20 Ağustos 2008 Çarşamba

Yüzü Zeytin Aşkımın / 2. Bölüm


Limana girdi… Tekneyi her zamanki yerine kadar götürüp, ahşap iskeleye bordaladı. Nefessiz kalmış motor, öksüre öksüre sustu. Bir oh çekti. Tekne şaşkınlığını üzerinden atamamış, utanmış, korkmuş bir vaziyette limanın durgun sularına bakıyor, arada sırada kaçamak bakışlarla sahibini izliyordu. Ahşap tekne, “çıt” çıkarmıyordu.

Sol ayağından kanlar akıyordu. Pervane ayak parmak uçlarını kapmış, etlerini yırtmıştı. Elleri kan içindeydi. Ağladı. Yaşlarını sildi gözlerinden, kanlı elinin tersiye. Yaşıyordu, sağlam denilebilecek kadar iyi durumda sayılırdı tüm yaralarına rağmen. Kıç güverteye sırtüstü uzandı. Kahkahalar attı acıyla. Birinin onu duyup yardıma gelmesi için “İmdat” diye bağıramayacak kadar gururluydu… Mendirekte şarap içen ve bir yandan olta atan köyden birkaç genç yardımıyla tekneden çıktı. Evine getirdiler balıkçıyı.

“Çocuklara hiçbir şey söyleme, yoksa…” diyebildi sadece karısına. Başka konuşmadı. Yaraları pansuman edilirken, baygın, uykuya daldı.

Yaklaşık bir hafta dinlenmesi gerekti. Evin avlusunda yırtık ağları onardı. Arada sırada çocuklarla oynadı. Onları koklamak ne güzeldi... Karısıyla fazla konuşmadı… Mahcuptu. Yenikti kendine. Kahveye hiç inmedi. Kendini ziyarete gelen eş, dosta kaçamak yanıtlar vererek, ortadan kaybolmayı yeğledi.

Paragat takımını sahilde buldular. Takım tamamen boşalmıştı. Bir kısmı balıkçıların ağlarından çıktı. Sadece sepet kaldı geriye. Yeni bir takım yapmak için en az üç gün çalışacaktı. Elleri hızlı çalışmasına izin vermedi.

Akşamları bira içerdi… Bazen de şarap… Gece eve gitmek istemediği anlardı bu anlar. Yorgun, yenik kimi zaman beş parasız… Karısı ona ne kadar şefkatli davransa da onun şevkatini acıma gibi algılar ve kadını aşağılardı. Görücü usulüyle evlendiği karısını ancak içki içince sevebilmiş, sevişebilmişti...Ona da haksızlık yapar, farkeder, yine utanır ve yine denize giderdi ya... “Senin elinden zehir olsa yerim valla, hele şu hoşmerimin yok mu? diye arada bir övmeyi, gönlünü almayı ihmal etmezdi çok nadir de olsa...

Yüzünde, zeytin ağaçlarınkine benzer izler vardı. Oysa ki o zeytin ağaçlarına yaklaşmaz, bakmaz, umursamaz bir tavır içindeydi hep… Yalan söylüyordu işin açıkçası, yüzü “zeytin” dese de... Ruhu, poyrazın, lodosun en dayısına kafa tutan fakat tek bir yanlış hamlede boynu kırılan, vahşi orkidelere benziyordu artık...”Yorgunum” diyordu bazen bana, utana sıkıla... O bir yandan çeker hani bir yandan da balık... Biraz sen ona gidersin ve biraz o sana gelir… Ve bir anda tınnnn diye bir ses…. Kalbin “Geçmesin, olmasın!!!” diye atmaya kıyamadığı o an, o sessizlik… Kaçan balık, bir daha kaçan balık, koyu lacivertteki yalnızlık, hiç olmazsa bu sayede yine hayaller ve yine hayaller, devam eder....
Bunların arasında bir sağa bir sola yığılarak, kah kendiyle dalga geçerek, gülerek, kah küfrederek, gezinip duruyor ve böyle yaşıyordu hep o.

