sadece dışarıdan bakan bir çift gözün” bunu hatırlatmasına ihtiyacı var gibi;
“ HEY AHALİ… ŞU AN SOYUNUN VE DÖNÜN BAKIN AYNAYA… VE ŞİMDİ KENDİ ÇİZDİĞİNİZ SINIRLARIN ARDINDA YAŞAYAN HERKESE; NE GÖRÜYORSUNUZ? BENZER ŞEYLER DEĞİL Mİ?
DOĞRU… SOYUNUNCA GÖRÜLEBİLECEK TEK BİRŞEY KALIYOR GERİYE
SADECE İNSANLIĞIMIZ…
… devam ediyor…
Ve okudum, etkilendim…

şunu keşfettim;
Dünya insandan önce böyle bir yer değildi, İNSAN geldi ve dünya değişti…
Sema Keser
Pazar
23:20
3 Ağustos 2008 Pazar
Sudaki Çocuğumuz Akdeniz Foku / 4 ve Son
*
İlk adım Sevgili Ozan'dan, "yettüm garriiii" başlığı ile esprili, çok hoş bir mail ile geldi. Keyifle takip ettiğimiz "Sudaki Çocuğumuz Akdeniz Foku" 4. ve son bölümü ve harika Karaburun fotoğrafları eşliğinde aşağıda.
ve bir müjde; yine denizle ilgili bir seri hikaye de yolda :)
*
Zamanı ve mekanı öğreniyordu.
Yaşamın karanlıklar sonundaki ışıklarda, yüzmek olduğunu zaman ona öğretiyordu.
Annenin varlığına duyduğu ihtiyacın yerini ışığa duyduğu merak git gide kaplıyordu.
Artık 35 kg ağırlığındaydı.
Ve dış dünya her geçen gün onun ilgisini daha da çekiyordu.
Bir akşam annesi mağarayı terk ederken o da annesinin peşinden yola koyuldu.
Yaklaşık 3 mil boyunca annesinin yanında yüzdü . Annesi ona avladığı balıkları verdi. Ağlarla karşılaştılar ve annesi ona ağları öğretti. Ağın tehlikelerini…
Ahtapotlara yaklaşmayı, onları kafalarından yakalayıp, havaya fırlatmayı...
Burun deliklerine ahtapotun kollarının girmesi halinde ölebileceğini, ahtapotu tersten yakalaması gerektiğini ve sersemletinceye kadar suya çarpması gerektiğini…
Şafak doğarken sakin ve usulca mağaraya geri döndüler birlikte.
Biraz daha süt istedi canı…
Ve çakıl sahilli mağarada annesinin yanında, doyumsuz bir uykuya daldı.
3 ay kadar bir süre geçmişti….70 kg.oldu.
Deniz her seferinde daha da çok keşfedilmeyi bekliyordu. Her şafakta eve dönerken, o annesini daha çok gezmek için burnuyla açık sulara doğru itiyordu.
Ve bir sabah, bir tan vakti anne mağaraya yaklaşırken
kocaman, koskocaman
kara sürmeli gözleriyle ona baktı,
Mağaraya baktı, baktı, soluklandı bir daha soluklandı…
Daldı.
Yavru fok Ege Vira
Bekledi .
Hızla arka yüzgeçlerini vurdu ve dalışa geçti.
Mavi boşluğun içindeki beyaz anayı, hayali izledi…
Ege Vira için, güvenlikleri için daha uzaklara gitmeleri gerekiyordu.
Anlatılanlardan , bilinenlerden…
Bu masalı anlatanın bildiklerinden uzaklaştılar…
Bilim adamlarının kameralarından, bilimden , ve insandan…
Gözlerden
Yok oldular…
Ergin bir birey oluncaya kadar vermesi gereken bir çok sınav daha oldu.
Poseidon onu kocaman büyük dalgalar ve fırtınalarla defalarca sınadı.
Aç kaldığı , daha büyük erkek fokların ona saldırdığı, zor günleri oldu…
Sonunda Ege denizi Ege Virayı kabul etti…
Adalardan binlerce adaya haber salındı. Ege yine silkindi çalkalandı sarsıldı. Kocaman yeni mağaralar oluştu. Denizler köpükleriyle mağaraların içlerine kumlar taşıdı, kumsallar oluştu.
12 ay sonunda
boz “Ana”
Son kez ve uzaktan
Adanın kıyısında yüzen oğluna baktı,
Ağır ağır
Sessizce
Sanki bir hayal
Kimsenin bilmediği
Fark etmediği bir su tanesi oldu,
İçindeki şarkılarla
Dalıp tek başına uzaklaşırken ,
Kıyılarında
Deniz kızları ve sarmaşıklarıyla
Oyun oynayan “Koçero” ( Genç)
Ege Vira
Yok olmaya inanmayan
Bir Foça oldu
*son
Çocuklarımıza atıf olunur / 2008
--------------
M:Ö. 600 lü yıllarda Anadolu, Ege Bölgesi’nde Ionia , Phokaia ( Foça) kentini kurdular. “Foça” , “Fokai” yani “Tombul hayvan”. Ege’nin her iki yakasında foklar adına mühürler, paralar bastılar, şenlikler yaptılar. Phokaian insanları birkaç yüzyıl sonra Pers’lerin saldırısından deniz yoluyla kaçarak, Avrupa’ya göç ettiler.
Akdeniz’li olmak , 6.cı kıtadan olmak ne güzel…
Sularınız berrak ve serin olsun…
o.
29 Temmuz 2008 Salı
Kısa bir TOFU Tarihi...
seninle aynı fikirdeyim nilambara
meraklanmayın ben akla zarar yazılarıma devam ederim...
bu nasıl çelişki kimse yazı yazmıyor
okur ikiye katladı...
ozan sen nerelerdesin ?
şu sıcak havada - denizle - suyla alakalı yazı olsa süper olurdu...
25 Temmuz 2008 Cuma 09:33
Sevgili Berrin, bu yukarıya kopyaladığım yorumun ile beni yaklaşık 2 sene öncesine götürdün...
*

