31 Mart 2008 Pazartesi

Bir ton pirinç, Sadece bir tondur..


“if you don't know zen, mountains are just mountains, when you start zen, mountains are no more mountains, when you become a zen master, mountains are just mountains for you”

Zen budistlerinden farkım, henüz Zen’e varamayışımdır.. Zen ise aslında hiçbirşey demek değildir ve hiçbir anlamı yoktur.Ve bu “hiçbirşey” aslında bu öğretinin gerçek koşuludur.

Hiçbirşey benim için tanımsız ve önemsiz bir kavramı ifade edemiyor.. Hiçbirşey, belirsizliğin ta kendisi.. Benim gibi birini bir ton pirinç ile tehdit edebilirsiniz. Ben bir ton pirincin ne kadar olduğunu tahmin edemediğim için, hiçbirşeyin tanımsızlığında boğulurum.. Halbuki bir ton pirinç, sadece bir tondur..

Hayat aslında bilinen sandıklarımızla belirsizliklerle ilerliyor. Ve bazen bir Zen içinizde hortluyor. Zen’in tanımı içinizdeki çok şeyin –hiçbirşey olmasını istemek oluyor bazen..Bazen sadeleşmek... Bazende inzivaya çekilmiş bir Zen budistine imrenmek...

Zen budistleri bu “hiçbirşey” ile meditasyon yaparlar... Hiçbirşey düşlemeyerek oturdukları yerde saatlerce.. Zen budisti olmaya karar vermiş biri için en zor dönem meditasyonun ilk zamanlarıdır... Otururken beli ağrır, kolu uyuşur, kemikleri üst üste biner ve ne düşüneceğini düşünür... Cevap şudur “ hiçbirşey”... ve acı da yoktur yada geçer.. Yıllar sürer meditasyonları... Hiçbirşeyi deneyimlemek için önce; “ kafalarındaki herşeyi” meditasyonda yaşarlar.. Ve bir sonraki meditasyonda “hiçbirşeyi” deneyimlemek üzere kalkarlar meditasyondan... Yıllarca dağlarda inzivaya çekilirler... Amaç dağda inzivaya çekilmek değildir.. Amaç dağa herşeyi taşımamaktır belki de... Ama malasef biz nereye gidersek gidelim, aklımızda başımızın içinde bizimle gelir... Onlar dağda inizvaya çekile dursun,biz 54 saniyelik kırmızı ışığı beklerken bile “hiçbirşey” düşünemeyiz.. En kötüsü hiçbirşey düşünmesek, trafik lambasının yanında duran tabeladan kırmızı ışığın bitişini saymaktayız..28- 29-30....

Zen budistleri, üzerlerine hiçbirşey giymezler. Çıplak değillerdir elbette.. Sadece örtünürler... Güne göre kıyafetleri yoktur.. Gardropları da... Takıları, Şapkaları, Atkıları....

Yemekleri en sadesindendir... Enerji almak için yerler, ihtiyaçları kadarını.. Doymak olmaksızın.. Biraz ekmek ve su bazen... Bazen sadece dağda buldukları meyve ve otlar... Nerdee iskender, zeytinyağlı yaprak sarmalar...

Ve sahip oldukları sadece nefesleridir, nefsleridir. Çoğu evini, yatağını, oyuncağını bırakıp gelmiştir küçük yaşta tapınağa... Annelerinin yemeğini, ninelerinin ördüğü sıcak tutan battaniyeyi, kardeşleriyle oyunlarını, babalarının kucağında otururken geride hatırlayacağı anıları yaşamadan ...

Yatakları yerdeki bez şiltedir... Bizim gibi yorganları da yoktur sarıp sarmalandıkları... Uykularıda yoktur aslında...Uyku yerine tutan meditasyon yapar çoğu..

plazma tvleri... Bilgisayarları.... Buzdolapları.. Elektrik faturaları.. Kredi kartları... Sigortası gelmiş arabaları... Aynaları... Yazlıkları... Titleları.... Cep telefonları... Maaş bordoları... Sigortaları... Anahtarları...Kimlik kartları... Cüzdanları...ve malasef yoktur Çorapları...

Zen’e ulaşmak için binbir disiplinden geçerler.. Önce bir odanın içinde bir kapı açmaları istenebilir. Sonra o kapıyı başka tuğla ile kapatmaları.... Başta saatlerce nasıl yapılacağını bilmeden meditasyon yaparlar.. Oturarak Buda olunmayacağını söylenebilir onlara, aynı zamanda mantraları doğru okumaları da.. Sonra yaptıkları hiçbirşey onure edilmeyebilir.. Tüm bunlar bedenlenmiş ruhun eğitimidir.. Hoca, sadece öğrencinin kendini algılayışını gösterir. Zen’e göre “nerde bir beden varsa, orada sıkıntı vardır”... Sıkıntı acı ve dertlerdir. Ama aynı zamanda zevk ve hazdır.Çünkü sıkıntı beden ve zihni kontrol eder.Çünkü beden, her zaman zevk ve rahatlığa uzanmaya hazırdır. Açık ve gizli sıkıntılar yaşamın değişmez olgularıdır.Çünkü insanliğin hepsi negatife doğru gitmeye odaklıdır. Zen Budistleri ise sıkıntıyı da –mutluluğu da bir tutarak nötr olmayı deneyimlemek için oradadırlar.Buna adarlar kendilerini..Ve en önemlisi an’da kalırlar ve farkında..... Soru şudur “ şu anda ne eksik”...