Fok gibi gezinen, soluyan, bir görünüp bir yok olan, bir aşıktı o. Gücünün ve denizdeki ustalığının kendisine verdiği büyüklük, efendilik duygusu, alkolle birleşince, acımasız bir kişiliğe bürünürdü. Alkol onun sığınağıydı. İstemediği düşünceler korkulardan uzaklaşıp rahatça ava çıkmak, avı, denizi, ağı, yemi, balığı, kerterizlerini, hareketlerinin teknesiyle olan uyumunu düşünmek, planlamak, rüzgara yüzünü vermek, dalgalarla sevişmek, savaşmak, tüm bedeni titreyinceye kadar üşümek, yorulmak ve ardından bitkin bir halde… Duru ve karanlık sonsuzluğun ortasına attığı çapanın insafına kendini teslim ederek, gözlerini yumduğu, bir sığınak.

Avlandığı kıyılarda yaşayan ve ağlarından, paragatından balık çalan foku kendine benzetirdi. Mağarasında uyuyan yalnız yaşayan foku bu yüzden severdi, hem de çok.

Susardı, korkardı talihinden, anlatmazdı kimseye “fokun nerede yaşadığını”... Yaşadıklarına şahit olduğunu düşünür,onunla konuşur bazen balıkların ve bazen de sessizce sevgilisinin nerede olduğunu... Sorardı ona…

Mağaranın önünde durup paragatı yemlerken sesinin yankılarını dinleyerek türkü söylerdi foka; beni kızdırdığını bilip, kahkahalarla gülerek.

Saatlerce kayaların üzerinde oturup, yanında üç beş takım ince misina, mazmoz için iki çay kaşığı kopanesti, kırık dökük bayat ekmek, bolca yedek iğne, taze sardalya; sargoz avlardı… Dikkatini dalgalara ve dalgaların içinde kıyıya doğru sürüklenen misinasına verir, herşeyi unuturdu. Kayalar, köpükler ve rüzgar. Bu üçünün arasına usulca büyük bir zerafetle saldığı olta onu geceye bağlardı… Sevgilinin ince ve ürkek elini tutmak gibi heyecan vericiydi, oltanın ucundaki hassas dokunuşlar. Elinin hassasiyeti yetmezse, dudakları arasına alırdı misinayı, gözlerini yumardı.

Yaklaşık bir kiloluk sargoz, kendine, karısına iyi davranmak için yeterli bir sebepti… Çocuklara sevdikleri çikolatadan almayı unutmamalıydı. Kafasında kurduğu arzunun gerçekliğine yaklaşmış olmaktan mutlu, şarabını yudumladı… Balığa baktı, öptü, sepete koydu. Ayağa kalktı. Denize sırtını verdi. Patika yolun üstündeki zeytin ağacının yanından geçerken, durdu. Sigarasını yaktı, Midilli’ ye doğru baktı . Gülümsedi.

Ağaca yaklaştı ve fısıldadı :
“Bir daha ki sefere. Güzelim. Bir dahaki sefere ...”

Nesimi Ozan Veryeri – 2005
overyeri@yahoo.com
http://www.ozanveryeri.com/

16 Ağustos 2008 Cumartesi

Yüzü Zeytin Aşkımın / 1. Bölüm


İşinin bittiğini düşündü. Teknenin küpeştesine vuran deli dalgalar pervaneye dolanıyor ve ardından ufak saçmalar gibi yüzüne vuruyordu balıkçının. On saniye, beş dakika, yarım saat öncesi, biraz evvel tekneye aldığı kocaman siyah orfozun can dolu bakışları öncesi, ölmesini seyredişi, onu eliyle okşayışı öncesi, eve dönmeden önce limandaki kahvede içmeyi hayal ettiği bir bardak sıcak çay hayali öncesi… Ve çocukları... Aklına düştü, gözlerinden aktı. Boğulmak üzereydi şimdi.