Berrin’in evinde yine bir sevgi sofrası ve etrafında toplanmış 8 kişi (Berrin, Brajeshwari, Brajabanita, Anushila, Subhankari, Indrani, Jahnabi ve ben)
Harika bir akşam... yemekler harika, sofra çok şık... Herkes harika, çok şık, çok keyifli...

Sohbet harika, çok renkli çok dolu, hayata dair herşey o şık masanın şık sohbetine dahil...
*
Ve ilk öneri sevgili Brajeshwari’den geliyor... “Bir blog açsak, hep birlikte, tüm bu paylaşımlarımızı orada devam ettirsek, böyle arada bir buluşmalarla sınırlı kalmasa, daha sık daha çok paylaşsak”
*
Sanırım bu tarz bir cümleydi, tam hatırlamıyorum ama içeriği, anlamı bu tarz bir cümleydi... Biran duraksadığımı hatırlıyorum... Blog kültürüne çok yabancıyım, nedir ne işe yarar, ne yaparız kestiremiyorum dolayısıyla pek fikir de yürütemiyorum ama genel görüşe katılarak “aa evet neden olmasın, çok da hoş olur” diyorum, tam olarak neye olur dediğimi bilmeden...

*
Ve ertesi günlerde Brajeshwari hızlı bir başlangıç yapıyor, hepimize gönderdiği maille blog için planlarını ve hem planlar hem de özellikle bloga konacak isim ile ilgili önerilerimizi istiyor... Ben hala işin ciddiyetinin çok da farkında olmadan, yoğun iş tempomun içinden ciddiye alınmayacak kadar saçma 1-2 isim önerisinde bulunuyorum ve doğal olarak sıralamaya bile giremiyorum... :)
*
Sonra, Brajeshwari’den yeni bir mail geliyor... Blog için bulduğu isim ve neden o isim olduğuna dair harika bir açıklama... hepimiz çok seviyoruz bu ismi ve ifade ettiklerini... ve oy birliği ile yeni beraberliğimizin temellerini atacak olan blogumuzun ismi “Tofu Grup” oluyor... ve hizmete açılıyor...
*
İlk günler hergün heyecanla takip ediyorum, nedir ne değildir ne işe yarar nasıl kullanılr vs anlamaya çalışıyorum ve yazılan her yazıyı su gibi okuyorum... Bu paylaşımdan çok keyif almaya başlıyorum, o dönemdeki yoğunluğumun içinde bulduğum en ufak boşluğu bile hayatıma yeni giren bu kavramla doldurmaya çalışıyorum. Yazılar üst üste birikiyor ama ben hala izleyici konumundan çıkamıyorum, üye olmayı başaramıyorum... nedenlerini araştırmaya da yazı yazmaya da vakit bulamıyorum... ve günler sonra nihayet büyük gün geliyor ve ilk girişimi yapıyorum... Sonra... Sonrası kendini üretiyor ve hergeçengün oynamak, oynadıkça yeni birşey öğrenmek ve öğrendiklerimi uygulamak ve büyük bir açlıkla her konuda herşeyden bahseden yazıları sürekli üretmekle geçiyor. Ve öyle bir an geliyor ki, çok koştuğumu ve arayı çok açtığımı düşünüp, durma ihtiyacı hissediyorum... Sonra böyle koşmaya üretmeye alışıp duramadığımı farkediyorum ve özgürce, kimsenin hakkını, alanını gasp etmeden daha daha fazla koşmak için yeni bir alan arayışı ile Tofu Gruptan ince sazın doğuşunu izliyorum keyifle... İnce saz da özgürce koşmaya devam ederken de hala büyük bir zevk ve merak ile Tofu Grubu takibe devam ediyor hatta ara ara hızımı alamayıp ufak turlar da atıyorum...
*
Buarada Tofu Grup, emeklemeye başladığı ilk günlerden itibaren hızla harekete geçiyor, 8 kişi ile çıktığı yolda 15 ayrı rengi aynı güzellikte barındıran bir gruba dönüşüyor... Ve sürekli üretiyor... Her güzel şeyde olduğu gibi Tofu Grup ta zaman içinde kabına sığamamaya başlıyor ve kendi içinden yepyeni harika yeni bloglar doğuruyor... İlahi Tatlar, Yansıma ve Yanılsama, İnce Saz, Dengede Reiki, Mevsimlerden Roma, Bulut, Aşka Dair.... hiçbirini diğerinden ayırt edemediğim ve herbirinin Tofu Grup şemsiyesi altındaki büyük bir ailenin fertleri olduğunu düşündüğüm bu bloglar da büyüyüp, serpilip birer yetişkin olarak kendi renkleri ile dolu dolu yoluna devam ediyor.
*
Ve an geliyor, şemsiyenin renkleri azalıyor... Tofu Grubu büyük ve keyifli bir aile yapan tüm renkler birer birer kendi yoluna gittikçe, aile yalnızlaşıyor, sessizleşiyor, özlem çekiyor... Eski kalabalık, rengarenk, coşku dolu günlerin özlemini çekiyor...
*
Ben çok özlüyorum... Biliyorum sizler de özlüyorsunuz....
*
Sevgili Brajeshwari, hiç sesimi çıkarmadım, özgür olmak isteğini anlayışla karşılamaya çalıştım ancak bukadar insanı aynı şemsiye altında büyük bir üretkenlikle toplayan, önayak olan kurucu editör yine burada olmalı... Ara sıra da olsa o lezzetli, dolu dolu satırları ile Tofu şemsiyesinin tekrar dimdik durması için sapından tutmalı... çok yakında bu şemsiyeyi tekrar ele alacağını ummak istiyorum...