Zen’e göre herşey yaşadığın anda gizlidir.. Bu öğretilerin bize yansıyan kısmı ise şöyle “heryerde Zen”.... Yemek yaparken “Mutfakta Zen” yapabiliriz.. Araba kullanırken de... İş yaşamında da Zen’de mevcut .... Tüm bu öğretilerin nasıl olacağını merak edeceklere en güzel örnek sanırım şu hikayedir... Büyük hocalardan biri yanına gelen öğrencisine sormuş..
”Kahvaltını ettin mi”...
Ettim hocam” ..
“Terliğini içeri girerken çıkardın mı yağmur yağıyor dışarıda”..
evet çıkardım hocam”....
” Terliklerini Kapının sağına mı koydun yoksa soluna mı”....
? !? !”..

Neyin farkındayız.. Ben evde terliklerimi hatırlamıyorum neredeler şu anda... Hatta ikisininde farklı yerde olduğunu sanmaktayım.. Geçenlerde yoga yaparken Tadasana duruşunda ( Dağ duruşu - Her iki ayak tabanı üzerinde, ayakta durarak uygulanan başlangıç pozisyonudur) hocamın duruşu tarif ederken “ayak parmaklarımız yeri kavrıyor ve kafamızın üstü tavana paralel “ tanımı bile beni düşündürdü..Dik durmak için kafamın üstünün tavana paralel olması üzerine düşündüm hayli.. Sanırım farkına vardım.. Farkına vardım dik duruşun sırrının ve kafamın üstünün...

Benim Zen’im farkli bir Zen anlayışı... Bu taraflara gelene kadar bilgi eksikliğine uğramış..Bana geldiğinde de sadece benim algılayışım kadar kalmış... Ayrıca kafamın üstü tavana paralelmiş yıllardır..

Şu aralar Zen Budistlerini özeniyorum. Hiçbirşeyi deneyimlemek istiyorum..Dağlarda meditasyon yapmak... Düşünmemek.... Hayatta hocalar değişik değişik olabiliyor malasef.. Onlara hoca demesekte hepsi çevremizde... Yarın sabah erken kalkıp işe gideceğim. Patronum benden, bir duvardan kapı açmamı... Sonra çıkan tuğlalar ile saray yapmamı isteyebilir. Sonra ben bunu istememiştim ki diyebilir. Canı sagolsun.. Ben Kafamın üstü tavana paralel olarak günlük eğitimimi tamamlarım... 8 saatliğine Zen Budisti olurum.. Şiltede yatmıyorum.. Budistler gibi meditasyonu uykuya da tercih edemiyorum..


Dağa kaçmama az kaldı ama...
Şimdi izninizle yatağıma yatıp, yorganıma sarılacağım Zen Zen...

Jay Jahnabi Devi Dasi...


Sevgili Tofucanlar,

Sizlerle harika bir haberi paylaşmanın mutluluğu içindeyim.

Sevgili Zeynep Ünlü Mutlu, artık sadece Zeynep değil... 29 Mart Cumartesi sabah saatlerinden itibaren o artık Jahnabi Devi Dasi...
“Jay Jahnabi Devi Dasi...”

Sevgili Jahnabi Devi Dasi, yolun açık ve aydınlık olsun,
Tüm didilerin adına, içten sevgilerimizle HOŞGELDİN...


Burada kısa bir nota gerek duyuyorum, izninizle...
Biliyoruz ki her sesin, her frekansın bir enerjisi var. Her kişinin kendine ait bir frekansı, enerjisi var. Kişi kendi frekansı ile uyumlu frekanslarla çevrelendiğinde ise daha fazla huzur, daha fazla sevgi, daha fazla aydınlanma yaşayabilmekte.

Bazı seslerin enerjileri diğer seslere oranla çok daha fazla güçlüdür. Dualar, mantralar, kutsal isimler enerjileri çok yüksek seslerdir ve bu yüzdendir de dua ettiğimizde, mantralar söylediğimizde, kutsal isimleri zikr ettiğimizde çok daha fazla huzur ve içsel aydınlanma hissederiz.

Herbirimiz, doğumumuzdan itibaren isimlerimizin enerjisi ile çevrelendik, kimimiz doğru frekansı tesadüfen bulmuş olmakla şanslıydık, hani bir söz vardır “ismiyle müsemma” diye, yani ismimizle uyumluyduk ama bazılarımız için de pek öyle olmadı. Çok güçlü frekansı olan kutsal isimler bazen sahiplerine çok ağır geldi, ciddi psikolojik sorunlara sebep oldu bazen de bazı isimlerin enerjisi çok hafif kaldı, kişinin güçlü enerjisi yanında.
(Şamanizmde, bebeğin henüz doğmadan annesine rüyasında ismini söylediğine, bebeğin ismi ile geldiğine inanılır ve bebeğe annesinden başka kimsenin isim vermesine izin verilmez.)