Çocukluğundan beri denizdeydi, özel yatlarda gemicilik yapmış trol ve gırgır teknelerinde kaptanlık yapmıştı. Ege adaları ve Akdeniz kıyılarının renkleri, kültürü, güzellik ve bereketiyle dolu bir yaşamı olmuştu…

Ve kadınlar… Sadece onda, yaşamak istediği aşk denizini buldu. Onu çok sevdi. Yaşam balıkçıya bu sefer cömert davranmak niyetinde değildi oysa ki… Adayı saran çılgın salgın hastalık sevgilisini, balıkçı uzak denizlerden döndükten hemen sonra elinden aldı.

Kadını altın ve gümüş takılarıyla süsledi. Mezarın başına isim yazmadı, süslü bir taş koymadı, sadece bir zeytin fidanı dikti. Sevgilisinin kırmızı eşarbını son kez kokladı. Zeytine sardı. Adadan ayrıldı.

Uzak denizlere bir daha açılmadı. Denizlerin ona sunduğu bereketin hesaplaşması mıydı, kaderin sevdiği kadını elinden alması? Yaşam kendisine haksızlık etmişti. Aklındaki aşkı her gittiği yere taşıyan isyanı, onu, çekilmez bir kişiliğe bürümüştü. İzmir’in Karaburun kasabasında, doğduğu köye dönmüş, herşeyden herkesten uzakta, teknesiyle kıyı balıkçılığı yaparak geçimini sağlıyordu.

Evlendi ve çocukları oldu. Çocukları, bazen içinden geçse de “ Seni seviyorum” diyemediği eşi için, bildiği tek iş olduğu için ve en önemlisi sevdiği için denizdeydi… Yaşadıklarının ardından ondan geriye bir tek “deniz” kalmıştı...

Balıkları, teknesi, ustalığı onu “kendi” yapan varlıklardı. Artık alkolikti, en büyük kusuru buydu onu seven ve sevmeyenlere göre… “Ben bu denizleri, denizin altındaki kayaları, balık yataklarını seviyorum. Ölürsem en çok neye üzüleceğim biliyor musun? Ha, biliyor musun? Bilmiyorsun, kimse bilemez. Bu mercanları, bu sargozları, sinavritleri başkalarının yakalayacağına… Kimler avlayacak onları, kimler ? … Kimseyle paylaşmak istemiyorum onları. Kimseyle... Anlıyor musun ?” diye konuşurdu içince…

Yalnız avlanırdı. Bazen arkadaşlarını da alırdı tekneye ama genelde teknede birine kızar,
kavga eder, hepsine kızar, bazılarını limana varmadan suya atar ve eve kapanırdı. Ertesi gün o adam gider sanki başkası gelir, tüm güler yüzü ve şefkatiyle arkadaşlarına rakı, şarap balık ısmarlar, barışırdı. Tüm köy, aksiliklerine alışıktı.

Tekne içten dümenliydi. İleri geri hareket eden manivela koluyla, sancak iskeleye dönüyordu. Balıkçı, denizde kendine çok güvenmenin en büyük hatalardan biri olduğunu
biliyordu. Hava patlak olduğunda kendini tekneye bağlardı. Denizden korkardı sevdiği kadar. Sağ eliyle dümeni idare ederken sol elinin bileğine izbarço bağıyla ve teknenin kıç bodoslamasından çıkan babaya kazık bağıyla 3,4 metrelik bir halatı toka ederdi. Fırtına vardı. Yarım saat önce “Geliyoruuuummmm…” diye seslenen poyraz şimdi delice bastırıyor, balıkçının gözlerinden yaşlar koparıyordu. Sahilden uzak durmayı tercih etti. Kıyı seyri en tehlikeli seyirdi böyle havalarda. Karanlığın içinde, sabah dört buçuk, yalnız, yine çok yorgun, ağır ağır dönüyordu limana. Günün doğmasına on güneş boyu zaman vardı. Limanı pruvaya almasına izin vermiyordu hava… İskele bordadan göğüslüyordu denizleri tekne.