*
Sevgili Brajabanita, hani çocuklarla annelerle ilgili anlatacakların... Çok beklettin, hadi artık... bizleri güzel paylaşımların ile düşündürecek ve gülümsetecek satırlar geleceğini biliyorum ve bekliyorum hala umutla...
*
Sevgili Anushila, hani diyorum ara sıra o güzel “Perşembe sohbetlerin”den kısa kısa alıntılar yapsan buraya... O dolu dolu güzel sohbetlerinin kısacık özeti de olsa paylaşsan burada bizlerle... sen bana yolla, ben zevkle yerleştirir süslerim :)
*
Sevgili Subhankari, uzun zaman oldu... o inanılmaz lezzetteki, düşündüren, gülümseten zengin içerikli yazılarını özledim... minicik bir zaman ayırsan kocaman bir yazı çıkaracağından eminim, lütfen minik bir zaman :)
*
Sevgili Indrani, o aksak aksanını, deli dolu hallerini, evin yaramaz kızını özlemeyen yok eminim... Istanbul’u senin gözünden izlemek ayrı bir zevk, oralara gidip lütfen unutma buraları...
*
Sevgili Jahnabi... okul bitti... yaz sezonu bitmeden yazacak çok vaktin ve çok konun olacağını biliyorum... geçen yıl ki güzel tatil anıların üzerine yenileri gelecek, şuanda biriktiriyorsun ve biriktirdiklerini zevkle bekliyoruz... ve yakın tarihte birikecek başka güzel anıların olacak, lütfen onları da paylaş bizimle, birlikte büyüyelim :)
*
Sevgili Betül, tamam buaralar sana biraz izin.... ama 1-2 ay içinde bize muhteşem haberlerle döneceğini ve ardında bıraktığın boşluğu kısa sürede dolduracağını düşünmek istiyorum. Kocaman bir hayal dünyasına sahip güçlü, azimli “pembe etekli amazon”u özledik ve itiraf edeyim, senin minik adımlarla da birlikte büyümek için sabırsızlanıyorum :)
*
Sevgili Navanalini, senin gözünden senin dilinden Hindistan ayrı güzel di... seni de senin Hindistan’ını da özledik ve tabii ki diğer tüm renklerini de...
*
Sevgili Gülçin, gördüğün gibi hala azimliyim, kararlıyım... birkaç parmak bal ile çok uzun süre idare ettik, uzun zamandır ne yazı ne yorum ne cevap... kararlıyım, peşini bırakmamaya. Bir gün bir anda çıkacaksın ortaya tüm biriktirdiklerinle.... sadece ummuyorum, biliyorum... hadi lütfen... :)
*
Sevgili Mehtap, mevsimler ara sıra Roma’dan buralara da uzansa, o güzel kadının güzel esintilerini bu şemsiyenin altında da görsek, hatta biraz da Gülçin’e şantaj falan yapsan... hani kardeşindir, bilirsin motive etmenin yollarını :)
*
*
Sevgili Fatih.... ne desem bilmem ki... minik bir adımla ama güzel bir renkle, bunca bayanın olduğu bir gruba büyük bir cesaretle adım attın ve çok da hoş bir yer edindin, keyifle izlendin... ama Sevgili Fatih, ne yaptın öyle... kendi halimizde çoşku dolu, kişisel gelişim falan derken sen biranda ortalığı karıştırdın, yeni yollara saptın, adımlarını büyüttün ve kızma ama adımların öyle değişken ve hızlı ilerledi ki sana yer açmak için kaçıştı herkes :) ne yapsak, acaba sana yeni bir blog mu açsak... hani sadece sana ait, dilediğince, özgürce yeraltı yerüstü tüm yollara istediğin hızla sapacağın, koşacağın, sürekli liste başı olacağın yepyeni taze bir blog... ne dersin? ben hazırım her türlü desteği vermeğe :) şaka bir yana, Fatih Mika’ya ait bir blog cidden güzel fikir, Tofu Grup şemsiyesinin altında yeni bir sayfa daha.... hadi adını düşün, içeriğini hazırla yapalım, şöyle sergi tadında, gökkuşağı renklerinde... ve tabii Tofuyu da ihmal etmeden ama kimseyi de kaçırmadan ;)
*
Sevgili Çiğdem, Berrin haklı, ara sıra konuk gelsen, o güzel radyo sohbetlerini özet te olsa bizlerle paylaşsan, yep yeni renkler katsan...
*
Hatta isteyen herkes konuk gelse... Mehtap’ın başlattığı harika girişimi gelenek haline getirsek, konuklarımıza kapımızı sonuna kadar açsak...
Ve Sevgili Berrin, seni sona sakladım, Tofu Ailesinin en vefakar en fedakar bireyi... ve tabii ki en üretken... iki yeni harika blog üretmiş olmana rağmen Tofu şemsiyesini hiç bırakmayan, akla zarar, en dramatik konuları bile hem düşündürüp hem gülümseterek okutan o muhteşem şiirsel yazılarına sakın ara verme lütfen... Ve yukarıdaki youmun ile uzun zamandır zihnimden akanları satırlara dökme fırsatını verdiğin için çok teşekkürler...

