27 Haziran 2008 Cuma

Yirmi Yıl Önce


Uçak Yeşilköy’den poyraza karşı havalanırken neden bilmem ben “A”dan başlayarak harfleri sayıyordum. Hosteslerin yavrusu düşmüş serçeler gibi telaşlanmalarından, uçağın yazı mı tura mı geleceği belli olmayan taklalarından düşüyor olduğumuzu anladım. Tam “Ğ”de idim. Artık bazı harfleri atlamam gerekiyordu. Ama “Z”ye kadar gelip gelmediğimi anımsamıyorum. Uçak düşmüştü.

Ayıldığımda ameliyat masasına yerleştiriyorlardı. Yandaki ameliyat masasında karnı mezgit balığı gibi açılmış bir adamı etrafında midye ayıklar gibi bir sürü insan ameliyat ediyorlardı. Karşımda ise üzerine yeşiller giymiş kaptan pilot sanki ikinci bir kazanın hazırlıklarını yapıyordu. Uçaktaki onaltı yolcu, kaptan pilottan hiç de aşağı kalmayan yeşil giysileri ve kaynağını nereden aldıklarını kestiremediğim bir güç ile etrafımı sarmışlardı. Sanki aynı uçakla düşmemiştik. Birisi ağzımda takma dişim olup olmadığını sordu., bir diğeri iğneyi koluma bastı.

Musalla taşından tek farkı, sol kolunuzu enlemesine uzatabileceğiniz kol kadar bir çıkıntının olduğu ameliyat masasının üzerini musalla taşının ki gibi parlak öğlen güneşi değil; muhallebi kasesi gibi bir yığın lambanın dizildiği kocaman bir avize kaplıyordu. Sol kolumu o çıkıntıya bağladıklarını anımsıyorum, ama ayaklarımın ve vücudumun bağlı olduğunu ancak narkozu ağzımdan çıkardıklarında farkettim. Damağımı haftalarca kurutan narkozun ne olduğunu şimdi bile anlatmam mümkün değil. Fakat narkozu vermeye yarayan o ekmek bıçağı sapına benzeyen alet yok mu, onu hiç unutamayacağım. Zaten ağzımdan çıkarırlarken kendime geldim. Bir tekniker kız ameliyathane de çalışan biri değil de Yüksekkaldırım'da müşteri çağıran kadınların edası ile “Kızları düşündün di mi?” demez mi? Hemen yanıt vermeyi o kadar istediğim halde halsizlikten beceremedim.

Ameliyathaneden çıktıktan sonra yolda Emine Hanım Teyze’yi gördüm, elbette sevindim. Fakat yine de limonatacıların, mısırcıların, ekspres piyango bileti satanların arasında görünce şaşırdım. Şunu da atlamadan hemen söyleyeyim, limonata içmek ve patlamış mısır yemek içimden geldiği halde ekspres piyangoya hiç ilgi duymadım. Bunu nasıl yorumlarsın bilemiyorum. Belki de limonata içmek ve patlamış mısır yemek için ekspres piyangodan ikramiye kazanmama gerek yoktu.

Emine Hanım’ın çok üzüldüğünü, yorulduğunu ve ameliyatın sonuna kadar bekleyeceğini biliyordum. Eğer işler yolunda gitmese idi kabak Emine Hanım’ın başına patlayacaktı; ve o zaman üzülme olanağım olsaydı duyabileceğim en büyük üzüntüyü Emine Hanım için duyardım. Biz kendi ellerimiz, kafamız ve ayaklarımızla bir yerden bir yere zor gideken; kendi elleri ve ayakları ve kafası ile bir yere gidemeyen adamı paketleyip ülkesine göndermek kolay bir iş olmayacaktı.

Yumurtadan yeni çıkmış sığırcık yavruları gibi halsiz ve çıplak; ve mezbahada yeni kesilmiş etlerin ki gibi anlamsız bir titreme ile ağır-bakım odasına geldiğimde, artık herşeyin başının direnmek olduğunu anlamıştım. Ertesi sabah ayaklarımın üzerine diktiklerinde kırılmış kabuklu sümüklüböceklerle bir defada iki kayabalığı yakaladığım çocukluk günlerimdeki gibi sevindim, ama bozuntuya vermedim.