İsimlerimizin her söylenişinde enerjisi bizi biraz daha çevreler ve enerjimizi daha da yükseltir ya da düşürür.

“Devi Dasi” olmanın sorumluluğu çok daha ayrı ve oldukça ciddi bir konu. Benim burada belirtmek istediğim ise bir devi dasinin isminin tesadüfi olmadığı ve mutlaka derin, önemli anlamlar ifade ettiği. İsmin anlamının öneminden daha da önemli olan ise o ismin enerjisidir. İsmin enerjisinin, ismi alan kişinin enerjisi ile tam uyumlu olmasının da ötesinde, kişinin enerjisini yükseltme, kişiyi içsel aydınlığa biraz daha yaklaştırma gibi önemli etkileri vardır, bir devi dasinin isminin.


Bu yüzdendir ki, Sevgili Jahnabi Devi Dasi, sen artık sadece Jahnabi Devi Dasi’sin.
Jay Jahnabi Devi Dasi...

HK

Sevgilerimle,
Nilambara Devi Dasi

25 Mart 2008 Salı

İki Kaptan


Rüzgarı arkasına almış, beyaz köpükler çıkararak dalgaları yaran küçücük pembe teknesini; beyaz şeker çuvallarını birbirine ekleyerek yaptığı yelkeninden tanır; eski bir kaptan olan Puşt Hakkı’yı uzaktan saygı ile izlerdik. Eski mesleği kaptanlıktan dolayı Marmara’nın balıklarının göç ettiği kanalları, akıntıları, gizlendikleri kayalıkları; o balıkları yakalamanın sırlarını herkesten daha iyi bilirdi.

Puşt Hakkı Küçükçekmece Gölü’nü Marmara Denizi’ne bağlayan derede kış-yaz pembe teknesinin içinde yaşar, yaşamını sürdürebilecek parayı bulursa balığa çıkmaz; ama aç kalırsa herkesin çekindiği fırtınalı havalarda bile korkusuzca denize açılırdı. Şimdiki gibi balık çiftliklerinin olmadığı; levreğin adı anılırken önüne bismillah konulduğu o devirlerde; Puşt Hakkı balığa çıktığında; takımını nasıl hazırladığını, zarganayı oltasına nasıl taktığını, hangi sularda, hangi hızla giderken bu beş altı levreği nasıl yakaladığını kimse anlayamaz, ama herkes onu kıskanırdı.

O zamanlar, Marmara’da tek tük tutulan levreğin bir tanesi, Haliç’teki balıkhaneden uyanık bir İstanbul delikanlısı tarafından satın alınırdı. Sultan Hamam’da kumaş; Mısır Çarşısı’nda baharat; Tahtakale’de karaborsacılık; Mercan Yokuşu’nda çantacılık; Cağaloğlu’nda kağıt, kırtasiye, kitap, gazete, mecmua yada matbaa; Kapalı Çarşı’da altın işleri ile uğraşmış esnafın Boğaz kıyılarında oturanları akşamları Boğaz’ın iki yakasına da uğrayıp kendilerini tek tek; ıslak yağ ve tuz kokan halatların kıvrıldığı, martıların çığlıkları ile örtülü iskelelere bırakacak vapura bindiklerinde bu boğaz sakinlerinin önüne bu levrek konurdu. Herbiri bir kura numarası satın alan bu boğaz sakinlerinden en şanslısı o akşam levreği solungaçından geçirilmiş telinden tutup; yanında ipe dizilmiş Yedikule bostanlarından iki kıvırcık marul, bir demet yeşil soğan, bir demet turp yada roka ile birlikte evine götürürdü. Eğer evin hanımı balık kokusuna yüzünü asmayan birisi ise hemen akşam yemeğinin menüsü değişir; beklenmedik bu misafirin hatırına masaya belki de küçük bir şişe Yeni Rakı da konur; evin içi balikla birlikte mis gibi anoson kokardı.

Puşt Hakkı, balığa çıkarken yanına kimseyi almaz, denizi nikahlı karısı gibi kıskanır, denizi ve gizlerini kimse ile paylaşmazdı. Paraya çok sıkıştığı bir gün yanında iki çelebi balıkçıyı sinarit tutmaya götürdüğü söylenirdi. Tekneyi sinaritlerin olduğu nişanın üzerinden geçecek şekilde akışa bırakmış. Tekne tam nişanın üzerinden geçerken zogalara atlayan sinaritleri kayığa almakla uğraşan çelebiler, nişanın kerterizini alamamışlar. Belki de Puşt Hakkı’nın Puştluğu buradan geliyordu.

O zamanlar İstanbul’un tekne yapım merkezi Ayvansaray’dı. Menekşe’de sahillerinde ahım şahım bir kalafat yoktu. Puşt Hakkı ekmeğini çıkarmak için bu ufak tefek kayık tamir işlerine de bakar, küpeştelerin yumrularını, deniz kurtlarının yediği omurgaları, kıyıya yanaşırken kayalara yada iskele kazıklarına bindirip zarar görmüş teknelerin deliklerini onarırdı. Birgün Pehlivan’ın teknesinin bir kısmını onarmak için kayıkhaneye gelmiş, kızağa çekilmiş tekneye ayakkabılarını çıkararak bir mabede girer gibi girmiş, biz yeni bitme denizcilere denizde dalgalarla boğuşacak kadar güçlü bir teknenin suyun dışında iken bir galete kadar narin olduğunu öğretmişti.