Sigarasını yaktı, Midilli’ ye doğru baktı. Gülümsedi. Paragat sepetini farketti. Sepet, güverte üstünden denize düşmek üzereydi. Kendine küfretti. Oltayla avlanırken, “Geliyorum” diyen havadan kaçmak için aceleyle çektiği çapanın ardından sepeti kamaranın içine almayı unutmuştu. Sol elindeki ipi çözmeden sancak küpeşte üzerine basarak sepete uzanmaya çalıştı. “Denizde ilk hata son hatadır” demişti ona babası. Daha çocuktu o zaman....

Tekne yükseldi. Balıkçı, hissetti....Siyah denize baktı. Anlaşmak şansı yoktu, çok geçti, kızgın dalga, göğsünün önünde yükseldi, gökyüzündeki çoban yıldızı yok oldu… Osmanlı tokadı genç teknenin iskele bordasında patladı. Tekne, balıkçının kışın vadi içlerinden sürerek avını yaptığı, kurşun yiyen semiz anaç bir domuz gibi yerinden sıçradı.

Motorun gazını sabitleyen ip boşaldı. Egzostan gelen boğuk sesler, kopan gürültünün yansımaları oldu. Balıkçı, dizlerinin üzerine, küpeşte ile kamara arasına kayarak düştü. Sağ elinin bileğini incitti. Kamaranın üzerinden ve her yerden denizler geliyordu. Sol eliyle sepeti hala tutuyordu. Sağ elinin iş görmez olduğunu hissetmedi. Teknenin içine alınan ve ölmek bilmeyen bir mürenin tahtalara geçirdiği dişler misali var gücüyle tutunmaya çalıştı küpeşteye. Dalganın yarattığı boşluğa düşen tekne bütün ataletiyle sancağa yattı. Suya düşeceğini hissettiği anda paragat sepetini sol tarafa attı balıkçı. Sepetle birlikte suya düşmek “Ölüm” demekti. 400 iğnelik paragatın bir tek iğnesinin kendisine takılması sonunda yüzlerce metrelik takıma çapariz olabilirdi. Vücudunun yarısından çoğu teknenin dışına taşarken ileri doğru baktı… Düşüyordu balıkçı.. .

“ Haydi bre Efeeeee” diye haykırdı. Sol eliyle kendini suya iterek, tekneden olabildiğince uzağa düştü. Burnundan genzine dolan soğuk suyu, henüz kafası yüzeye çıkmadan kusmaya çalışırken, tekneye kendini bağlayan ip acımasızca bileğine asıldı. Üstündeki kıyafetlerin yarattığı ağırlık ve vücudunu kendine çeken dalgalar bileğini parçalamak istiyordu.

Tekne ne yapacağını şaşırmış... Sahibini arıyor, tek silindir, 11 beygir, kızgın pancar motor ise olanı biteni anlamış gibi devrini rolantiye düşürüyordu. Dümen suyu, altından geçerken balıkçının vücudunu yalıyordu. O anda teknesinin her gün, her an konuştuğu arkadaşı, dostu olmadığını cansız olduğunu düşündü, ama buna inanmak istemedi… Teknesi “Hadi gel, gel be kuzum , beni yalnız bırakma, ne yapıyorsun orada? diye yine de konuşuyordu sanki… Üzerindeki kalın gocuğun içine dolan su bütün bedenini sıkarak nefes almasını zorlaştırdı.

Bir süre, yalpalayarak ilerleyen teknenin ardından, sürüklendi. Nefes almaya çalıştı. Sadece nefes almak… Bileğini artık hissedemiyordu.

Yakamozlardan oluşan bir samanyolu içinde, dalgaların içinde sürükleniyordu…


Suratına çarpan dalgalar gitmiş , yüzünü okşayan sıcak eller gelmişti karanlık suların içinden... “Sevgilim, güzelim, bak yüzüme, bak işte çağırdığın gibi geldim. Sen ve ben ikimiz beraberiz” dedi kadın…

Vicdanı, ağzındaki sudan hiç çıkmayan tuz gibi, son kalp atışlarının içindeydi hala bir şekilde. Canı çıkmak üzereydi ama vicdanı paçasına yapıştı ve sıcak, ufak elleriyle onu çekiştiren bebeleri oldu, kulağında ve gözlerinde karısının çığlıkları... Dalgalar mı gerçekti, çığlıklar mı, soğuk sular mı, sıcak eller mi?...