Bir sabah kontrolunda doktor bir problemim olup olmadığını sorunca “Sağ böbreğim ağrıyor” dedim: Doktor hiç gülmedi. Biraz sonra bir hemşire bir sarımsak, bir de soğan getirdi; soğanı sağ, sarımsağı sol omuzuma bağladılar. Bunu niçin böyle yaptıklarını anlamamamla birlikte, halimden şikayetçi de olmadım. Tam tersi; tatsız , tuzsuz ve lezzetsiz serumlara biraz tencere yemeği, biraz cacık havası kattıkları için her ikisine de minnettarım. Her ikisini de birer anı olarak saklamayı çok istememe rağmen filizlenmeye başladıklarında hastahanenin bahçesine dikmesi için bir hemşireye verdim.

Bu arada birde tıp konusunda ki düşüncelerim değişti. Hastahaneye yatmadan önce tıbbı bir bilim olarak kabul etmiyordum. Binlerce çeşit insanın bulunduğu bir dünyada tıbbın evrensel kurallar yaratmasının mümkün olmadığı kanısındaydım. Fakat şimdi öyle düşünmüyorum. Çünkü vücut ısısının 37°C den sonra her insan için yüksek olduğunu, insanların önceden numaralandırılmış normal, alçak yada yüksek basınçlarının olduğunu öğrendim. Şimdi tıp bilimine olan inanç ve güvenimden ben de kendime bazı tıbbı aletler almaya karar verdim. İlk aklıma gelenler bir derece, oksijenli su, tentürdiyot, gazlıbez ve yara bandı. Yara bandlarının banliyö trenlerinde satıldığını daha önce görmüştüm, diğerlerini nasıl elde edeceğimi bilmiyorum fakat hastahanede güvendiğim bir doçent var ondan yardım isteyeceğim.

Tüm insanların bu arada bazı doktorların da insan sağlığı konusunda hiçbir şey bilmediklerini de öğrendim. Bu insanların tümü birden şimdi öteki böbreğime dikkat etmem gerektiğini söylüyor. Sanki iki tane kalbim varmış gibi.

Yurtta ki arkadaşlarımın benim ameliyat olduğum cuma gününden itibaren beş gün süre ile yemekhanede böbrek yemediklerini duyunca bunun bir dayanışma biçimi olduğunu düşünerek önceleri çok duygulandım. Ama şimdi bunun bir dayanışma biçimi mi? Yoksa analiz sonuçlarının gelmesi ile bir ilgisi olup olmadığı konusunda net bir karar vermiş değilim.

Ama yıllardır beslediğim güvercinler o kadar vefalı çıkmadılar. Analiz sonuçlarının geldiğinin ertesi günü onları hastahanenin çöplüğünde birşeyin etrafında üşüşmüş gördüm (içlerinde kırmızı kanatlı bir mısıri de vardı). Önce üzüldüm, sonra onlara hak verdim. Çünkü hayat vefakar olmak için değil yaşamak içindi.

3.temmuz.1988 Sarayevo
Ameliyat olduktan 5 gün sonra yazmışım.

12 Haziran 2008 Perşembe

görmek - görmemek - görememek ......

çektiklerime
yeni bir yer yaptım
ilgi - alaka için bulut


düşündüm ki
keyif veren
mutlu - neşeli - eğlenceli
şeyleri
paylaşmalı....
ve
gezip - gördüklerimi
ve
okuduklarımı
ve
dinlediklerimi
ve
yok artık
bu kadarı olamaz dediklerimi
ve
aaaa şaşırdım dediklerimi
ve
allahım sen neler yaratıyorsun
böyle
dediklerimi(çiçekler-böcekler vs.)
ve
heyecanlarımı
ve
hezeyanlarımı
ve
ışığı
ve
renkleri
ve
en çok fotoğrafları - mı

böyle işte
planet i
yöneten
kirli insanlara inat....


fotoğraflar
2. ankara kalesi festivalinden

8 Haziran 2008 Pazar

KALE

" Artık hevesli bir rüzgar
Vadileri
Kuleleri
Yolları
Yalayıp getiren bir rüzgar da değilim
Son ve başlangıçla birlikte
Tapınaklar ve meydanlar içinde
Bir esintiyim köşeleri dolaşan
Kendisiyle buluşan bir esinti sadece”
Bejan MATUR


Okyanus Ansiklopedik Sözlük, “kale”yi “eski zamanlarda düşmanın gelmesi beklenen stratejik yollar üzerinde, askeri önemi olan şehirlerde, geçit ve darboğazlarda, savunma ve güvenliği sağlamak için yapılan yüksek ve kalın duvarlı, burçlu ve mazgallı geniş yapı” diye tanımlamış. Geniş anlamda ise “kolay kolay girilemeyen yer”miş kale…

