
Ayıldığımda ameliyat masasına yerleştiriyorlardı. Yandaki ameliyat masasında karnı mezgit balığı gibi açılmış bir adamı etrafında midye ayıklar gibi bir sürü insan ameliyat ediyorlardı. Karşımda ise üzerine yeşiller giymiş kaptan pilot sanki ikinci bir kazanın hazırlıklarını yapıyordu. Uçaktaki onaltı yolcu, kaptan pilottan hiç de aşağı kalmayan yeşil giysileri ve kaynağını nereden aldıklarını kestiremediğim bir güç ile etrafımı sarmışlardı. Sanki aynı uçakla düşmemiştik. Birisi ağzımda takma dişim olup olmadığını sordu., bir diğeri iğneyi koluma bastı.
Musalla taşından tek farkı, sol kolunuzu enlemesine uzatabileceğiniz kol kadar bir çıkıntının olduğu ameliyat masasının üzerini musalla taşının ki gibi parlak öğlen güneşi değil; muhallebi kasesi gibi bir yığın lambanın dizildiği kocaman bir avize

Ameliyathaneden çıktıktan sonra yolda Emine Hanım Teyze’yi gördüm, elbette sevindim. Fakat yine de limonatacıların, mısırcıların, ekspres piyango bileti satanların arasında görünce şaşırdım. Şunu da atlamadan hemen söyleyeyim, limonata içmek ve patlamış mısır yemek içimden geldiği halde ekspres piyangoya hiç ilgi duymadım. Bunu nasıl yorumlarsın bilemiyorum. Belki de limonata içmek ve patlamış mısır yemek için ekspres piyangodan ikramiye kazanmama gerek yoktu.
Emine Hanım’ın çok üzüldüğünü, yorulduğunu ve ameliyatın sonuna kadar bekleyeceğini biliyordum. Eğer işler yolunda gitmese idi kabak Emine Hanım’ın başına patlayacaktı; ve o zaman üzülme olanağım olsaydı duyabileceğim en büyük üzüntüyü Emine Hanım için duyardım. Biz kendi ellerimiz, kafamız ve ayaklarımızla bir yerden bir yere zor gideken; kendi elleri ve ayakları ve kafası ile bir yere gidemeyen adamı paketleyip ülkesine göndermek kolay bir iş olmayacaktı.
Yumurtadan yeni çıkmış sığırcık yavruları gibi halsiz ve çıplak; ve mezbahada yeni kesilmiş etlerin ki gibi anlamsız bir titreme ile ağır-bakım odasına geldiğimde, artık herşeyin başının direnmek olduğunu anlamıştım. Ertesi sabah ayaklarımın üzerine diktiklerinde kırılmış kabuklu sümüklüböceklerle bir defada iki kayabalığı yakaladığım çocukluk günlerimdeki gibi sevindim, ama bozuntuya vermedim.

Bu arada birde tıp konusunda ki düşüncelerim değişti. Hastahaneye yatmadan önce tıbbı bir bilim olarak kabul etmiyordum. Binlerce çeşit insanın bulunduğu bir dünyada tıbbın evrensel kurallar yaratmasının mümkün olmadığı kanısındaydım. Fakat şimdi öyle düşünmüyorum. Çünkü vücut ısısının 37°C den sonra her insan için yüksek olduğunu, insanların önceden numaralandırılmış normal, alçak yada yüksek basınçlarının olduğunu öğrendim. Şimdi tıp bilimine olan inanç ve güvenimden ben de kendime bazı tıbbı aletler almaya karar verdim. İlk aklıma gelenler bir derece, oksijenli su, tentürdiyot, gazlıbez ve yara bandı. Yara bandlarının banliyö trenlerinde satıldığını daha önce görmüştüm, diğerlerini nasıl elde edeceğimi bilmiyorum fakat hastahanede güvendiğim bir doçent var ondan yardım isteyeceğim.
Tüm insanların bu arada bazı doktorların da insan sağlığı konusunda hiçbir şey bilmediklerini de öğrendim. Bu insanların tümü birden şimdi öteki böbreğime dikkat etmem gerektiğini söylüyor. Sanki iki tane kalbim varmış gibi.
Yurtta ki arkadaşlarımın benim ameliyat olduğum cuma gününden itibaren beş gün süre ile yemekhanede böbrek yemediklerini duyunca bunun bir dayanışma biçimi olduğunu düşünerek önceleri çok duygulandım. Ama şimdi bunun bir dayanışma biçimi mi? Yoksa analiz sonuçlarının gelmesi ile bir ilgisi olup olmadığı konusunda net bir karar vermiş değilim.
Ama yıllardır beslediğim güvercinler o kadar vefalı çıkmadılar. Analiz sonuçlarının geldiğinin ertesi günü onları hastahanenin çöplüğünde birşeyin etrafında üşüşmüş gördüm (içlerinde kırmızı kanatlı bir mısıri de vardı). Önce üzüldüm, sonra onlara hak verdim. Çünkü hayat vefakar olmak için değil yaşamak içindi.
3.temmuz.1988 Sarayevo
Ameliyat olduktan 5 gün sonra yazmışım.