Anneannem mışıl mışıl uyuyor, ben sessizce üzerinden atlayıp pencereyi açıyor evden kaçıyorum. Dışarının, serin nemli havası burnuma çalı karanfillerinin kokusunu taşıyor. Onların hemen yanı başında çiçekler açmış kasımpatları, gökte yıldızlar var. Müezzin minarede sabah ezanını okuyor
Balkonun kenarına çıkıp asmanın dalından kayarak bahçeye iniyorum. Evden kaçışların en zor yanı bu değil, bütün sorun kaçtıgım noktayı gizleyebilmek. Kimse uyuyan anneannemin üzerinden atlayıp hemen yanıbaşında ki pencereden kaçabileceğimi düşünemiyor. Bu noktayı epey kullanıyorum.
Gecenin içinde ağ sopasına dizilmiş kafeslerin gıcırtısı ve uzaklardan gelen köpek sesleri var. Mezarlığın içinden geçen yol bu karanlıkta beni Menekşe’ye götürürken, bir ara kuşlara gösterdiğimiz öteki dünyayı da görüyorum.
Evden kaçmadan önce masanın üzerine, önümüzdeki dokuz gün eve gelmeyeceğimi, gölün karşısına gittiğimi bildiren bir pusula bırakıyorum. Etkili oluyor. Dokuz gün kimse gelip beni gölün karşısında aramıyor.
Gölün karşısında: Her gece sihirli bir el uyumayıp bütün otlara, çalılara, dikenlere, örümcek ağlarına çiğ damlalarından inciler diziyor. Güneşin ilk ışıkları Köşkler Burnu’na vurduğunda, nemli otların kokularını sürünmüş, inciler dizilmiş göğüslerde uyanıyorum.
Bir gölge oyunun figürleri gibi dalgalana dalgalana göç eden kırmızı rujlu sakaların, vişne çürügü göğüslü fanyataların, yeşil sırtlı ispinozların, sarı sürmeli floryaların, siyah alınlı isketelerin kümelerini; çığırtkanların gökleri yaran sesleri, üzerimize döndürüyor. “Bu perde çeşm-i ehl-i zahire bir nakş-i surettir.”¹ Dikenin üzerine rengarenk çiçekler gibi doluşan kuşların milatı olacak ağ ipini çekiyoruz. “Sönünce şem’ eşhas-ı suver nabud olur birden / Cihanın bir bakıa olduğuna işte işarettir.” ²
Böyle bir sonbaharda, tuttuğumuz kuşları satıp yüz lira yaptığımızda bu parayı Uzunköprü’ye giden Ömer Ağbi’ye veriyoruz. Bize dört tane müre (evde yetiştirilmiş yabani yeşilbaş ördek) getiriyor. Bizim bildiğimiz ev ördekleri ile kıyaslandığında küçükler, ince kuş gibi biçimleri, yılanvari başları var.
Ömer Ağbi Uzunkoprü’nün Bayramlı Köyü’nden. Engebeli bir arazinin yüksekçe kısmına kurulmuş bu Bayramlı Köyü’ne, birgün Pele’yi alıp ben de ava gidiyorum.
Çeltik tarlaları yemyeşil, ayçiçeği tarlalarının üzerinde üveyk sürüleri bulutlar gibi uçuşuyorlar. İlk defa susam tarlası görüyorum. Tertemiz kumlu bir tarla. Üzerinde minicik yapraklı narin susam fideleri. Güneşten yanan ten ile bikini arasında kalan davetkar bir şefaflık, okşamak geçiyor içimden.
Bir kopay, tavşanın izini bulmuş, çığlığı koparıyor. Ardından cev cev diye havlıyarak tavşanın izini sürüp onu çevirmeye çalışıyor. Aslında sadece tavşanı kovalıyor. Tavşan, dönüp dolaşıp kalktığı yere, kendi ülkesine dönecek. Bunu bilen avcı tavşanın kalktığı yerde tavşanın dönmesini bekliyor. Bunu “Drina Köprüsü”nün yazarı İvo Andriç de biliyor. Bosna’yı terk edip Türkiye’ye kaçan Boşnaklara “Gitmeyin, gitmeyin güneş sizi hiçbir zaman doğğduğunuz yerdeki gibi ısıtmayacak” diyor. Bunu, ben de biliyorum.
Evler tek katlı köy evleri. Şarkılar “Ne bileyim ben senin cama geldiğini, camdan sevdiğini” diyorlar.
Ben de senin camlarına gelip, seni camlarından seviyorum. Sabahın körlerinde balığa çıkmadan önce senin gönlünü çalmak için bahçelerden laleler, güller, şakayıklar çalıyorum. Herkesin dünyadan ayrılıp sıcak yataklarında uyuduğu sırada dünyaya sahip çıkmak, canla gitmek, canan tarafından beklenilmek, camlarda sevişmek ne güzel.