Biz Cumartesi günü Kale’ye gittik. Festival varmış Ankara Kalesi’nde… Gezeriz diye, fotoğraf çekeriz diye, keyifli bir gün geçiririz diye, beraber oluruz diye… Hayatlarımızda bir nefeslik de böyle bir hoşluk olsun diye…

Öyle de oldu… Bir sürü fotoğraf çektik. Aslında doğrusu daha çok Berrin ve Brajeshwari çektiler. Çok güzelleri var içlerinde… Bir sürü poz verdik, kendimizi “model”miş gibi bile hissettik zaman zaman… Eğlendik kısaca…


Duvarlarına Faruk Nafiz Çamlıbel’in “Han Duvarları” şiirinden mısralar yazılmış Pirinç Han’da çay içip, gözleme yedik sonra. Ben açlıktan ölmek üzereydim çünkü. Dans eden grupları seyrettik bu arada. Han’a geldiğimizde dört genç kız “şakşuka” eşliğinde göbek dansımsı bir gösteri yapıyorlardı mesela. Onları seyrettim Berrin ve Brajeshwari fotoğraf çekerken... Dördü de güzel oynuyorlardı, belli çalışmışlar, hazırlanmışlar… Ama bir tanesi gösteri yapmıyordu, hem dans ediyor, hem eğleniyor, hem de sanki kimseyi umursamadan keyfine bakıyordu… Sanki yalnızmış gibi, etrafında kimse yokmuş gibi… Öyle kendini kaptırmış, öyle içinde yaptığı şeyin yani… Budur dedim kendi kendime, yaşamak bu kadar basit aslında… Bütün kalbinle her ne yapıyorsan onu yapmak yani… Çetin Altan’ın bir sözü geldi aklıma: “Mutluluk, sevdiğin işte doya doya çalışmak ve sevdiğinle doya doya sevişmektir…” diyordu beynimin kıvrımları arasından… Güzel bir söz söylemek için mi söylenmiştir, yoksa onca yaşanmışlıktan damıtılmış bir söz müdür, bilemem elbette… Ama işte, o kızın dansını, dans etmekten keyif alışını seyrederken doğru olduğunu hissettim…


Sonra Berrin’de kahve, tatlı ve elbette sohbet... Berrin, 'pazartesiye senden bir kale yazısı bekliyorum' dedi. Ben de yazıyorum işte. Sizi mi kıracağım. Fotoğraflar sizden, yazı benden…

Dedim ya kolay kolay girilemeyen yerlermiş kaleler… Şimdi bizim öyle kolaycacık girdiğimize bakmayın. Zor girilirmiş bu yapılara eskiden. Ancak gücünü ispatlamış ve kaleyi zapt etmiş olan girebilirmiş o heybetli mekana... Büyük bir zaferle… Atının üstünde dimdik (niyeyse atla girilmeliymiş gibi geldi işte)… Mağrur bir eda ile… Zafer kazanmış bir komutan olarak işte…

O yüzden kaleyi korumak da çok önemliymiş. Fazla söze gerek yok, ölüm kalım savaşı işte… Ya da “var olma”/”yok olma” savaşı aslında… Yok olmamak için savaşmak… Kaybedersen yok olacağını zannetmek yani…

Ama zaman geçmiş, böylesi kaleler ile böylesi savaşların devri bitmiş... Şimdi daha çok "iç" savaşlar yaşanır olmuş…

Bizim kaç tane kalemiz var içimizde acaba? Deliler gibi savunduğumuz… Biri girerse diye, içeriyi görürse diye, kalemizi zapt ederse diye neredeyse ölmeyi göze alacak savaşlara giriştiğimiz “iç kalelerimiz”… Onlar, büyük iç savaşlardan sonra kurduğumuz ve bir başka iç savaşa kadar canımız pahasına savunduğumuz kendi kalelerimiz… Keşke onların resimlerini de çekmek bu kadar kolay olsa… Bir gün de iç kalelerimiz için bir festival düzenlesek kendimize mesela… Bu gün eğlence günü, gelin bakın, girin dolaşın oralarda desek… Gelenlere şarkılar söylesek, gözleme ve çay ikram etsek… Kendimize bir ateşkes günü ilan etsek… İçimizdeki savaşa tamam desek…


Ohooo, amacını aştı bu yazı… Yazının amacı güzel bir cumartesi gününü özetlemekti… Ama işte böyle şeyler düşündürttü “kale” sözcüğü bana bütün gün… Orada bir zamanların o heybetli günleriyle dalga geçercesine yaşanan bambaşka bir düzeni seyreder, “festival” etkinliğine (!) katılırken bir taraftan da bunlar geçti içimden…

Evet, bizim haftasonu “kale” maceramız böyleydi…