Sevgilerimle,
Nilambara dd
28.07.2008
Tatile Giderken


Birilerimiz coktan tatilden dondu, ama benim gibi ( yarin) hala gidecek olanlariniz vardir. Giderken yasayan duzenimizin yasamini devam ettirmek her zaman kolay olmuyor. Bu yasayan duzenimizin icinde evdeki kuslarimiz, kedilerimiz ve ciceklerimiz var. Kuslarin uzun sure evde sag salim kalmalarini saglayan sistemlerim de var. Fakat bugun her evde olan bitkilerin tatil suresince sag kalmasini saglayan su sisteminden bahsedecegim.
Bu sistem balkon dahil butun alanlardaki cicekler icin uygulanabilir. Gerekli malzeme sadece elbise torbalarina benzeyen sefaf plastik torba. Torbanin buyuklugune gore icine birden fazla saksi koyabilirsiniz.
Bu sistem bitkinin bulundugu ortamdaki suyu kaybetmemesi uzerine kurulmustur. Buharlasan su torbanin uzerinde tekrar kati su haline gelip torbanin dibine inmekte ve toprak tarfindan emilmektedir.
Iyice suladiginiz cicegin saksisini naylon torbanin icine yerlestirin. Torbali saksiyi saksi altliginin uzerine koyun ( saksi altligi hicbir zaman torbanin icinde olmamali. Cunku buharlasip geri donen su saksi altliginin disinda kalip bitki tarafindan tekrar kullanilamiyor.)
Naylon torbanin orta kisimlarina bir cm. kare capinda uc-dort delik acin. ( Bu delikler bitkinin hava almasini sagliyor ve icerde mantarlarin olusmasina engel oluyor.)
Eger bitkinin kendisi naylon torbayi dik tutamiyor ise, torbayi ust kismindan bir yere baglayin.
Bitkilerinizin (balkonda ise) gunesi dogrudan almasini engellemek icin golge yapacak hasir ve benzeri malzemeler kullanin.
Bu su sistemi ile cicekleriniz iki-uc hafta sorunsuz yasayacaklardir. Benim bes hafta yasattigim ciceklerim dahi oldu. Yukaridaki fotograflar uc haftalik bir tatil donusunden sonra cekilmislerdir.
Fatih Mika 29 Temmuz 2008 Roma
hayata dair konular iyidir...
yetişkin
aklı başında
ağırbaşlı
kadını dışarı çıkarmaya
karar verdim
öyle işte
karar verdim
etek döpiyes şartmıdır ?
radikal değişiklikler
zormuş
kararlılık gerekiyor
karısının kafasına
dışkı
boşaltan
sevan nişanyan ın
yaptığı eylem
iğrenç
lakin
yaratıcı ...
kendini kaybetmek
böyle birşey olmalı
rezalet
zihnime kazındılar
24 Temmuz 2008 Perşembe
Sevgili Gülçin, izninle...
İzninle, buraya taşıyorum, umarım sence sakıncası yoktur... :)
18 Temmuz 2008 Cuma
Sinou