Kışın ilk günlerinden biri, gökte beklediğimiz dolunay var. Müreleri gümenin önüne bağlamış mazgallardan ahşap-baskılar seyrediyoruz. Hışırdayan kamışlar, rüzgarın serpintisinin suyu titretmesi, karşılıklı bağırışan ördekler, ayın önünden geçen bulutlar, bizim müreleri çalmaya gelen puhu, herşey siyah-beyaz.
Yıllar sonra bir eleştirmenin gravürcülere “gecenin sanatçıları” dediğini öğreniyorum. Kelimeler gibi, siyah-beyaz bir konuşma sanatı. Yalansız dolansız. “Seversen beni böyle sev” diyemem. Biliyorum beni böyle seviyorsun.
Birden bire dişi mürelerin güçlü vakkk…vakkk…vaaakkk ları, erkeklerin veeekkk…veeekkk leri yabani ördeklerin seslerine karışıyor. Kendilerini gümüşi siyah sulara bırakan yabani ördeklerin suya inerken çıkardıkları şapırtıları duyuyoruz. Dişi müreler taka…taka…tak diye kur yapmaya başlıyorlar. Biz ses çıkarmasınlar diye kalplerimize “evinize gidin” deyip yabani ördeklerin kıyıya yanaşmasını bekliyoruz.
Beş küçük nokta yavaş yavaş büyüyorlar. Yabani ördekler kıyıya iyice yaklaştıklarında çiftenin horozunu kaldırıp tam tetiği çekecekken, bizim mürelerden birinin kündekten kurtulup yabani ördeklere karıştığını görüyoruz. Oyun bozuluyor. Bu siyah beyaz dünyada kendi ördeğimizi, diğerlerinden ayırma sansımız yok. Yabani ördekleri boş verip karanlığın içinde kendi müremizin peşine düşüyoruz. Kendini yakalatmıyor. Biraz üzerine gittiğimizde karanlığa karışıyor. Islanıyoruz, üşüyoruz, canımız sıkılıyor. Tekrar yakalamayı deniyoruz. Müre hemen karanlıklara karışıyor. Bizim mürelerin çağırdığı yabani ördekler, simdi bizim müremizi çağırıyorlar.
En sonunda yorulup Sinou’ların evine dönüyoruz. Niyetimiz sabah erkenden tekrar göle gidip müremizi bulmak, kanat tüyleri kesik olduğu için uçamayacağını, uzaklara gidemeyeceğini biliyoruz. Eve döndüğümüzde, müreleri kümese koyuyor, uyumaya gidiyoruz. Ama aklımız hep göldeki mürede, uyuyamıyoruz. Sadece elbiselerimizi kurutup günün ağarmasını bekliyoruz.
Gün ağarırken tekneye binip motoru çalışıtırıp göle doğru gidiyoruz. Bizim dün akşam ki ahşap baskılar, şiirleriyle birlikte kaybolup gitmiş. Yerine gürültülü devasa bir şehir fotoğrafı var. Sahiplenemediğimiz bu fotoğrafın kargaşasından, gölün ortasına geldiğimizde kurtuluyoruz. Tekrar sakarmekeler paletli ayaklarıyla suyun üzerinde koşarak sürüler halinde havalanıyorlar. Düşmanı daha bol olan yeşil ördekler, macarlar, çamurcunlar, patkalar daha önceden havalanmış gökte V’ler oluşturmuşlar. Biz sadece müremizi düşünüyoruz. Bütün derdimiz bir an önce Kotova kıyılarına, gümeye ulaşmak.
Gümeye doğru yaklaştığımızda kıyıda bir avcı görünce Sinou ve ben bembeyaz oluyoruz. Omuzunda tüfek, belinde fişeklik, askılığında bizim dişi müre sallanıyor.
Fatih Mika
¹ Karagöz Sunumundan “Bu perde çeşm-i ehl-i zahire bir nakş-i surettir.” (görmesini bilen kişi (Tanrının kurduğu) perdenin (dünyanın) bir hayal, güzel bir resim olduğunu anlar. )
² Karagöz Sunumundan “Sönünce şem’ eşhas-ı suver nabud olur birden / Cihanın bir bakıa olduğuna işte işarettir.” (Mum sönünce tasvirlerdeki kişiler birden yok olur (ya da perişan olur). Dünyanın bir dert, bir belâ olduğunun işaretidir bu. (Mumun sönmesi hayatın bitmesi, ölüm.)
