10 Ağustos 2007 Cuma

DÖNDÜM…

Evet, döndüm… İkinci Amerika çıkartması başarıyla tamamlanmıştır efendim… Bu defa, daha önce gitmeyi başaramadığım batı kıyılarıydı hedef… San Francisco, Los Angeles ve Las Vegas…

İlk durak San Francisco… Gitmeden önce aklımda olanlar elbette Golden Gate Köprüsü, Alcatraz ve bir inip bir çıkan yokuşlu sokaklardan oluşmuş bir şehirdi…

Gerçekten de öyle… Sokakların yokuş olması güzel bir görüntü verse de şehri yürüyerek gezmek isteyenler için ciddi bir sıkıntıya neden olabiliyor bir süre sonra… Diliniz dışarıda, “Tanrım gene yokuş çıkcazzzz” diyerek geziniyor ve sonunda pes edebiliyorsunuz… Ya da “cable car”a atıyorsunuz kendinizi keyifle… Ama gene de bu yokuşun sonu nereye çıkıyor acaba merakıyla epeyce yol alabiliyor insan… Ve de binbir zorlukla çıktığınız yokuşun, gerçekten neredeyse doksan derece, tepesinden aşağı bakmanın keyfi de başka oluyor doğrusu… Hani insan abartıp Himalayalar’ın tepesine çıkmış gibi bile hissedebiliyor kendisini… Öyle bir zafer duygusu yani…


Evet, elbette Golden Gate Köprüsü… Şehrin sembolü adeta… Güzeldi, sisten görebildiğim kadarıyla… Sanırım San Francisco’dan aklımda en çok kalacak şey bu “sis”… Son derece yoğun ve birden büyük bir hızla tüm şehri kaplıyor… Ve hava sıcaklığı da o andan itibaren on derece birden düşüyor neredeyse… Öyle ki, mesela bir filmde görsem “aman efektleri de abartmışlar” falan derdim herhalde… Ama insana bir film setindeymişsiniz duygusunu veren bu sisi sevdim ben… Birden geliveren, arkadan ne çıkacak acaba diye merak ettiren, bulanık ve gizemli… Sanki sürekli bulutlar arasında yaşıyormuşsunuz gibi, masalsı biraz yani… Sevdim, kısacası…



Fisherman’s Wharf, Çin Mahallesi, İtalyan Mahallesi, şehrin biraz dışındaki üzüm bağları ve şarapçıları, güzel küçük evleri, şirin bahçe düzenlemeleri… Çin Mahallesinde dolaştık, alış veriş yaptık biraz küçük dükkanlardan, gerçi epeyce Amerikanvari idi ama olsun… İtalyan Mahallesi ise elbette yemek yeme mekanımız… Her çeşit makarnadan tatmak istiyor insan… Gerçi aslı varken “mahallesi” ile yetinmek sıkıcı ama… Neyse, belki yolumuz İtalya’ya da düşer bir gün… Sonra, şehrin biraz dışında bir şarap yapım evine gittik… Şarap tadıyorsunuz listeden seçip, tatmayı abartırsanız hatta çakır keyif bile olabiliyorsunuz…

Fisherman’s Wharf tam turistik bir bölge… Dükkanlar, liman, faytonlar, sokak çalgıcıları, kalabalık… Bir “yengeç çorbası” furyası da burada…


Ve de elbette Brajabanita’nın deniz aslanları…


İşte bu da benim gezdiğim kilise sevgili editörümüz ve de “yaz bekçimiz”… Seviyorum kiliselerin içinde dolaşmayı, mum yakmayı, öyle sıralarda oturmayı… Bütün telaşların dışarıda kaldığı mekanlar benim için kiliseler… İnsanların dua edişlerini seyretmeyi de seviyorum, fazla rahatsız etmeden… Sonra sıralara oturup tavana bakmayı, yapının ihtişamı karşısında kendimi yine küçücük hissetmeyi… Önemli sandığım bir sürü şeyin önemsizliğini hatırlamayı…



Sonra San Francisco’dayken 26 Temmuz sabahı Burcu’nun mesajı: ”İrem isimlerimizi almış”… Bunu San Francisco’da yaşamak ilginçti… Böylece, San Francisco’nun özel bir yeri oldu hayatımda… Sonra İrem’le konuştum… Sanki olamayacakmış gibi görünüyordu başlangıçta… Ama oldu, birçok kişinin desteği ve İrem’in cesaret ve azmi ile…

Kısaca, güzel bir şehir San Francisco… Uzun zaman geçirilebilecek, sokaklarında uzun uzun dolaşılabilecek bir şehir… Ben on gün kaldım… Ama daha da kalabilirdim… Tekrar gelebilirim dediğim ve şimdiden özlediğim bir şehir oldu San Francisco benim için…

Sonra Los Angeles’a geçtik… Acayip büyük ve ürkütücü bir şehirdi… Ya da bana öyle geldi… Belki sadece iki gün geçirebildiğimiz için, belki de gerçekten büyük olduğu için bir şey anladım sayılmaz Los Angeles’tan… Kaldığımız otelin adı “Farmer’s Daughter”… Çok güzel bir küçük oteldi… Yolu düşenlere şiddetle tavsiye edilir. Kısa ve yorucu bir parkur olsa da bu şehir bizim için, elbette gezdik klasik gezi mekanlarını: Holywood, Sunset Bulvarı, Beverly Hills, Mulholland Drive, Rodeo Drive, Disneyland… Hatta işte benim ayağım ve Susan Sarandon’un yıldızı… Kısaca tam “turistik” bir kısa seyahat oldu Los Angeles benim için, dedim ya şehri anlayamadım bile…