Kızgın ağustos güneşinin, poyrazın Karadeniz’den sürüklediği berrak serin suları henüz ısıtamadığı; daha utanmayı öğrenemedikleri için kızaramamış kırlangıç balığı yavrularının, mavi-yeşilli yüzgeçleri ile şeffaf suların çırpıntılarının, denizin dibindeki kumların üzerinde ışıktan yaptığı kıpır kıpır ebruların arasına gizlendiklerini sandıkları; tekir balıklarının, bir kadının dolgun göğüslerindeki inci bir kolye gibi dağılıp dağılıp toparlandıkları, beyaz bıyıkları ile kumları karıştırarak yiyecek aradıkları bir yaz sabahı.
Ben, ilkbaharda altlarını laciverde, üst kısımlarını maviye boyadığımız; küpeştelerine beziryağı ve vernik çektiğimiz kayığın; iskarmozuna yağlı kayışlarla bağlanmış kürekleri gıcırdatarak ağır ağır çekiyorum. Havada sadece kayığın yardığı dalgalar ile küreklerden damlayan suların sesi var. Üzerimizde martılar dolaşıyor. Sinou yanıbaşımda kulaç atıyor. Hedefimiz Menekşe’den Kalinora Burnu’na kadar gidip gelmek. Aşağı yukarı beş kilometrelik bir mesafe bu.
Suları kulaçlıyan Sinou’nun terleyen sırtı artık su tutmuyor. Yuvarlak su taneleri bronzlaşmış derisinin üzerinden kayıyorlar. Sinou suların içinde neler görüyor, aklından neler geçiyor bilmiyorum.
Sonra dönüp Haylaf Plajı’nin duvarlarından karides süzeceğiz. Atatürk Köşkü’nun önündeki kırmalıkların üzerine sandalı demirleyip, pirçon zogalarımızın kurşunlarının üzerini çakı bıçağımız ile temizledikten sonra civa ile parlatacağız. Yem olarak karides taktığımız parlak pirçonu denize, masallar dünyasının balıklarına atacağız. Biz hep büyük balıklar, iri karagözler, eşkinalar, mercanlar düşlerken; karideslerimizi kuçüçük izmaritler çalacaklar. Ama akşamüstü kayıkhaneye dönerken yinede elli parça ispariyi, birkaç iri istavriti livara koymuş olacağız.
Anılarımız, çoktan hücrelerimizde erimiş elle tutulamayacak kadar uzak, fakat yalan olamayacak kadar da yakınlar. Biz Taksim’in göbeğinde Sinou’nun dört duvar arasındaki bürosundayız. Ben e-maillerimi kontrol ediyorum, o otelin çalışanlarına bordrolarını imzalatıp maaşlarını ödüyor. Bir ara “Fatih çıkalım” diyor. Eski İstanbul apartmanlarının döne döne inen dar merdivenlerinden inmek için koluma giriyor. Benim gözlerim yaşarıyor. Ağırlaşan saçlarımız, fazla kilolalarımız, dört duvarlar arasına sıkışan hayatlarımıza aldırmıyorum da; bir merdivenden bile tek başına inemeyen, gençliğimizden bu kadar uzaklaşmış vücutlarımıza katlanamıyorum.
Harun ısrarla telefon ettiğinde benim ikinci göz ameliyatımı merak ettiğini sanıyor, biraz sonra eve dönünce “ben ararım” diyor telefona cevap vermiyorum. Ama mesaj hemen yetişiyor “Şinasi’yi kaybettik”. Donup kalıyorum. Azizi kaybettiğimizdeki gibi hıçkıra hıçkıra ağlayamıyorum.
“ne diye korkalım ölümden
ölüm yaşayacaklarımızı alabilir
yaşadıklarımızı değil “
Sinou ile, bir kısmını TOFU’da da yazdığım ( daha da yazacağım bitmez tükenmez) anılarımız; kuşlarla, balıklarla, denizle, politika ile, kavgalarla birlikte geçirdiğimiz kırk yıllık arkadaşlığımız var.
Güneş ile MSN’de yazısıyoruz. “Fatih Ağbi, önümüzdeki çarşamba günü babamın evini boşaltacağım, özellikle istediğin bir şey var mı?” diye soruyor. Gözümün önüne Şinası’nin evi, eşyaları, duvarlarındaki benim gravürlerim, iki kuş kafesi. Sinou’nun öldüğünü öğrendiğimde aklıma ilk gelen iki kuşu. İşte gurbet bazen böyle bir şey, o kuşları alamayacağımı, onlara bakamayacağımı biliyorum. Ağlamaya başlıyorum. Gözyaşlarım bilgisayarın tuşlarının üzerine düşüyor. “Güneş, bana varsa balık takımı sandığını, olmazsa bi iki zoga, biraz misina ayır” diyorum.
Roma 14 Temmuz 2008
15 Temmuz 2008 Salı
zihnimin rengi uçuk mavi....
ezber bozdurabilsem..
biraz bilge
biraz cool
biraz cool/bilge
akla gelmeyenleri
düşündürebilsem....
hayatın çömleğini
ellerimle
gülümsesem...
tutkuya
tutkuyla
dost olabilsem...
böyle işte
tatil zamanı
4 Temmuz 2008 Cuma
Haritayi saklayabileceğin en güvenilir yer