İşinin bittiğini düşündü. Balıklar, siyah orfoz, limana dönünce yudumlamayı düşündüğü sıcak çay, ve çocukları gözlerinin önünden geçiyordu. Boğuluyordu balıkçı yakamozdan samanyolunda... “Az kaldı, az kaldı aşkım, dedi kadın tekrar, bembeyaz...

Dalgalar onu köyüne, ölüme, götürüyordu. Dalgalar onu sevdiğine götürüyordu.

Solumak için kafasını yukarı kaldırdı. Suratına çarpan sular, ona “ Kendine sor, kendine sor .“ diyordu. “Sor artık şu soruyu kendine ve yanıtla, bak Kimi istiyorsun, neyi istiyorsun. Söyle kendine, söyle bize artık ” dedi dalgalar...

“Görüyorum ellerini, saçlarını kokluyorum, beraberiz, istediğim, hayal ettiğim bu benim…” diye yanıtladı balıkçı.

O denizde ölmeyi çoktan kafasına koymuştu. Acısı onu tüketiyor, sevgilisinin genç bedeni, beyaz yüzü gözlerinin önünden gitmiyor, elleri her zaman ona uzanıyordu denize dokunduğunda. Kendine vermek istediği, hak ettiğine inanmak istediği bir ödüldü denizde ölmek…Ve ona gitmek.

7.30 m boyundaki karpuz kıç tekne poyrazın hakimiyeti altına girdi, pruvasını dalgaların patladığı kıyıya çevirdi. Karaya yöneldi. Ölü dalgaların üzerinde kırılan sular, balıkçıyı şaşırtıyor, o hala tekneye aldığı orfozlar, akyalar, levrekler gibi kocaman kocaman soluyor, nefes almaya çalışıyor, ne ölüme ne de yaşama teslim oluyordu…

Tekne, kıçı altına aldığı kocaman bir dalgayı ezmeye çalışırken iyice suya gömüldü. Hemen ardınan gelen dalga bir kara pehlivan misali balıkçıyı kucakladı, yukarı kaldırdı.
İki eliyle de ipi tutmaya çalışırken bedenini hızla teknenin kıçına doğru taşıyan, iten dalganın üstünde tutmaya çalışıyordu. Dalga, balıkçının yüzünü teknenin dümen suyu hizasında, kıç bodoslamaya acımasızca çaptı.

Tek yapabildiği ipin geride kalanını bırakıp kıç babaya daha yakın bir noktadan tutmak oldu. Ayaklarını açtı ve tekneye dayadı. İki eliyle olanca gücüyle ipe asılıyor ve o şekilde kalmaya çalışıyordu. Sinirleri boşaldı. Kendi kendine çığlıkla karışık bir kahkaha attı. “Aahhhh, Allahım…. Çocuklarımmmm.Oğlummm, kızımmm.” diye haykırdı.

Kıyı, artık ölmek için çok yakındı yaşama. Şimdi de kurtulmak ama yaralı bir biçimde kurtulmak ve denizlere dönemeden yaşamak korkusu sardı beynini. Ayaklarının tam ortasında apış arasının önünde dümen suyu ve pervanenin varlığını hissediyordu. Kendini bırakması halinde vücudunun yarısı param parça olacaktı. Kıyıya çarpacak ve belki de bu şekilde kurtulacaktı.

Gazetelerde haber ve köydeki herkesin ağzında madara olduğunu düşündü. “Erkekliğini ve bacaklarını teknesinin pervanesinde yitiren aptal balıkçı, aptal balıkçı, aptal balıkçı...”