Bir gün ölüm haberi geldi. Puşt Hakkı’yı pembe kayığında ölü bulmuşlardı.

O kadar kolay olsa, öyle pembe bir tabutum, ismimin önüne o “Puşt” kelimesini koymayı çok isterdim.


●●●

Birgün, egzoscu Salih’in tamirhanesine Samatyalı Hüsnü gelir.
- Agop Mehmet Ali buraya takılırmış kendisini görmek istiyorum.
- Agop Mehmet Ali, ehli keyif adam, buraya takılır, ama istediği zaman takılır.
Samatyalı Hüsnü’nün içi içini yemekte bir an önce Agop Mehmet Ali’yi bulmak istemektedir. İnadına Agop Mehmet Ali ortalıklarda yoktur.

Samatyalı Hüsnü dayanamayıp anlatmaya başlar. Bu sahillerin çapari ile balık tutan en iyi balıkçısı benim. Ama bunu kime söylesem herkes bir ağızdan “senden daha iyisi Agop Mehmet Ali’dir” diyor. Ben bu duruma açıklık getirmek için bir gün onunla birlikte çapariye çıkmak ve bu sahillerin çapari ile en iyi balık tutan balıkçısı kim göstermek istiyorum.

Agop Mehmet Ali keyif adamı. Ya kırlarda bülbüllerin peşine düşmüş. Ya da Kum Kapı sahillerinde lodosculuk yapıyor. Günlerce süren kuvvetli lodosun sahile yığdığı kumların önüne bir kum eleği koymuş bu kumları elekten geçiriyor. Elekten geçirdiği sadece kumlar değil, Marmara Denizi’nin bütün geçmişi. Bir bakmışsın eleğe bir midye kabuğu takılıyor, sonra Marmara’nın renkli çakıl taşları, menevişlenmiş bir Bizans parası, altın bir kolye, yada içine isim yazılı bir yüzük, bir Ceneviz kanyonundan sarı bir çivi. Lodosun ölü dalgalarının eşliğinde bir sürü hayal. Kimsenin evinde okumak için bulamayacağı bu kitabın sayfalarını, Kum Kapı sahillerinde Agop Mehmet Ali keyifle lodosa çevirtitiyor.

İstanbul, balıkların geçit yolunun üzerinde; koca Karadeniz’in balıkları sürüler halinde birbirlerine sürtünerek Boğaz’dan geçiyor. Böyle balık akını olduğu zamanlar it izi ile at izi birbirine karışır. İyi balıkçıların günde kırk kilo balık avladıkları zaman, acemi çelebilerin, çoluk çocukları da adam başına onbeş kilo balık avlarlar. Bu balık akınları sırasında genellikle çapari adı verilen bir balık takımı kullanılır. Çapari takımı, oltanın ucuna istavrit ve çinekop için beyaz kaz yada ördek tüyü; palamut için genç horozların boyun tüyü; kolyos ve uskumru için ise hindi yada yaşını doldurmamış kırçıllı martı tüyü kırmızı ibrişimle bağlanarak hazırlanır. Sahici balıkçılar üzerleri inci bir gerdanlık gibi balıkla dolan 25-30 iğneli çaparileri ustalıkla kullanırlar. Ortalarından havaya kaldırdıkları bu gerdanlığın gümüşi balıklarını tek elleri ile ayıklarlar.

Samatyalı Hüsnü, en sonunda Agop Mehmet Ali’yi bulur. Düello eden iki silahşör gibi oltalarını seçip iki ayrı sandalla denize açılırlar. Kumkapı önlerinde motorları durdurup çaparilerini suya indirirler.

Değişik çapariler hazırlamıştım. Kısa köstekliler, uzun köstekliler, siyah sinek iğnesinden bağlanmış olanları, yirmi iğnelisi, otuz iğnelisi, hindi tüyünden, martı tüyünden, kaz ördek tüyünden. Bir kaç denemeden sonra balığın iki akıntı arasındaki dar bir suya sıkıştığını anlamıştım. Öyle bir takım kullanmalıydımki bu iki suyun arasına sıkışmış balığı delip geçmeyip, içine enlemesine girsin. Kısacık köstekli sinek iğnesinden yapılmış otuzlu bir çapari takımını seçtim. Balığı bulduğumda takımı sürünün içine yatırıyor, her seferinde tekneye otuz balıklı bir gerdanlık çıkarıyordum. Dalıp gitmişim. Birden Samatyalı Hüsnü’nun teknesini yanıbaşımda buldum. Hüsnü elini bana uzatmış “haklıymışlar bu kıyıların çapari ile en çok balık tutan balıkçısı senmişsin.” diyordu.

Fatih Mika
25 Mart 2008 Roma

24 Mart 2008 Pazartesi

Sudaki Çocuğumuz Akdeniz Foku (2)

Sessizliği bozan çığlık. Yavru fok “Ege Vira” var gücüyle annesine seslendi.

“Vaaaak vaaaaaak” diye bir ördeğin sesine benzer.

