19 Ağustos 2007 Pazar

ISCHIA ADASI


Yaklaşık yirmi yıldır her yaz Ischia Adası’na mutlaka uğruyoruz. Bu adada Cosettaların aileden kalma üçyüzelli yıllık bir evleri var. Adaya eğer trenle ve Napoli üzerinden gidersek yolun en can sıkıcı kısmı bizi tren istasyonundan limana göturen 1 Numaralı tramvayda hırsızlarla boğuşmak. Küçük suçlara girdiği düşünülerek Italyanların bir türlü ciddi bir şekilde üzerine gitmedikleri ciddi bir sorunları. Roma’da ki cepcilere nazaran Napoli’de ki cepciler Napolili de oldukları için çok hırçınlar.

Bazen de Napoli’ye girmeyip Ischia’ya gidecek vapura Pozzuoli’den biniyoruz. Bağırış, çağırışları: Güzel meyve ve balık tezgahları; Birbirlerinin içine girmiş ruhsatsız evleri: Makarna ve pizza şişkosu kızları, kadınları; Boyunlarında ve bileklerinde kalın zincirli altın künyeler ve kolyelerle hep kavga etmeye hazır duran erkekleri; Boyaları dökülmüş büyük binaları; Daha çok ötsünler diye saka kuşlarının gözlerine mil çeken serserileri; Arabalı vapur kuyrukları: Doğru düzgün olmayan yollarında ki trafiği ile hemen Napoli’de olduğunuzu anlıyorsunuz. Ama ben Pozzuoli’den her geçişimde onu yine de gözlerimle okşuyorum. Çünkü Pozzuoli Sofia Loren’in doğduğu kasaba.

Ischia, Napoli’nin bir çok özelliğini taşımasına karşın nihayet bir ada. Turizme bağlı olarak daha güvenli. Ischia’li çocuklar altından kalkamadıkları bir suç işlediklerinde hemen bunu Napolili çocuklara yüklerler. İçine altı belediyenin sığacağı kadar büyük, volkanik bir ada olan Ischia’da otuzun üzerinde krater ve Avrupa’nın radyoaktivitesi en yüksek olan kaplıcaları var. Adaya bir yığma köprü ile bağlı küçük bir adanın üzerinde Türk korsanlardan kaçıp sığınmak için yapılmış bir de kale var. Yani adaya ilk gelen Türk ben değilim. Yetmişli yıllarda eşiyle bu adaya gelip yaşamış ünlü sanatçımız Fahrünisa var. Simdi bir çoğu daha sakin yerlere kaçmış olsalar da birçok ünlüye ev sahipliği yapmış Ischia.

Ischia’dan bende kalan anıların içinde bitip tükenmeyen tamiratlar var. Her geldiğimde evin bir tarafina dokunuyorum ve bu dokunmalar beni tarihin içine götürüyor. Adaların bitip tükenmeyen su sorunu son birkaç yıl içinde çözüldü ise de hep su depolarına bağlı bir yaşam. Buna ben zaten İstanbul’dan alışığım. Su depolarından önceki tarihlerde evlerin sarnıçları ve her sarnıçın içinde, larvaları yiyip suyu temiz tutan bir yılan balığı var.