Elleri kan içindeydi, kanın tadını ve kokusunu yüzüne bakan suda hissetti. Kollarında son bir hamle için güç olmalıydı. Tekne aheste biçimde Kömür Burnu’nu sıyırarak siyah kayalıklar ve kayalıkların arasına ayıp olmasın diye bezenmiş çakılların olduğu sahile doğru ilerliyordu.

Kendini ve tekneyi, teknesini kurtarmalıydı… “Ne yapacaksan şimdi ve erkek gibi yap”, dedi içinden… Ayaklarında kauçuk tabanlı, uzun plastik çizme vardı. Pervanenin hemen ardında duran dümen palasının kendine dik pozisyonda olduğunu biliyordu. Tekne ne sancağa ne de iskeleye kaçıyordu çünkü.

Dümen palasının üzerine basarak tekneye çıkmaktan başka çaresi yoktu… Karanlık ve soğuk dalga onu hırpalamak için yeniden kucaklarken, hamlesini yaptı...
o.
devam edecek...

12 Ağustos 2008 Salı

Gün güzel, güzel haberler var... / Sema Keser

Bugün bir konuğumuz var;
*
Olayların değil olaylara bakışımızın önemli olduğunun, olayları değiştiremeyeceğimizin ancak bakış açımızı değiştirebileceğimizin çok güzel ifade bulduğu, her türlü olumsuzluğa rağmen umut taşıyan umut aşılayan güzel yazısı ile, Denge Merkezi'nden Sevgili Sema Keser....
*
Hoşgeldin Sevgili Sema...

*******
*
Gün güzel… Ülkemin mutlu insanlarının saçtığı mis kokulu havayı içime çektim. Dolmuş şoförünün “günaydın”ına karşılık verdim. Simit aldığım dükkanın satıcısının teşekkürüne sıcacık gülümsedim. Şehrin gözlerimi kamaştıran, adeta hepimizin içindeki değerlerin, kültürümüzün son derece usta bir yaratıcılıkla yansımış olduğu yollarını, binalarını, parkları… seyrederek yürüdüm. Onlara bakarken ne çok şey düşündüm, ne çok şükrettim, ne çok şey hissettim… Ağzım kulaklarımda her günümüzün üretmekle geçtiği, hizmet etmenin doyumunu her gün farklı şekilde yeniden yaşadığım işime geldim. Açtım bilgisayarı, güzel haberler vardır mutlaka dedim. Güneş bu kadar parlarken bu şehir bu kadar mis kokarken insanlar “kendilerine yaraşır” çok şey yaşamıştır, gazete okumalıyım, öğrenmeliyim insanların iyi, mutlu, gelişim, barış dolu haberlerini; mutluluğumu perçinlemek için dedim…

…. Devam edecek…

Bir haberle bir fotoğrafla karşılaştım. Haber savaş… fotoğraf yerde yatan ve ona sarılmış halde ağlayan iki “sivil” ve yanı başlarında duran iki asker. Yer Gürcistan.
Neresi olduğu önemli değil, yer dünya, insanların yaşadığı kara parçaları ve denizlerden oluşan, kutuplardan hafif basık mavi küre…

Bir an kalbimde bir sıkışma hissettim ve bunu fark ettiğim anda kendime “sakın” dedim. “sadece izle, sadece oku” Tamamen dışarıdan bakan bir çift göz oldum ve yazmaya karar verdim:

Ben politikadan, siyasetten, ülkeler arası ilişkilerden, hesaplardan, kitaplardan almalardan vermelerden fazla anlamam. Bu bakış açısıyla çok yorumda da bulunamam. Şu an bakmayı tercih ettiğim göz duygularımı da dizginleyebilmek adına, bu dünya da yaşayan bir insanın gözlerinden de öte, bununda dışından bakan, yargısız yorumsuz bir göz olacak. Bu nedenle bu işlerden anlayan, okumuş bilmiş insanlara basit gelebilir söyleyeceklerim. Zaten amacım da olabildiğince sade şeyler söylemek…

Okuduğum habere ve gördüğüm fotoğrafa dönecek olursak; haberi yazanlar şöyle ifade etmişlerdi; “siviller öldü” “Rusya savaş açtı.” “Gürcistan şöyle dedi.”
Rusya kimdi? Gürcistan kimdi? Resimlerde rastlayamadım. Tek fark ettiğim; orada gördüklerim insanlardı. Yerde yatanlar da, o askerler de.
Bunlar ülkelerdi, sistemlerdi. Peki onların her biri kimdi? Bir araya gelmiş insanlar. Onları temsil eden liderler. Bu kararların ağızlarından çıktığı kişiler… sonuç, onlar da insanlardı.