Hepsi bir şekilde classify edildi.. Dizildi.. Vazgeçemediklerimi bir zaman için elimde tutmaya karar verdim. Ama gözümün önünden uzaklaştırarak.. Onları da bir mevsim sonra elden geçireceğim.. Sonuçta gardrobum 6 ay öncesinde 10 kilo vererek, beklettiğim hiçbirşey kalmadı. 5 torba atılacak, 2 torba tekrar elden geçirilecek... Gardrop şimdi bomboş görünüyor gözüme... Olsun.. Hepsi görevlerini yapıp, başkalarının işini yarayacaklar artık.....Güzelce vedalaştım.
Hayatım boyunca, elimde olanlara bağımlı olmayayım diye alışkanlık edinmekti amacım.. Oysa ben, başka yerlerde yattığı yatağı yadırgayıp, eve geldiğinde “yatağımm” diye koşan biri olmuştum... Olmazsa olmazlarım beni düğüm düğüm bağlıyormuş çokca... Artık bunlardan kopmaya başladım.. Çünkü kafam her yere benimle geliyor ki, bu yeterli... Kendime sahip olmak dışında istediğim birşey yok...Yatak, sedir, çadır hiç farketmez her yerde uyurum artık...Tanrı bana uykuyu verdiği sürece, uyuyacağım yerin ne önemi olabilir ki..
Ancak açlıktan ölecek insan “Açlığı” ve “doymayı” bilir diyor okuduğum kitap.... Sıfır noktasından bahsediyor.. O nokta ancak öğretebilir bize elimizdekinin değerini ve yaşamak-elde etmek istediğimiz şeyin tükenmez arzusunu... Oysa herşeyin fazla fazlasına boğuluyoruz... Bir mağazaya girdiğimizde, istediğimizden fazlası üstümüze üstümüze geliyor –gözümüze gözümüze sokuyorlar... 5 parça ihtiyaç almaya gidip, torbalarla dönüyoruz marketten eve... Hani olur ya diye aldıklarımız, bu da olsun dediklerimiz ve daha neler neler..
Beynimizde de düşünceler birikip birikip, biz biriktirip- biriktirip öğütemez duruma getiriyoruz o düşünceleri... Sonra herşeyin bir dolu yargısı, geçmişi, gelecek kaygısı başlıyor böyle...Tıkıştır tıkıştırabildiğine...Yer varsa artık...
Sadeleşmek istiyorum. Yada ağırlığı fazla gelen bir gemi gibi hafiflemeye karar verdim.. Artık “olsun, dursun, bakarız” yok...Var yada yok...Evet yada hayır olmalı...İnternette her gün girip spam mail sildigim iki hesabimi da sildim... Zaman kaybediyordum, Niye vardı onlar onu da bilmiyorum.. Sonra o da yetmedi facebook hesabimı da sildim.. Rahatlıyorum adım adım... İnternettin sonu yokken, bende bu sanal çöplükte yer işgal ediyormuşum bilinçsizce... Sildim...Umarım internet ve benim içinde boşluklar gerektiğince iyi bir şekilde dolar...
Bugün kendim için birşey daha yapacağım...İzninizle bunu size de bildirmek isterim..
Yıllardır yazı yazıyorum..Yazmaya da devam edeceğim...Çünkü ben olduğum sürece sözcükler- cümleler hep var olacak. Elbet izdüşümü bir yerlere yansıyacak..
Tofuda geçirdiğim 2 yıl boyunca, yazı yazma disiplinimi tekrar aktive ettiğim için –Tofuya ve onu oluşturan birlik ruhuna müteşşekkirim. Ayrıca blog oluşturma konusunda, sadece başlangıç adımını attığım halde beni editör olarak sık sık onurlandırdığınız içinde hepinize teşekkür ediyorum.. Hepiniz artık blog konusunda bir uzmansınız.. Görüldüğü gibi blogumuz yavrular verdi bir sürü...
Beraber yazdığımız sürece-birbirimizden haberler aldık.. Kendimizi paylaştık.. Zaman ve mekan kavramından sıyrıldık Tofu sayesinde... Ayrıca buluşmalarımızda sohbetlerimize yazılarımız hız kattı, daha çok ilerledik “nasılsın”- ne yapıyorsun” diye sormaktan öteye...Tofu iyi bir birlik oldu... Çok keyifle yaşadık onu hepimiz...Dostluğumuzu pekiştirdi, varolanı güçlendirdi veya yeni dostlar kattı ailemize...
Ama Tofu artık ilk gün ki heyecanını taşımıyor... Taşımamasından kimseyi sorumlu tutamam... Hizmetini çok güzel yaptı Tofu benim için... Kelimelerle aramızı yaptı, bize kendimizi yazdırdı, birbirimizle kaynaştırdı... Ben artık hayatımdaki temizliklere bir yenisini daha ekliyorum.Tofu’ya şimdiye kadar verdiği hizmete teşekkür ederek....Onu daha fazla yormayarak – zorlamayarak.... Şimdiye kadar yaşattıkları ve yaptığı bağımlılık için minnettar kalarak...
Hepinizi ayrı ayrı çok seviyor...Güzel Tofu günlerini çok güzel anmaya devam ediyor olacağım..
Bu bir sitem asla değildir.. Bu tamamen kişisel bir karardır...Lütfen böyle algılayın..Hepinizin saygı duyacağından eminim.. Dışarda harika bir hayat var....Orada görüşeceğimizi ve yeni paylaşımlara açılacağımızı biliyorum hep beraber veya teke tek?...
Kendinize iyi bakın...
Ayrica hepiniz blogta herşeyi yapabilecek yetkilere sahipsiniz artık...
Tofu’nun ilk nefes bulduğu “başlangıçlar güzeldir” yazısından bir cümle ile bitirmek istiyorum son sözlerimi... Sessiz kalıp, içten içe Tofuyu terketmek yerine...Yazarak onunla vedalaşmaktı niyetim sadece... Çünkü bence Tofu benim için böylesi güzel bir son’u hakediyor...
“ Haritayi saklayabileceğin en güvenilir yerin yüreğindir."
Hoşçakal Tofu.... Benimle yüreğimdekileri şimdiye kadar paylaştığın için teşekkür ederim..
İyi günlerde buluşalım hepiniz ile yine....
27 Haziran 2008 Cuma
Yirmi Yıl Önce