Anne burnunu suyun 5 cm altında tutarak kocaman bir “pufffffff” sesiyle ona yanıt verdi.Yavru fok ancak kafasını kaldıracak kadar güçlüydü. Ön yüzgeçleriyle çakıla vurdu. Heyecan belirtisiydi bu. Anne hızla yavrunun yanına geldi ve önce onu sevgiyle kokladı. Bu aynı zamanda tüm memeli canlıların yavrularına yaklaştıklarında yaptığı bir davranıştı. Yavru sonsuz bir huzur, mutluluk içinde sadece uzanıyor ve kocaman iri gözleriyle annesini izliyordu. Anne fok “Emine” vakit kaybetmeden karnını yavruya döndü. Güçlü ön yüzgeçleriyle Ege Vira’ yı memelerine yönlendirdi. Ege Vira biraz dudak ve biraz da koku yordamıyla kısa sürede nerdeyse ceviz büyüklüğünde memelerden birini kaptı ve iştahla süt emdi. Bazen memeye iki üç milim uzunluğundaki dişlerini de geçirdiğinde annesi homurdanarak onu terbiye ediyordu.

Dünya üzerinde yaklaşık 500 Akdeniz Foku kalmıştır. Ve Ege Vira bunlardan bir tanesidir.

Annenin sütü yaklaşık iki hafta içinde yavruya 5-10 kg kadar ağırlık kazandırdı.

İki hafta geçtikten sonra henüz arka yüzgecini dengeli biçimde kullanamayan yavru hiç yüzme bilmeyen insanlar gibi ön yüzgeçlerini suya vura vura komik ve bir o kadar da telaşlı bir biçimde su üstünde kalıyordu. İlerleyen günler ardından Ege Vira artık içinde bulunduğu yuva ve ana salonda yüzüyor, mağara içerisine giren çer çöple oyunlar yapıyordu.

Mağara içerisinde her türlü atık birikmişti. Balıkçıların attığı kasalar, sahilden kopup gelen ağaç parçaları, plastik meşrubat, su şişeleri ( ki bu Ege Vira’ nın en çok sevdiği oyuncaklardandı) ve öğreneceği üzere en tehlikelisi olan …

Fok olduğunu kabul etmemek için dalmaya gösterdiği direnci gören annesi suda ona çaktırmadan yanaşıyor ve kocaman ağzı veya yüzgeciyle onu tutup suyun altına bastırıyordu. Ege Vira bu hiç sevmediği egzersizler ardından su altında kalabileceğini, ve hatta yüzebileceğini kısa sürede fark etti. Suyun altında kalmak ona ayrı bir özgürlük ortamı sunmuştu ama o bundan aldığı zevk ve neşeyle kahkahayı basınca yine su yutuyor bu sefer telaşla kendini yüzeye atıyordu.

Anne fok sabahın erken saatlerinde yavrunun yanından ayrılıyordu. Bazen hava şartlarına göre programını değiştirip tüm gün onunla kalıyor bazen de gece aralıklarla mağarayı terk ediyordu. Avlanması gerekiyordu. Ne buluyorsa avlıyordu anne. Balık, ahtapot, kalamar, istakoz…Balıkçıların ağlarından balık çalıyordu kimi zaman. Kilometrelerce ağ atıyordu insanlar denize. Ucunda iğneler olan uzun oltalar, ve daha bir çok değişik takımlarla denizdeki balıkların çoğunu avlıyordu insanlar. Balık bulmak için çok ama çok uğraşıyordu anne.

Ege Vira her geçen gün daha da büyüyordu. Mağaraya geldiğinde yavruyu besliyor ve her türlü riske karşı adeta bir gözü açık uyuyordu. Mağaraya girebilecek davetsiz misafirler, bir erkek fok bir kavga, bir dalgıç ise gerçek bir müdafaa savaşı anlamına gelebilirdi. Özellikle seçmişti bu mağarayı. Herkes ve her şeyden uzak. Eski tecrübeleri gözüne uyku girmesine engel oluyordu. Anne fok bundan iki sene önce de hamileydi. Ancak 4 yaşından sonra hamile kalmıştı ilk yavrusuna. Bu kadar tecrübeli davranmamıştı. İlk yavrusuna hamileyken ve doğum çok yakınken bulunduğu mağaraya giren bir grup dalgıçtan ürküp kaçmak isterken strese girmiş ve yavrusunu düşürmüştü. Şimdi iki yıl ardından ve 11 ay süren hamilelik döneminden sonra sağlıkla doğmuş olan bu yavruyu kaybetmemek için her türlü fedakarlığa hazırdı. İç güdüleri onu hep diken üstünde tutuyordu. 4 tonluk çene kuvvetini tehditlere karşı çekinmeden kullanacak 350 kg ağırlığında vahşi bir makine gibiydi. Taa ki yavrusundan ayrılıncaya değin bildiğimiz sevimli fok “değildi” o.

