Rüzgarı arkasına almış, beyaz köpükler çıkararak dalgaları yaran küçücük pembe teknesini; beyaz şeker çuvallarını birbirine ekleyerek yaptığı yelkeninden tanır; eski bir kaptan olan Puşt Hakkı’yı uzaktan saygı ile izlerdik. Eski mesleği kaptanlıktan dolayı Marmara’nın balıklarının göç ettiği kanalları, akıntıları, gizlendikleri kayalıkları; o balıkları yakalamanın sırlarını herkesten daha iyi bilirdi.



Puşt Hakkı, balığa çıkarken yanına kimseyi almaz, denizi nikahlı karısı gibi kıskanır, denizi ve gizlerini kimse ile paylaşmazdı. Paraya çok sıkıştığı bir gün yanında iki çelebi balıkçıyı sinarit tutmaya götürdüğü söylenirdi. Tekneyi sinaritlerin olduğu nişanın üzerinden geçecek şekilde akışa bırakmış. Tekne tam nişanın üzerinden geçerken zogalara atlayan sinaritleri kayığa almakla uğraşan çelebiler, nişanın kerterizini alamamışlar. Belki de Puşt Hakkı’nın Puştluğu buradan geliyordu.
O zamanlar İstanbul’un tekne yapım merkezi Ayvansaray’dı. Menekşe’de sahillerinde ahım şahım bir kalafat yoktu. Puşt Hakkı ekmeğini çıkarmak için bu ufak tefek kayık tamir işlerine de bakar, küpeştelerin yumrularını, deniz kurtlarının yediği omurgaları, kıyıya yanaşırken kayalara yada iskele kazıklarına bindirip zarar görmüş teknelerin deliklerini onarırdı. Birgün Pehlivan’ın teknesinin bir kısmını onarmak için kayıkhaneye gelmiş, kızağa çekilmiş tekneye ayakkabılarını çıkararak bir mabede girer gibi girmiş, biz yeni bitme denizcilere denizde dalgalarla boğuşacak kadar güçlü bir teknenin suyun dışında iken bir galete kadar narin olduğunu öğretmişti.
Bir gün ölüm haberi geldi. Puşt Hakkı’yı pembe kayığında ölü bulmuşlardı.
O kadar kolay olsa, öyle pembe bir tabutum, ismimin önüne o “Puşt” kelimesini koymayı çok isterdim.
●●●
Birgün, egzoscu Salih’in tamirhanesine Samatyalı Hüsnü gelir.
- Agop Mehmet Ali buraya takılırmış kendisini görmek istiyorum.
- Agop Mehmet Ali, ehli keyif adam, buraya takılır, ama istediği zaman takılır.
Samatyalı Hüsnü’nün içi içini yemekte bir an önce Agop Mehmet Ali’yi bulmak istemektedir. İnadına Agop Mehmet Ali ortalıklarda yoktur.

Agop Mehmet Ali keyif adamı. Ya kırlarda bülbüllerin peşine düşmüş. Ya da Kum Kapı sahillerinde lodosculuk yapıyor. Günlerce süren kuvvetli lodosun sahile yığdığı kumların önüne bir kum eleği koymuş bu kumları elekten geçiriyor. Elekten geçirdiği sadece kumlar değil, Marmara Denizi’nin bütün geçmişi. Bir bakmışsın eleğe bir midye kabuğu takılıyor, sonra Marmara’nın renkli çakıl taşları, menevişlenmiş bir Bizans parası, altın bir kolye, yada içine isim yazılı bir yüzük, bir Ceneviz kanyonundan sarı bir çivi. Lodosun ölü dalgalarının eşliğinde bir sürü hayal. Kimsenin evinde okumak için bulamayacağı bu kitabın sayfalarını, Kum Kapı sahillerinde Agop Mehmet Ali keyifle lodosa çevirtitiyor.

Samatyalı Hüsnü, en sonunda Agop Mehmet Ali’yi bulur. Düello eden iki silahşör gibi oltalarını seçip iki ayrı sandalla denize açılırlar. Kumkapı önlerinde motorları durdurup çaparilerini suya indirirler.
Değişik çapariler hazırlamıştım. Kısa köstekliler, uzun köstekliler, siyah sinek iğnesinden bağlanmış olanları, yirmi iğnelisi, otuz iğnelisi, hindi tüyünden, martı tüyünden, kaz ördek tüyünden. Bir kaç denemeden sonra balığın iki akıntı arasındaki dar bir suya sıkıştığını anlamıştım. Öyle bir takım kullanmalıydımki bu iki suyun arasına sıkışmış balığı delip geçmeyip, içine enlemesine girsin. Kısacık köstekli sinek iğnesinden yapılmış otuzlu bir çapari takımını seçtim. Balığı bulduğumda takımı sürünün içine yatırıyor, her seferinde tekneye otuz balıklı bir gerdanlık çıkarıyordum. Dalıp gitmişim. Birden Samatyalı Hüsnü’nun teknesini yanıbaşımda buldum. Hüsnü elini bana uzatmış “haklıymışlar bu kıyıların çapari ile en çok balık tutan balıkçısı senmişsin.” diyordu.
Fatih Mika
25 Mart 2008 Roma
1 yorum:
Çapari tarifi müthiş olmuş, serginizde başarılar dilerim
o.
Yorum Gönder