Balkonun kenarına çıkıp asmanın dalından kayarak bahçeye iniyorum. Evden kaçışların en zor yanı bu değil, bütün sorun kaçtıgım noktayı gizleyebilmek. Kimse uyuyan anneannemin üzerinden atlayıp hemen yanıbaşında ki pencereden kaçabileceğimi düşünemiyor. Bu noktayı epey kullanıyorum.
Gecenin içinde ağ sopasına dizilmiş kafeslerin gıcırtısı ve uzaklardan gelen köpek sesleri var. Mezarlığın içinden geçen yol bu karanlıkta beni Menekşe’ye götürürken, bir ara kuşlara gösterdiğimiz öteki dünyayı da görüyorum.
Evden kaçmadan önce masanın üzerine, önümüzdeki dokuz gün eve gelmeyeceğimi, gölün karşısına gittiğimi bildiren bir pusula bırakıyorum. Etkili oluyor. Dokuz gün kimse gelip beni gölün karşısında aramıyor.
Gölün karşısında: Her gece sihirli bir el uyumayıp bütün otlara, çalılara, dikenlere, örümcek ağlarına çiğ damlalarından inciler diziyor. Güneşin ilk ışıkları Köşkler Burnu’na vurduğunda, nemli otların kokularını sürünmüş, inciler dizilmiş göğüslerde uyanıyorum.
Bir gölge oyunun figürleri gibi dalgalana dalgalana göç eden kırmızı rujlu sakaların, vişne çürügü göğüslü fanyataların, yeşil sırtlı ispinozların, sarı sürmeli floryaların, siyah alınlı isketelerin kümelerini; çığırtkanların gökleri yaran sesleri, üzerimize döndürüyor. “Bu perde çeşm-i ehl-i zahire bir nakş-i surettir.”¹ Dikenin üzerine rengarenk çiçekler gibi doluşan kuşların milatı olacak ağ ipini çekiyoruz. “Sönünce şem’ eşhas-ı suver nabud olur birden / Cihanın bir bakıa olduğuna işte işarettir.” ²
Böyle bir sonbaharda, tuttuğumuz kuşları satıp yüz lira yaptığımızda bu parayı Uzunköprü’ye giden Ömer Ağbi’ye veriyoruz. Bize dört tane müre (evde yetiştirilmiş yabani yeşilbaş ördek) getiriyor. Bizim bildiğimiz ev ördekleri ile kıyaslandığında küçükler, ince kuş gibi biçimleri, yılanvari başları var.
Ömer Ağbi Uzunkoprü’nün Bayramlı Köyü’nden. Engebeli bir arazinin yüksekçe kısmına kurulmuş bu Bayramlı Köyü’ne, birgün Pele’yi alıp ben de ava gidiyorum.
Çeltik tarlaları yemyeşil, ayçiçeği tarlalarının üzerinde üveyk sürüleri bulutlar gibi uçuşuyorlar. İlk defa susam tarlası görüyorum. Tertemiz kumlu bir tarla. Üzerinde minicik yapraklı narin susam fideleri. Güneşten yanan ten ile bikini arasında kalan davetkar bir şefaflık, okşamak geçiyor içimden.
Bir kopay, tavşanın izini bulmuş, çığlığı koparıyor. Ardından cev cev diye havlıyarak tavşanın izini sürüp onu çevirmeye çalışıyor. Aslında sadece tavşanı kovalıyor. Tavşan, dönüp dolaşıp kalktığı yere, kendi ülkesine dönecek. Bunu bilen avcı tavşanın kalktığı yerde tavşanın dönmesini bekliyor. Bunu “Drina Köprüsü”nün yazarı İvo Andriç de biliyor. Bosna’yı terk edip Türkiye’ye kaçan Boşnaklara “Gitmeyin, gitmeyin güneş sizi hiçbir zaman doğğduğunuz yerdeki gibi ısıtmayacak” diyor. Bunu, ben de biliyorum.
Evler tek katlı köy evleri. Şarkılar “Ne bileyim ben senin cama geldiğini, camdan sevdiğini” diyorlar.
Ben de senin camlarına gelip, seni camlarından seviyorum. Sabahın körlerinde balığa çıkmadan önce senin gönlünü çalmak için bahçelerden laleler, güller, şakayıklar çalıyorum. Herkesin dünyadan ayrılıp sıcak yataklarında uyuduğu sırada dünyaya sahip çıkmak, canla gitmek, canan tarafından beklenilmek, camlarda sevişmek ne güzel.
Kışın ilk günlerinden biri, gökte beklediğimiz dolunay var. Müreleri gümenin önüne bağlamış mazgallardan ahşap-baskılar seyrediyoruz. Hışırdayan kamışlar, rüzgarın serpintisinin suyu titretmesi, karşılıklı bağırışan ördekler, ayın önünden geçen bulutlar, bizim müreleri çalmaya gelen puhu, herşey siyah-beyaz.