Oysa ki yavru fok dünyadan habersiz, mağaranın ana salonunda taklalar atarak vaktini geçirirken bir gün… Tam da neşeli bir oyun esnasında, mağara içerisine üzerinde değişik geometrik desenler bulunan garip bir yaratık girdi. Yavru annesine seslendi. Ve sonra “ne yaptım ben” diyerek kafasını suya gömdü hemen. Annesi o yokken kesinlikle ses çıkartmaması için onu tembihlemişti. Mağaranın içine dolan dalgalarla salona giren garip yaratığın her tarafı oynuyordu. Ege Vira, daha saniyeler geçmemişti ki, merakına teslim olup kafasıyla ona dokundu. Hiçbir şey olmadı. Ön yüzgeciyle üzerine bir şaplak yapıştırınca yaratık suyun altına doğru batmaya başladı. Ege Vira bunun daha önce de mağara içinde rastladığı deniz analarından biri olduğunu düşündü. Yeni bir oyuncak geldi diyerek neşeyle dalışa geçti. Hiç bir şeyden şüphelenmeyecek kadar saftı. Vira “seni yakalayacağım ey canavar” diye yaratığa doğru pikesini yaptı. Hızını alamayan yavru, tüm gücüyle canavara kafasını uzattı. Ve o anda… Yaratık fokun ağzını ve kafasını kavrayarak tüm yüzüne yapıştı. “Bu nasıl bir oyun şimdi” dedi içinden. Telaşla yüzeye çıktı nefes almak için. Burun deliklerini kocaman açarak nefes almak istedi ama alamıyordu. Yeniden hızla suya daldı ağzını açıp kapıyor, bağırıyordu. Tekrar yüzeye bu sefer çakıl sahile attı kendini. Yaratık kafasından aşağı daha da çok sardı onu, taaa boynuna kadar…İşte yavruların bir kısmının daha ilk aylarındayken oyun merakları yüzünden ölmelerinin ve Akdeniz Fokları’nın yok oluşunu hazırlayan tehditlerin biriyle sınav vakti gelmişti.

Ege Vira ön yüzgeçleriyle yaratıktan kurtulmaya çalışıyor fakat kısacık ön yüzgeçleri buna yetmiyordu…
*
Not1: Akdeniz Fokları yüzgeç ayaklılar ailesinden “gerçek foklar” cinsine aittir, sirklerde gördüğünüz foklar, fok değil “deniz aslanı”dır ve ön yüzgeçleri oldukça uzun olup bu uzuvları üzerinde yürüyebilirler, Akdeniz fokları eğitilmeye uygun olmayıp, insan kontrolünde tutulurlarsa üremedikleri ve beş altı ay içinde öldükleri tespit edilmiştir.

Not2: Hikayede bahsi geçen olumsuz sebepten dolayı Akdeniz Foku mağaralarına girmek (dalgıçlar) Su Ürünleri kanunca yasaklanmıştır. Bu yasak önerisi, Sualtı Araştırmaları Derneği / Akdeniz Foku Araştırma Grubu tarafından getirilmiştir.

Devam edecek

21 Mart 2008 Cuma

Sudaki Çocuğumuz Akdeniz Foku

(Çocuklarımıza ithaf olunur)

Dışarıda neler oluyordu acaba, sanki her yer her şey yerinden oynuyor gibiydi. Rüzgar deli gibi esiyor, beyaz dalgaların üzerinden kopardığı parçacıkları kahverengi kayalara savuruyordu. Balıklar ince çatlakların arasında saklanmış, yaslanmış, oldukları yerde tutunmaya, durmaya çalışıyorlardı, derinlerde. Posidonyalar (Su yosunları) bir o yana bir bu yana savruluyor, kumlara sıkıca yapışmış, el ele tutunmuşlardı. Dev kalamarlar fırtınanın patırtı gürültüsünden kaçıp, rahat rahat uyumak için denizin en diplerine kadar inmişlerdi.

Salon çok geniş ve büyüktü ve bir anne kucağı kadar sıcaktı. İçeride su zerrecikleri havada uçuşuyor, sanki mağaranın duvarları bir gidiyor bir geliyordu. Salon kocaman bedeninden uzanan bir kolla daha da derinlerde ufak bir odaya bağlanıyordu… Ufak çakıl sahilli bir yuva..

Bu gizli köşede 22 kg., siyah tüylü, zayıf, kocaman gözlü, korkak bir Akdeniz Foku en dipte duvara yaslanmış içeri gelen dalgaların üzerinde yansıyan ışığa bakıyor, bakıyor…

Annesini bekliyordu. Tüyleri 2.5 cm uzunluğunda idi. Boyu burun ucundan yüzgeç ucuna 80.cm. Nerede, neden, nasıl ve kim olduğunu bilmiyordu. Doğalı 5 gün olmuştu. Su arka yüzgeçlerine dokundukça o duvara daha da sokuluyordu. Ne fok olduğunu biliyor ne de yüzmeyi biliyordu. Bildiği tek şey gri postlu, kocaman (350 kg ağırlığında), kahkahası mağarayı yıkacak kadar kuvvetli, neşeli annesi ve onun meme uçlarındaki sıcak ve yoğun süttü.


Yavru fok bir kaç gün sonra suyun aslında onun arkadaşı olduğunu öğrenecekti. İlk önce korksa da annesi onu suya itecek ve ona ilk yüzme derslerini verecekti. Önce bulunduğu odada yüzmeyi öğrenecek ve daha sonra ana salonda ilk artistik ve teknik hareketlerine başlayacaktı. Ve ilk sınav gelecekti. Yaklaşık 20 metre uzunluğundaki “güne bakan” tünelde birkaç gün yüzecek ve sonra annesiyle birlikte çıkışa varacaktı. Denize kavuşacaktı.

