21 Ekim 2007 Pazar

Yaşamak


Ağaçlarda yaprakların kıpırdamadığı sıcak bir yaz günü; hallaçın dutun gölgesine çöküp, kirişin gerilmiş ipine tokmağı ile tınk tınk vura vura pamuğunu attığı; kartonlardan kesilmiş desenlerle bombeler yapılarak dikilmiş, koyu kırmızı yorganı annem salona sermiş, çarşaf kaplıyor.
İçinde sevinçlerimizin, üzüntülerimizin gözyaşları; rüyalarımız, terlerimiz, şehvetimiz, mahremiyetimiz; kendi yaratılışımız ve yarattıklarımızın örtündüğü çarşaftan annem başını kaldırıp bana doğru çeviriyor. Bir şeyi kafası almamış olacak ki, bana duvardaki gravürlerimi gosterip “Fatih sen bunlarla mı yaşayacaksın?” diye soruyor.
Annemin derin göl suları gibi yeşil gözlerinin içinde, denizlerden getirilmiş renkli çakıltaşları var.

Akademiyi yeni bitirmiş, beş yıldır donemediğim ülkeme yeni donmüşüm. İçimden evet dediğimi biliyorum da, anneme ne dediğimi anımsamıyorum.
Aslında ben zaten gravürle yaşıyorum, annemin kastettiği ise geçinmek.

Çinko kalıpların üzerine sapsarı reçine tozu serpiyorum. Sarı reçine bulutlarından, çinkonun üzerine düşmesi gerekenlerin hesabını her zaman tam yaptığım halde, ciğerlerime gidenlerin hesabını bir türlü yapamıyor; nitrik asitler kaynayan kabarcıklarla çinko kalıpları oyup gravüre dönüştürürken, gravürle yaşamak ne kelime, ben de içim dışım oyularak gravür oluyorum. Eğer ağzımdan iki kelime dökülüyor ise o delikler yüzünden ağzımda tutamadığım; kağıtların üzerine bir iz bırakabiliyorsam o oyuklarda gravür mürekkepleri kaldığı içindir.

Bügünkü gibi ne zaman Piazza del Popolo’dan geçsem Santa Maria del Popolo Klisesine girer, bir mürit gibi doğru Capella Ceras'a giderim. Capella Ceras’ta Caravaggio’nun iki tablosu var. Bu iki tablo önünde diz çöker, sonra yoluma devam ederim.

Kiliseden çıkıp, meydana girrmek için otomobillerin arasından yaya kaldırımı iki kızla birlikte geçerken, kızların şehir planina bakarak kendi aralarında türkçe “birisine sorarız” dediklerini duyuyorum. “Buyrun bana sorun” diyorum. Bunlar kalplerini suprizlere açmışlar. “Via Babuino nerede?” diye soruyorlar. Gösteriyorum. Benim Roma’da ilk kişisel sergimi açtığım Cafe Notegen orada. Meydanda bir Mısır obeliski var. Hiyeroglifler bana İlhan Berk’in “Mısırkalyoniğine” yaptığım gravürlerimi anımsatıyor. “Kartaca” adli şiirinden “defterlerimde ilk gemilerin dolaştıgı denizlerdi aşk,” aklıma geliveriyor.
Bugün pazar. Yarın İstanbul’a hareket edeceğim. En son gravürleri de dosyalara koyuyor, atölyeyi temizliyor, ayak altında kalmaması gereken malzemeyi raflara yerleştiriyorum. Birden, Annemin, henüz bitiremediğim gravürünün deneme baskısı ile yüz yüze geliyorum. Sabırla bakır kalıbı hazırlayışım, sonra bakır kalıbı yavaş yavaş mıskala ile ezerek annemin yüz hatlarını ortaya çıkarışım. Annemin gözleri, göz kapakları, burnu, dudakları, alnı, yanakları. Islak kağıtlar, terebentin, tiner, petrol, mürekkep kokuları. Ve annemin portresini bir türlü bitiremeyişim.
Birden annemin sesini duyuyorum “Fatih ne olur beni kandırma. Bu arada kaç tane gravür bitirdin. İsteseydin benim portremi de şimdiye kadar bitirmiştin. Oysa sen, benim gözlerimin içine bakmak, yanaklarıma dokunmak, dudaklarımdan iki kelime işitmek istiyorsun. Beni bitirmemenin nedeni bu. Gravür de aşk gibi, yenisine başlamak için eskisini unutmak zorundasın. Hadi sağ üst koşeye bir güvercin koyuver, bu gravür de bitmiş olsun, İstanbul’a birlikte gidelim.”


Fatih Mika

2 yorum:

Brajeshwari dedi ki...

Fatih
yazini yine keyifle okudum.Benimde muridi olabilecegim tablolar vardir.Bakip bakip daldigim ve baktikça takdir ettigim.Ne şanslisin ki yol üstünde bunlardan birine rastlaman mumkun Roma'da..
Son iki yazinda uslubunda hos bir değişiklik olduğunu hissediyorum..Hem daha genel yaziyor, kendini anlatıyor, zaman mekan kavramından bugune sendeki etkilerini hissettiriyorsun..Bunu takip ediyorum ve seni okumak yine çok keyif veriyor..

Bu arada Annenin gravürü bittiğine göre beraber geldiniz İstanbul'a.. Hoşgeldiniz..

Nilambara dedi ki...

Sevgili Fatih, Türkiye'ye hoş geldin. Umarım, unutulmaz anılarla dolu bir sergi olur, başarılar..