Yıllar sonra bir eleştirmenin gravürcülere “gecenin sanatçıları” dediğini öğreniyorum. Kelimeler gibi, siyah-beyaz bir konuşma sanatı. Yalansız dolansız. “Seversen beni böyle sev” diyemem. Biliyorum beni böyle seviyorsun.
Birden bire dişi mürelerin güçlü vakkk…vakkk…vaaakkk ları, erkeklerin veeekkk…veeekkk leri yabani ördeklerin seslerine karışıyor. Kendilerini gümüşi siyah sulara bırakan yabani ördeklerin suya inerken çıkardıkları şapırtıları duyuyoruz. Dişi müreler taka…taka…tak diye kur yapmaya başlıyorlar. Biz ses çıkarmasınlar diye kalplerimize “evinize gidin” deyip yabani ördeklerin kıyıya yanaşmasını bekliyoruz.
Beş küçük nokta yavaş yavaş büyüyorlar. Yabani ördekler kıyıya iyice yaklaştıklarında çiftenin horozunu kaldırıp tam tetiği çekecekken, bizim mürelerden birinin kündekten kurtulup yabani ördeklere karıştığını görüyoruz. Oyun bozuluyor. Bu siyah beyaz dünyada kendi ördeğimizi, diğerlerinden ayırma sansımız yok. Yabani ördekleri boş verip karanlığın içinde kendi müremizin peşine düşüyoruz. Kendini yakalatmıyor. Biraz üzerine gittiğimizde karanlığa karışıyor. Islanıyoruz, üşüyoruz, canımız sıkılıyor. Tekrar yakalamayı deniyoruz. Müre hemen karanlıklara karışıyor. Bizim mürelerin çağırdığı yabani ördekler, simdi bizim müremizi çağırıyorlar.
En sonunda yorulup Sinou’ların evine dönüyoruz. Niyetimiz sabah erkenden tekrar göle gidip müremizi bulmak, kanat tüyleri kesik olduğu için uçamayacağını, uzaklara gidemeyeceğini biliyoruz. Eve döndüğümüzde, müreleri kümese koyuyor, uyumaya gidiyoruz. Ama aklımız hep göldeki mürede, uyuyamıyoruz. Sadece elbiselerimizi kurutup günün ağarmasını bekliyoruz.
Gün ağarırken tekneye binip motoru çalışıtırıp göle doğru gidiyoruz. Bizim dün akşam ki ahşap baskılar, şiirleriyle birlikte kaybolup gitmiş. Yerine gürültülü devasa bir şehir fotoğrafı var. Sahiplenemediğimiz bu fotoğrafın kargaşasından, gölün ortasına geldiğimizde kurtuluyoruz. Tekrar sakarmekeler paletli ayaklarıyla suyun üzerinde koşarak sürüler halinde havalanıyorlar. Düşmanı daha bol olan yeşil ördekler, macarlar, çamurcunlar, patkalar daha önceden havalanmış gökte V’ler oluşturmuşlar. Biz sadece müremizi düşünüyoruz. Bütün derdimiz bir an önce Kotova kıyılarına, gümeye ulaşmak.
Gümeye doğru yaklaştığımızda kıyıda bir avcı görünce Sinou ve ben bembeyaz oluyoruz. Omuzunda tüfek, belinde fişeklik, askılığında bizim dişi müre sallanıyor.
Fatih Mika
¹ Karagöz Sunumundan “Bu perde çeşm-i ehl-i zahire bir nakş-i surettir.” (görmesini bilen kişi (Tanrının kurduğu) perdenin (dünyanın) bir hayal, güzel bir resim olduğunu anlar. )
² Karagöz Sunumundan “Sönünce şem’ eşhas-ı suver nabud olur birden / Cihanın bir bakıa olduğuna işte işarettir.” (Mum sönünce tasvirlerdeki kişiler birden yok olur (ya da perişan olur). Dünyanın bir dert, bir belâ olduğunun işaretidir bu. (Mumun sönmesi hayatın bitmesi, ölüm.)
2 yorum:
pakistan'da eskiden jeeplere binip ava cikarlardi babamin arkadaslari. hiiiic anlamazdim. neyse yazinizi okurken hem heyecanlandim hemde uzuldum. bu arada müre dediginiz mühre mi acaba?
Sevgili Indrani,
Babanizin sizin icin avi anlamsiz kilmis olmasi ne guzel. Boylece Berrin'in saflarina geciyoruz.
Mureye galiba muhre de diyorlar. Turkiye'de henuz bitki ve hayvan isimlerinde bir standartlasma yok. Yerel isimler cok fazla ve bazan ayni ismin baska hayvan yada bitkilere verildigini goruyorsunuz.
Yorum Gönder