Ayıldığımda ameliyat masasına yerleştiriyorlardı. Yandaki ameliyat masasında karnı mezgit balığı gibi açılmış bir adamı etrafında midye ayıklar gibi bir sürü insan ameliyat ediyorlardı. Karşımda ise üzerine yeşiller giymiş kaptan pilot sanki ikinci bir kazanın hazırlıklarını yapıyordu. Uçaktaki onaltı yolcu, kaptan pilottan hiç de aşağı kalmayan yeşil giysileri ve kaynağını nereden aldıklarını kestiremediğim bir güç ile etrafımı sarmışlardı. Sanki aynı uçakla düşmemiştik. Birisi ağzımda takma dişim olup olmadığını sordu., bir diğeri iğneyi koluma bastı.
Musalla taşından tek farkı, sol kolunuzu enlemesine uzatabileceğiniz kol kadar bir çıkıntının olduğu ameliyat masasının üzerini musalla taşının ki gibi parlak öğlen güneşi değil; muhallebi kasesi gibi bir yığın lambanın dizildiği kocaman bir avize

Ameliyathaneden çıktıktan sonra yolda Emine Hanım Teyze’yi gördüm, elbette sevindim. Fakat yine de limonatacıların, mısırcıların, ekspres piyango bileti satanların arasında görünce şaşırdım. Şunu da atlamadan hemen söyleyeyim, limonata içmek ve patlamış mısır yemek içimden geldiği halde ekspres piyangoya hiç ilgi duymadım. Bunu nasıl yorumlarsın bilemiyorum. Belki de limonata içmek ve patlamış mısır yemek için ekspres piyangodan ikramiye kazanmama gerek yoktu.
Emine Hanım’ın çok üzüldüğünü, yorulduğunu ve ameliyatın sonuna kadar bekleyeceğini biliyordum. Eğer işler yolunda gitmese idi kabak Emine Hanım’ın başına patlayacaktı; ve o zaman üzülme olanağım olsaydı duyabileceğim en büyük üzüntüyü Emine Hanım için duyardım. Biz kendi ellerimiz, kafamız ve ayaklarımızla bir yerden bir yere zor gideken; kendi elleri ve ayakları ve kafası ile bir yere gidemeyen adamı paketleyip ülkesine göndermek kolay bir iş olmayacaktı.
Yumurtadan yeni çıkmış sığırcık yavruları gibi halsiz ve çıplak; ve mezbahada yeni kesilmiş etlerin ki gibi anlamsız bir titreme ile ağır-bakım odasına geldiğimde, artık herşeyin başının direnmek olduğunu anlamıştım. Ertesi sabah ayaklarımın üzerine diktiklerinde kırılmış kabuklu sümüklüböceklerle bir defada iki kayabalığı yakaladığım çocukluk günlerimdeki gibi sevindim, ama bozuntuya vermedim.

Bu arada birde tıp konusunda ki düşüncelerim değişti. Hastahaneye yatmadan önce tıbbı bir bilim olarak kabul etmiyordum. Binlerce çeşit insanın bulunduğu bir dünyada tıbbın evrensel kurallar yaratmasının mümkün olmadığı kanısındaydım. Fakat şimdi öyle düşünmüyorum. Çünkü vücut ısısının 37°C den sonra her insan için yüksek olduğunu, insanların önceden numaralandırılmış normal, alçak yada yüksek basınçlarının olduğunu öğrendim. Şimdi tıp bilimine olan inanç ve güvenimden ben de kendime bazı tıbbı aletler almaya karar verdim. İlk aklıma gelenler bir derece, oksijenli su, tentürdiyot, gazlıbez ve yara bandı. Yara bandlarının banliyö trenlerinde satıldığını daha önce görmüştüm, diğerlerini nasıl elde edeceğimi bilmiyorum fakat hastahanede güvendiğim bir doçent var ondan yardım isteyeceğim.
Tüm insanların bu arada bazı doktorların da insan sağlığı konusunda hiçbir şey bilmediklerini de öğrendim. Bu insanların tümü birden şimdi öteki böbreğime dikkat etmem gerektiğini söylüyor. Sanki iki tane kalbim varmış gibi.
Yurtta ki arkadaşlarımın benim ameliyat olduğum cuma gününden itibaren beş gün süre ile yemekhanede böbrek yemediklerini duyunca bunun bir dayanışma biçimi olduğunu düşünerek önceleri çok duygulandım. Ama şimdi bunun bir dayanışma biçimi mi? Yoksa analiz sonuçlarının gelmesi ile bir ilgisi olup olmadığı konusunda net bir karar vermiş değilim.
Ama yıllardır beslediğim güvercinler o kadar vefalı çıkmadılar. Analiz sonuçlarının geldiğinin ertesi günü onları hastahanenin çöplüğünde birşeyin etrafında üşüşmüş gördüm (içlerinde kırmızı kanatlı bir mısıri de vardı). Önce üzüldüm, sonra onlara hak verdim. Çünkü hayat vefakar olmak için değil yaşamak içindi.
3.temmuz.1988 Sarayevo
Ameliyat olduktan 5 gün sonra yazmışım.
12 Haziran 2008 Perşembe
görmek - görmemek - görememek ......
yeni bir yer yaptım
ilgi - alaka için bulut
8 Haziran 2008 Pazar
KALE
Kuleleri
Yolları
Yalayıp getiren bir rüzgar da değilim
Son ve başlangıçla birlikte
Tapınaklar ve meydanlar içinde
Bir esintiyim köşeleri dolaşan
Kendisiyle buluşan bir esinti sadece”
Bejan MATUR