Mağara etrafında aylar boyu gezinecek, balık avlayacaktı.

Dişi bir yavru ise yaklaşık 1 yıl ama erkek ise 6,7 ay annesinin yanında kalacaktı.

Tüm bunları yapmak için ve dedik ya, bir Akdeniz foku olduğunu öğrenmesi için, daha çok ama çok vakit vardı.

Akdeniz’in yüzü ak olsa da elleri bir mengene gibi kuvvetli ve yüreği de acımasız sayılacak kadar katıdır aslında… Akdeniz “Mediterranean” yani “Yerkürenin Merkezi” olan bu denizlerin kıyılarını nakış gibi işlemiş olan tanrı, Poseidon’a zayıflara acımamasını emreder. Ve Poseidon her kış mevsiminde güçlü nefesini denizlerin üstüne boşaltır. Fırtınanın bunca soğuk ve sert olması Ekim belki Kasım ayı olmasındandır. Foklar Akdeniz’e kış mevsiminde doğarlar. Doğum çok zorlu şartlara kafa tutar. Yavrular bu zor şartlarda yaşar ya da… Rüzgarlar, ve kocaman denizlere rağmen hayatta kalabilen bir Akdeniz Foku yaklaşık 40 – 45 yıl kadar yaşar.

Not: İşte bu yoğun kış döneminde durmadan “çok işim var, geç kalacağım, beni bekleme” diye eve uğramayan Poseidon’dan ( çapkın P ) karısı Hera, nem kapar.

Mimas’ı, Poseidon’un neler yaptığını izlemek üzere görevlendirir.

Ve Mimas, nereye mi konuşlanır?

Karaburun Yarımadası’na.

Yarımadanın mitolojik adı “Mimas” olarak geçer.

Devam edecek.

kadın dediğin yüksek topuk giymeli.....


bu
müzikle alakalı - romantik bir yazıdır

çok yıl önce
new age dinlerle
alakalı kitapta

sizin
da vinci den - amadeus mozart tan
farkınız yok
sizde yapabilirsiniz
yaratıcılığınızı
en yüksek düzeye çıkarabilirsiniz
tereddüt etmeyin - geç kalmayın
yazıyordu
bilinçliliğin
tasfiye edilmiş haline kolayca ve zarafetle ilerliyebilmek için tanrı hücremin en uygun ölçekte aktive edilmesini istiyorum dediğimde
işlem tamamdı
bu kadar kolay mı ?? diye düşündüm
ya olabiliyorsa !!! (karadenizli olduğumu daha önce söylemişmiydim)
hoşuma gitti
ve
biraz çekinerek
cümleyi
renkli kağıtlara yazıp
birini buzdolabının
diğerini bilgisayarın
üzerine yapıştırdım
çekindim
bilinçliliğin tasfiye edildiği
yer neresi
fikrim yoktu
saç sarı - kabarıkta
aysel gürel gibi olmak
çekingenliği
tabii
o zamanlar
aysel gürel olmanın çok kolay
olmadığınıda bilmiyordum
neyse
hikayeler anlatan şarkılar sevdiğimi....
leonard kohen nin
nasılda güzel sesi olduğunu.....
teoman nın
şarkılarındaki sözleri/hikayeleri
çok sevdiğimi.....
nina simone nin
yaptığı müziğin ilahi olduğunu.....
ve
bunları
her farkettiğimde
allahım sen neler yaratıyorsun dediğimi......
(bu cümle bülent e aittir - güzel kızları gördüğünde söyler)
müziğin kalbime dokunabildiğini....
mutluluk
mutsuzluk
tutku
asabiyet
hatta
birazda gidip
ırakta ben savaşmalıyım
hissini
yaşatabildiğini
farketmem
o cümleyi
okuduktan sonra başladı

yokk
içimdeki
dahi
henüz ortaya çıkmadı...
ne zaman
belli mi olur

20 Mart 2008 Perşembe

memlekette aşıklar günü henüz yok iken

yağmur yağardı geceler boyu
beni ve kaldırımları ıslatarak
yalnız yağmur anlardı halimden
bir de sararmış ışıklı sokak lambaları

bunca yıl geçti aradan
hala saklıyorum
seni ararken döktüğüm gözyaşlarımı
hala saklıyorum
seninle paylaşamadığım o on sekiz yaşımı

Fatih Mika

17 Mart 2008 Pazartesi

"içimdeki şarkı bitti..."

“İçimdeki şarkı bitti” demiş ya şair... bu sözü duyduğumdan beri ne çok kurcaladı zihnimi...
Çok hüzün dolu bir söz, çok vurucu, çok düşündürücü...

Bir insanın “içindeki şarkının bitmesi” yaşamının durması ile eş anlamlı neredeyse... dönüp kendi içime baktım, benim içimdeki şarkı ne durumda diye... biran paniğe kapıldım, içimdeki şarkının sonuna yaklaşmaktayım neredeyse son günlerde...
gazeteler, tvler, sohbetler... gelişmeler ve yükselen huzursuzluklar içimdeki şarkının sesini hayli bastırmış ve ben bu gürültünün arasında şarkımın iyice cılızlaştığını ve neredeyse durmak üzere olduğunu fark edememişim. Hemen toparlanmalı, hemen harekete geçmeli...