2002’nin yazında havalar berbat geçiyor, eve kapanıyoruz. Cosetta iş yaratıp çalışma odasının perdelerini yıkayalım diyor. Ben beş metrelik merdiveni açıp perdelere ulaşmaya çalışıyorum. Benim kancayı takmama zaafımdan yararlanan merdiven açılıyor, bulutların arasından merdivenin kalaslarının üzerine düşüyorum. Merdiven de onyedinci yüzyıldan kalma bir presepienin (İsa’nın doğuşunu insan, hayvan ve eşya vb. figürlerle anlatan üç boyutlu maket.) üzerine düşüyor. Bütün anatomim karışıyor, sırtım omuzum kalçalarım acılar içinde. Ama düştüğümde en fazla hissetiğim, omurgamın vücudumun içinde gezinmesi. Tek gözle ve tek böbrekle yaşanabileceğini bizzat kendi deneylerimle bilmeme rağmen omurgasız ne yapabileceğimi bilemiyorum. Hemen onu kontrol etmek isteyip doğrulmaya çalışıyorum ve doğrulmayı beceriyorum. Bütün acılarımı unutmaya çalışırken gözüm presepieye kayıyor. Sadece kendimi degil Hristiyanlığın tarihini de dağıttığımı fark ediyorum. Meryem Ana, kara yosunlarının içine düşen Aziz Giuseppe’nin kucağına; Çocuk İsa, eşeğin sırtına; Yemlik, ineğin önüne gidiyor. Ilk gençliğimde çok dağıtmak istediğim dinlere hala inanmasam bile onlara inananlarla yaşamayı becerdiğim bir zamanda bu hoşuma gitmiyor. Ustelik bu defa dağıttıklarımı yerli yerine koymak bana düşüyor. Hemen Cosetta’ya gidip karıştırdığım tarihi nasıl düzelteceğimi soruyorum, bu benim tek başıma becerebileceğim bir iş değil. Cosetta da yıllardır Baha’i olduğu için içimde biraz şüphe olsa da sorumluluğu kendi üzerimden atabileceğimi düşünüyorum. Aradan bir kaç gün geçince ağrılarım azalıyor, havanın berbatlığı azalmıyor. Işin ilginç tarafı paramparça olmuş presepienin parçaları kırılmamış, sanki usta bir el tarafından sokülmüş gibiler, hatta camekanın dört tarafındaki antika, dalgalı camlar o kadar yüksekten düşmelerine rağmen kırılmıyorlar. Parçaların önüne oturup teker teker yapıştırmaya başlıyorum. Camekanı tamamladıktan sonra Meryem Ana’nın İsa’yı doğurduğu mağaranın kayalıklarını tamamlıyor, beşik yerine kullanılan yemliğin içine Bebek İsa’yı, onun yanıbaşına Meryem Ana’yı ve Aziz Giuseppe’yi, mağarayı ısıtan eşeği ve ineği koyuyorum. Hem ailenin tarihine, hem de Hristiyanlık tarihine saygısızlık etmemenin huzuru içinde rahatlıyorum.

Ischia büyük bir ada oldugu için denizci ve balıkçı değil de köylü bir gecmişe sahip. Hatta “Yeşil Ada” da diyorlar. Fakat dünyada ki iklimsel değişmelerden nasibini alıp eski bitki örtüsünü kaybediyor. Fıstık çamlarının hemen hemen tamamı hasta. Onların yerini başka ağaçlar alacak herhalde. Kayınpederimin kuzeni Franca Teyze’nin bahçesindeki muz bitkileri bu yıl sadece süs için orada durmuyorlar, üzerlerinde ilk defa muz kangalları var.

Bu yıl, yine bulutlu bir günde adanın sekizyüzelli metre yüksekliğinde ki dağı Epomeo’ya çıkıyoruz. Ben bu dağın böğürtlenlerini bildiğim için yanımda sepetimsi kaplar götürüyorum. Ve her seferinde başkalarının neden bu böğürtlenleri görmediğini kendime sorarken bu sorunun yanıtını bulur gibi oluyorum. Çünkü bu dağa tırmananların yorgunluktan böğürtlen görecek gözleri kalmıyor.
Roma’ya dönmeden bir gün önce Capri Adası’ndan teğet geçip Positano ve Amalfi’yi ziyaret ediyoruz. Yolumuzun üzerinde bir tanesine daha once Rudolf Nuruyev’in sahip olduğu “Deniz Kızları Adaları” var. Denize çok diklemesine inen bu kıyılar gerçekten bakir kalmış. Positano ve Amalfi oyuncaklar gibi renk renk ve üst üste dizilmiş evlerden yapılmış mücevherler gibiler. Burcu burası için sipariş vermemiş olmasına rağmen Ischia’da ki gibi yüksek sesle “Burcu, mutlaka buraları da görsün” diyorum.

5 yorum:

Nilambara dedi ki...

Sevgili Fatih, sanırım beni en çok özendiren senin tatilin oldu :)
Bu yaz hepinizle tek tek gezdim ama ençok da bu seyahati sevdim ve Burcu'nun dileğinden talep etmediğime üzüldüm, neyse belki Burcu beni de götürür, dileği gerçekleştiğinde :))

berrin dedi ki...

fatih yazın
yine öykü gibi olmuş..
bende özendim nilambara
ıschıa adası çok güzelmiş

Brajeshwari dedi ki...

Fatih
cok duygulandim..Ismimi simdiye kadar her yere tasiyan insanlar var..ben omrum yeterse buralara ayak basacagim insallah...En son Bodrum Gumuslukte gordugum bır tas evin duvarına sakız yapıştırdım.. O evde yaşayayım diye..Çok fena batıl inançlar geliştiriyorum:)

çok teşekkürler..Harika bir yazıydı..

Fatih Mika dedi ki...

Sevgili Burcu,

Duvarina sakiz yapistirdigin evde yasayanlarin gunahi ne?

Brajeshwari dedi ki...

gunahlari yok...zengin olacaklar..bende tas ev sahibi olacagim...bir sakiz fatih ya,birakta hayalini kurayim sündüre sündüre....:P

sevgiler