Biz Cumartesi günü Kale’ye gittik. Festival varmış Ankara Kalesi’nde… Gezeriz diye, fotoğraf çekeriz diye, keyifli bir gün geçiririz diye, beraber oluruz diye… Hayatlarımızda bir nefeslik de böyle bir hoşluk olsun diye…
Öyle de oldu… Bir sürü fotoğraf çektik. Aslında doğrusu daha çok Berrin ve Brajeshwari çektiler. Çok güzelleri var içlerinde… Bir sürü poz verdik, kendimizi “model”miş gibi bile hissettik zaman zaman… Eğlendik kısaca…


Dedim ya kolay kolay girilemeyen yerlermiş kaleler… Şimdi bizim öyle kolaycacık girdiğimize bakmayın. Zor girilirmiş bu yapılara eskiden. Ancak gücünü ispatlamış ve kaleyi zapt etmiş olan girebilirmiş o heybetli mekana... Büyük bir zaferle… Atının üstünde dimdik (niyeyse atla girilmeliymiş gibi geldi işte)… Mağrur bir eda ile… Zafer kazanmış bir komutan olarak işte…
O yüzden kaleyi korumak da çok önemliymiş. Fazla söze gerek yok, ölüm kalım savaşı işte… Ya da “var olma”/”yok olma” savaşı aslında… Yok olmamak için savaşmak… Kaybedersen yok olacağını zannetmek yani…
Ama zaman geçmiş, böylesi kaleler ile böylesi savaşların devri bitmiş... Şimdi daha çok "iç" savaşlar yaşanır olmuş…


Ohooo, amacını aştı bu yazı… Yazının amacı güzel bir cumartesi gününü özetlemekti… Ama işte böyle şeyler düşündürttü “kale” sözcüğü bana bütün gün… Orada bir zamanların o heybetli günleriyle dalga geçercesine yaşanan bambaşka bir düzeni seyreder, “festival” etkinliğine (!) katılırken bir taraftan da bunlar geçti içimden…
Evet, bizim haftasonu “kale” maceramız böyleydi…
30 Mayıs 2008 Cuma
ANTICO CAFFE GRECO

Gabriel Garzia Marquez’in “Yüz Yıllık Yalnızlık’ındaki gibi hiç bitmeyecek sandığımız yağmurlardan sonra Roma’yı birdenbire afa sıcakları kuşatıyor. Kızgın güneşin altında geniş Piazza Del Popolo’yu geçmeyi artık gözüm almıyor. Metrodan İspanyol merdivenleri Durağı’nda inip, Roma’nın en pahalı dükkanlarının bulunduğu gölgeli dar sokakların tadını çıkara çıkara akademiye gidiyorum.

Az ilerideki küçük balıkçı dükkanında balıklar tezgaha yerleşmiş bile. Levrekler, çupralar, mezgitler; küçük dükkana sığamayacağı için kılıcı kesilmiş bir kılıç balığı. Baliklara bu kadar yakin denize bu kadar uzak olmak beni hüzünlendiriyor. Icimden Ozan’a “gel seninle yer degistirelim” diyorum.
Angelo Sagnelli “Fatih seninle 'Antico Caffe Greco'da uydudan ve bazı şehirlerde kablolu yayın yapan Uluslararası SKY TV için bir ropörtaj yapmak istiyorum ama bir Türk şairinden de bahsedeceğiz bana bir isim önerebilirmisin?” Diye sorunca önerisini hemen kabul edip, şair olarak İlhan Berk’i öneriyorum. Şiirleri, Deniz Özdoğan Tükçe okuyup anında sıcağı sıcağına tercüme edecek.
Roma’da kuşların yuvalarını, yabani çiçeklerin gizli gizli açtıkları harabeleri bilen ben “Antico Caffe Greco”yu bilmiyorum. Telefonda Angelo Sagnelli bana “28 Mayıs’ta saat 10.30’da Caffe’de buluşalım TV ekibine haber verdim” diyor. Bana adresi tarif ederken telefonda gülümsediğini hissediyorum.

Daha bir kaç gün önce tanıdığım tiyatro sanatçısı Deniz Özdoğan, bu alel acele organize edilen programa katilmayi kabul edip İlhan Berk’in şiirlerini sevgi ve beceri ile okuyup anında sıcağı sıcağına İtalyancaya çeviriyor.
“Yeni yeni anlıyorum
Her şey şu gecelerin içinde oluyor
Aydınlığa her şey hazır çıkıyor
Su geceleyin yürüyor dikkat ettim
Geceleyin biz uyurken ağaçlara
Hiç unutmam bir gün geç vakit
Tam benim geçtiğim zaman rastlamıştı
Büyüme saati bir ormanın
Şöyle iyice dinlesem sanırım artık
Bütün ormanları büyürken duyarım
Beni beklemişler kardeşciğim
Beni bu ağaçlar, nehirler, gökyüzü
Geleyim anlatayım diye bir gün kendilerini
Bir kere girdikten sonra şiirlerime
Bilmişler bir daha ölmeyecklerini
İLHAN BERK”
Fatih Mika 29 Mayıs Roma