Ve son durak Las Vegas ya da Amerikalıların deyişiyle “Sin City”… Çöle kurulmuş devasa bir kumar ve eğlence şehri… Dışarıda sıcaklık kırk derece… Gerçekten devasa oteller var ve otelden otele neredeyse hiç dışarı çıkmadan köprüler ile geçebiliyorsunuz… Sanal bir dünyada yaşıyormuşsunuz hissi veriyor bu haliyle şehir insana… Değişik temalı (Mısır, Paris, New York gibi) oteller var… Biz “Treasure Island”da kaldık… Korsanımız boldu dolayısıyla… Ve aslında otellerden başka gezecek fazla bir şey yok anladığım kadarıyla… Akşamları da bir sürü şov ve de elbette kumar… Biz “Blue Man Show” diye bir şov izledik, eğlenceliydi… Havaalanında uçağın kapısına kadar her yerde kumar makineleri var… Oynadım mı? Evettt, elbette… Ve de son gece sermayemi kurtaracak miktarda kazanınca, ama makinenin insana saatler gibi gelen bir süre çıkarttığı o sesi (para sesi mi?) çok sevdim, hemen biletimi para ile değiştirip odama çıktım…


Las Vegas ile Nevada eyaletine ilk adımımı atmış oldum… Uçaktan görüntüler çok güzel ve etkileyiciydi… Dağlar ve çöl… Uzun zamandır “çöl, çöl” diye sayıklayan benim için bütün bu manzaraların neredeyse hemen yanı başımda olduğunu bile bile sadece Las Vegas’ta kalmak zor oldu biraz doğrusu… Ama program değiştirme şansımız yoktu o noktada artık… Aklım kaldı oralarda ama neyse… Evet, sanırım bu eyaleti daha ayrıntılı gezmeliyim… Grand Canyon hep aklımda zaten…

Ve dönüş yolculuğu… Zaten uzun bir yol ama sabahki Las Vegas – Chicago uçuşumuzun iptal edilmesi ile başlayan ve tabi ki sonraki tüm aktarmaları kaçırmamız ve Chicago’da bir gece kalmak zorunda kalmamızla devam eden daha da uzamış yorucu bir yolculuktu… Böylece Ankara’ya ancak Pazartesi akşamı gelebildik… Ve ben iki gündür sersemliğimi atamadım üzerimden… Yorulmuşum onca yolu yürümekten, uçmaktan, yetişmeye çalışmaktan…

Güzel bir geziydi özetle… Amerika’yı özlemişim… Dokuz yıl olmuş ben Amerika’dan döneli… O zamanlar California taraflarına bir türlü gidememiş ama neyse canım ona da tatile geliriz artık demiş olduğumuzu hatırladım yol boyu… Dokuz yıl sonra gitmek kısmetmiş…

Şimdi bunca koşturmaca ve yorgunluktan sonra şöyle yatmalı bir deniz tatili istiyorum… Ama, ama duyuyorum seni Brajeshwari… Duyuyorum, “bekçilik sırası sizde, şimdi ben gidiyorum” dediğini… Tamam, sen dönünce giderim ben de… Şöyle bir haftacık… Kıştan önce…
Subhankari

5 yorum:

Brajeshwari dedi ki...

hosgeldin tatlim...
bende pazar gunu resmi deniz tatilime gidiyorum...donmek istemeyerek gidiyorum sanki...ama donersem de her tatil planina dahil olacagim sanirim...o yuzden tatile gitmeden beni bekleyiniz... bu yil seferi olmak istiyorum... nilambara beni is gezilerine bile gotursun diye kuzu gibi bakarken...bekleyin beni...

Nilambara dedi ki...

Sevgili Subhankari hoşgeldiinn :))
bu ne keyif böyle, hepinizle ayrı ayrı birsürü tatil yapıyorum gibi hissediyorum... herkes dönünce, herkes tatil anılarını anlatınca ençok gezen ben olacağım galiba, hepinizle birlikte tek tek :)
öyle güzel anlatmışsın ki sanki senle beraber keyifle gezdim dolaştım...
buarada, bazı şeyleri son kez yapmış oldun tadını çıkar ve unut, artık Subhankari ve Las Vegas türü maceralar birarada olamaz :)

selma dedi ki...

Hoşgeldin Selen,
Tatilinin hareketine okurken bile yertişmek zor oldu :) Bu arada henüz teşekkür edemedim bu güne kadar ki yorumlarına.Sağol. Efla da sizleri öpüyor...

Küçük Nokta Barış Diler....

Bluewaves dedi ki...

Selen,
Ne guzel anlatmissin.Bir solukta okudum yazini ve nefessiz kaldim o yokuslari seninle cikarken.San Francisco bana Istanbul gibi gelmisti.Seninle bir daha gezdim o civil civil sokaklarinda.
Palmiyeler,ortancalar,begoviller..
Fotograflar da cok guzeeelllll.

Gulcin

berrin dedi ki...

selencim
hoşgeldin
teras - unutmadın umarım