Sonuç, basitti. Neresinden bakarsan bak, görünen tek bir şey vardı; dünyanın her yerinde yukardan bakıldığında benzer özelikler gösteren bizler, yani insanlar. Ve bu unutulmuş… dünyanın, “sadece dışarıdan bakan bir çift gözün” bunu hatırlatmasına ihtiyacı var gibi;

“ HEY AHALİ… ŞU AN SOYUNUN VE DÖNÜN BAKIN AYNAYA… VE ŞİMDİ KENDİ ÇİZDİĞİNİZ SINIRLARIN ARDINDA YAŞAYAN HERKESE; NE GÖRÜYORSUNUZ? BENZER ŞEYLER DEĞİL Mİ?
DOĞRU… SOYUNUNCA GÖRÜLEBİLECEK TEK BİRŞEY KALIYOR GERİYE
SADECE İNSANLIĞIMIZ…

… devam ediyor…

Ve okudum, etkilendim…
Haberler iyiydi. Haberler üretmekle, keşfetmekle, değerlerle, insanların deneyimlediği gerçek aşkla… ilgiliydi. Bir köşe yazarı esprili bir dille eğitim sistemimizin diğer tüm ülkelerce örnek seçildiğini ve modelleneceğinin haberini verirken, bir diğeri bir önceki gün ki yazısında kendisine ettiği iltifatlardan dolayı diğer bir köşe yazarına şükranlarını en mütevazi ve vefalı şekliyle örnek bir ifadeyle dile getiriyordu. İngiltere Afrikalı kardeşlerine, kendi kültürlerini yaşatmaları geliştirmeleri için maddi ve manevi destek olacağını ilan etmiş ve samimi içten, karşılıksız yardımlarını başlatmıştı. Haberler günden daha aydınlıktı.
şunu keşfettim;
Dünya insandan önce böyle bir yer değildi, İNSAN geldi ve dünya değişti…
Sema Keser
*
10 Ağustos 08
Pazar
23:20

3 Ağustos 2008 Pazar

Sudaki Çocuğumuz Akdeniz Foku / 4 ve Son

Sevgili Tofucanlar ve Sevgili Konuklar,
*
İlk adım Sevgili Ozan'dan, "yettüm garriiii" başlığı ile esprili, çok hoş bir mail ile geldi. Keyifle takip ettiğimiz "Sudaki Çocuğumuz Akdeniz Foku" 4. ve son bölümü ve harika Karaburun fotoğrafları eşliğinde aşağıda.
ve bir müjde; yine denizle ilgili bir seri hikaye de yolda :)
*
*******
*
Mağaranın sahiline vuran dalgalar geçen zamanı yavru foka işaret ediyordu.
Zamanı ve mekanı öğreniyordu.
Yaşamın karanlıklar sonundaki ışıklarda, yüzmek olduğunu zaman ona öğretiyordu.
Annenin varlığına duyduğu ihtiyacın yerini ışığa duyduğu merak git gide kaplıyordu.
Artık 35 kg ağırlığındaydı.
Ve dış dünya her geçen gün onun ilgisini daha da çekiyordu.
Bir akşam annesi mağarayı terk ederken o da annesinin peşinden yola koyuldu.
Yaklaşık 3 mil boyunca annesinin yanında yüzdü . Annesi ona avladığı balıkları verdi. Ağlarla karşılaştılar ve annesi ona ağları öğretti. Ağın tehlikelerini…
Ahtapotlara yaklaşmayı, onları kafalarından yakalayıp, havaya fırlatmayı...
Burun deliklerine ahtapotun kollarının girmesi halinde ölebileceğini, ahtapotu tersten yakalaması gerektiğini ve sersemletinceye kadar suya çarpması gerektiğini…

Yaşam şimdi başlamıştı…
Şafak doğarken sakin ve usulca mağaraya geri döndüler birlikte.
Biraz daha süt istedi canı…
Ve çakıl sahilli mağarada annesinin yanında, doyumsuz bir uykuya daldı.

