Kızgın ağustos güneşinin, poyrazın Karadeniz’den sürüklediği berrak serin suları henüz ısıtamadığı; daha utanmayı öğrenemedikleri için kızaramamış kırlangıç balığı yavrularının, mavi-yeşilli yüzgeçleri ile şeffaf suların çırpıntılarının, denizin dibindeki kumların üzerinde ışıktan yaptığı kıpır kıpır ebruların arasına gizlendiklerini sandıkları; tekir balıklarının, bir kadının dolgun göğüslerindeki inci bir kolye gibi dağılıp dağılıp toparlandıkları, beyaz bıyıkları ile kumları karıştırarak yiyecek aradıkları bir yaz sabahı.
Ben, ilkbaharda altlarını laciverde, üst kısımlarını maviye boyadığımız; küpeştelerine beziryağı ve vernik çektiğimiz kayığın; iskarmozuna yağlı kayışlarla bağlanmış kürekleri gıcırdatarak ağır ağır çekiyorum. Havada sadece kayığın yardığı dalgalar ile küreklerden damlayan suların sesi var. Üzerimizde martılar dolaşıyor. Sinou yanıbaşımda kulaç atıyor. Hedefimiz Menekşe’den Kalinora Burnu’na kadar gidip gelmek. Aşağı yukarı beş kilometrelik bir mesafe bu.
Suları kulaçlıyan Sinou’nun terleyen sırtı artık su tutmuyor. Yuvarlak su taneleri bronzlaşmış derisinin üzerinden kayıyorlar. Sinou suların içinde neler görüyor, aklından neler geçiyor bilmiyorum.
Sonra dönüp Haylaf Plajı’nin duvarlarından karides süzeceğiz. Atatürk Köşkü’nun önündeki kırmalıkların üzerine sandalı demirleyip, pirçon zogalarımızın kurşunlarının üzerini çakı bıçağımız ile temizledikten sonra civa ile parlatacağız. Yem olarak karides taktığımız parlak pirçonu denize, masallar dünyasının balıklarına atacağız. Biz hep büyük balıklar, iri karagözler, eşkinalar, mercanlar düşlerken; karideslerimizi kuçüçük izmaritler çalacaklar. Ama akşamüstü kayıkhaneye dönerken yinede elli parça ispariyi, birkaç iri istavriti livara koymuş olacağız.
Anılarımız, çoktan hücrelerimizde erimiş elle tutulamayacak kadar uzak, fakat yalan olamayacak kadar da yakınlar. Biz Taksim’in göbeğinde Sinou’nun dört duvar arasındaki bürosundayız. Ben e-maillerimi kontrol ediyorum, o otelin çalışanlarına bordrolarını imzalatıp maaşlarını ödüyor. Bir ara “Fatih çıkalım” diyor. Eski İstanbul apartmanlarının döne döne inen dar merdivenlerinden inmek için koluma giriyor. Benim gözlerim yaşarıyor. Ağırlaşan saçlarımız, fazla kilolalarımız, dört duvarlar arasına sıkışan hayatlarımıza aldırmıyorum da; bir merdivenden bile tek başına inemeyen, gençliğimizden bu kadar uzaklaşmış vücutlarımıza katlanamıyorum.
Harun ısrarla telefon ettiğinde benim ikinci göz ameliyatımı merak ettiğini sanıyor, biraz sonra eve dönünce “ben ararım” diyor telefona cevap vermiyorum. Ama mesaj hemen yetişiyor “Şinasi’yi kaybettik”. Donup kalıyorum. Azizi kaybettiğimizdeki gibi hıçkıra hıçkıra ağlayamıyorum.
“ne diye korkalım ölümden
ölüm yaşayacaklarımızı alabilir
yaşadıklarımızı değil “
Sinou ile, bir kısmını TOFU’da da yazdığım ( daha da yazacağım bitmez tükenmez) anılarımız; kuşlarla, balıklarla, denizle, politika ile, kavgalarla birlikte geçirdiğimiz kırk yıllık arkadaşlığımız var.
Güneş ile MSN’de yazısıyoruz. “Fatih Ağbi, önümüzdeki çarşamba günü babamın evini boşaltacağım, özellikle istediğin bir şey var mı?” diye soruyor. Gözümün önüne Şinası’nin evi, eşyaları, duvarlarındaki benim gravürlerim, iki kuş kafesi. Sinou’nun öldüğünü öğrendiğimde aklıma ilk gelen iki kuşu. İşte gurbet bazen böyle bir şey, o kuşları alamayacağımı, onlara bakamayacağımı biliyorum. Ağlamaya başlıyorum. Gözyaşlarım bilgisayarın tuşlarının üzerine düşüyor. “Güneş, bana varsa balık takımı sandığını, olmazsa bi iki zoga, biraz misina ayır” diyorum.
Roma 14 Temmuz 2008
2 yorum:
"ölüm"... en bilmediğimiz... şairin dediği gibi;
"öldük, ölümden bir seyler umarak,
bir büyük boslukta bozuldu büyü,
nasil hatirlamazsin o türküyü,
gök parçasi, dal demeti, kus tüyü,
alistigimiz bir seydi yasamak."
İlk gece dalışımı yaptığım arkadaşım yaklaşık 22 yaşında beyninde çıkan ur nedeniyle öldü
onunla ilk defa karanlık sulara daldık kıyı ayaklarımıza dokunuyordu korkumuzdan
ve ben artık gece dalışlarını
sevmiyorum.
o
Yorum Gönder