3 ay kadar bir süre geçmişti….70 kg.oldu.
Deniz her seferinde daha da çok keşfedilmeyi bekliyordu. Her şafakta eve dönerken, o annesini daha çok gezmek için burnuyla açık sulara doğru itiyordu.

Ve bir sabah, bir tan vakti anne mağaraya yaklaşırken
kocaman, koskocaman
kara sürmeli gözleriyle ona baktı,
Mağaraya baktı, baktı, soluklandı bir daha soluklandı…
Daldı.
Yavru fok Ege Vira
Bekledi .
Annesi uzaklara doğru kaybolmak üzereyken,
Hızla arka yüzgeçlerini vurdu ve dalışa geçti.
Mavi boşluğun içindeki beyaz anayı, hayali izledi…
Ege Vira için, güvenlikleri için daha uzaklara gitmeleri gerekiyordu.

Anlatılanlardan , bilinenlerden…
Bu masalı anlatanın bildiklerinden uzaklaştılar…
Bilim adamlarının kameralarından, bilimden , ve insandan…
Gözlerden
Yok oldular…

Ergin bir birey oluncaya kadar vermesi gereken bir çok sınav daha oldu.
Poseidon onu kocaman büyük dalgalar ve fırtınalarla defalarca sınadı.
Aç kaldığı , daha büyük erkek fokların ona saldırdığı, zor günleri oldu…
Sonunda Ege denizi Ege Virayı kabul etti…

Bodrum’un bugünkü Bardakçı koyundaki tapınaklarında binlerce yıl önce konuşlanmış olan Hermes ve Afrodit balıklara hiç tükenmemeleri için gerektiğinde cinsiyet değiştirmeleri emrini verdi. Hermes, Afroditle birleşti. Sinavritler, fangriler, çipuralar, orfozlar çift cinsiyetli oldular. “Hermafrodit” oldular. Balıklar, ahtapotlar ve istakozlara bu genç efendilerine hizmet etmeleri emredildi.

Adalardan binlerce adaya haber salındı. Ege yine silkindi çalkalandı sarsıldı. Kocaman yeni mağaralar oluştu. Denizler köpükleriyle mağaraların içlerine kumlar taşıdı, kumsallar oluştu.

12 ay sonunda
boz “Ana”
Son kez ve uzaktan
Adanın kıyısında yüzen oğluna baktı,
Ağır ağır
Sessizce
Sanki bir hayal
Kimsenin bilmediği
Fark etmediği bir su tanesi oldu,
İçindeki şarkılarla
Dalıp tek başına uzaklaşırken ,

Bilinmeyen bu Adanın
Kıyılarında
Deniz kızları ve sarmaşıklarıyla
Oyun oynayan “Koçero” ( Genç)
Ege Vira

Yok olmaya inanmayan
Bir Foça oldu

*son

Çocuklarımıza atıf olunur / 2008

--------------
M:Ö. 600 lü yıllarda Anadolu, Ege Bölgesi’nde Ionia , Phokaia ( Foça) kentini kurdular. “Foça” , “Fokai” yani “Tombul hayvan”. Ege’nin her iki yakasında foklar adına mühürler, paralar bastılar, şenlikler yaptılar. Phokaian insanları birkaç yüzyıl sonra Pers’lerin saldırısından deniz yoluyla kaçarak, Avrupa’ya göç ettiler.

Akdeniz’li olmak , 6.cı kıtadan olmak ne güzel…
Sularınız berrak ve serin olsun…
o.