Yapabileceğim pek bir şey yok yükselen huzursuzluklar karşısında, kendi içimde direncimi yükseltmek, inancımı korumak ve umudumu yitirmemek için çabalamaktan başka... ve bakıyorum da bunlar da az şeyler değil...
ya içimdeki şarkı biterse, ya artık hiç umud etmeden, omuzlarım çökmüş bir şekilde kaçanların ardından bakıp “kaçmak neye yarar, terk etmek çözüm müdür” diye cılız bir sesle haykırırsam...

birşeyler yapmalı, terk edip kaçmak neye yarar... ama dururken yerimde, yurdumda içimdeki şarkının bitmesine de izin vermemeliyim, UMUTLA ŞARKI SÖYLEMEYE DEVAM...
17 Mart 2008

Kaptan Amca

Karşımızda, meyva sandıklarının üst üste konulmasıyla inşa edilmiş dizi dizi folluklar. İçlerinde, Yugoslavya’yı köy köy, kasaba kasaba gezerek satın aldığım çeşitli cinslerden 44 güvercin. Siyah başlıkları ile rahibelere benzeyen merveler. Bir minyatür ustasının naif bir sabırla tüylerini tek tek çizdiği sultanların kuşları hünkariler. Küçücük gagaları, göğüslerindeki kocaman gülleri ile ciciler. Buğday gagalı, kurbağa gözlü Budapeşte kısa gagalıları. Rengarenk 44 güvercin. Egzoscu Salih’in otombil tamirhanesinin terasına derme çatma biriketlerden yapılmış büyükçe bir güvercin kümesinin içinde oturmuş bu güvercinleri seyrediyor, sohbet ediyoruz. Dışarıda insanı ezen poyrazı ile İstanbul’un kışı var.

Dünyanın her tarafına ait kuşlar mozaiğini, Türkiye’nin değişik taraflarından kalkıp İstanbul’a gelip yerleşmiş bu kuşçular mozaği tamamlıyor. Ortalama kültür düzeyinin epey altında olan bu ortamdaki sıfatların çoğu, küfürlerdeki kelimelerden oluşuyor. Biri, elinde tesbihi, ters çevrilmiş yağ tenekesinin üzerine oturmuş, dinleyenleri söylediklerinin doğru olduğuna inandırmak için söze hep “anam avradım olsun” diye başladıkça. İleride,ters çevrilmiş başka bir yağ tenekesinin üzerine oturmuş, sonradan Kaptan Amca olduğunu öğrendiğim esmer, yeşil gözlü ihtiyar “estafurullah” diyor. Öteki hala farkında değil, yeniden kuracağı cümlenin önüne “anam avradım olsun”u ekliyor.

Kaptan Amca, Saraybosna’da doğmuş. Miljacka adında ince bir nehiri olan Saray Bosna’da adam elbette kaptan olamaz. Ama aile İstanbul’a göç edince her şey değişiyor. Varlıklı bir ailenin çocuğu olan Mehmet Ali de kaptanlığı öğrenip; kırmızı bulutlu, yeşil balıklı, lacivert denizlere açılıyor, liman liman dolaşıyor. Taa ki Selanik önlerinde, kıyıda dönen dönek güvercinleri seyre dalıp Mısır’dan yüklenilmiş döllü kısraklarla dolu gemisini karaya oturtuncaya kadar. Bu gemiyi karaya oturtma bahane oluyor. Bir çok kişinin güzel dediği, uğruna ölümleri göze aldığı şeylerle birlikte, apoletli beyaz kaptan üniformasını da çıkarıp bir kenara, hem de geri dönüp aramayacağı bir kenara bırakıveriyor. İstanbul’un gündüz ve gece hayatına karışıyor. İstanbul azınlıklarının dillerini de bilen Kaptan Amca’nın bu yüzden diğer adı da Agop Mehmet Ali.

Biz şimdi bazen Kaptan Amca ile reçel yapmak için Langa Bostanları’ndan baba incir topluyoruz. Bazan Mermer Kule’ye saka kuşu tutmaya gidiyoruz. Bazan çapariye. Hiç birşey yapmaz isek güvercin uçuruyoruz.

Kümesin içinde sıra sıra folluklar. Folluklarda cins cins güvercinler. Güvercinlerin altında bembeyaz çakıl taşı gibi yumurtalar, bazılarının altında çirkin diken tüylu yavrular. Kimisi gidip karşı çatıya konar, akşama kadar kümese inmez. Kimisi alır basını bir daha dönmez. Kimi de kümesini şaşırır bize gelir. İşte böyle birgün bu. Bir yavru beyaz güvercin, Kaptan Amca’nın apoletli gömleği kadar beyaz, gelir karşımızdaki çatıya konar. Yem atarız inmez, su dökeriz inmez. Biraz durur alır başını gider. Yarım saat sonra bir bakarız, yine gelmiş. Tekrar yem atarız, tekrar su dökeriz. O yeme bakar, suya bakar içi gider. Bize bakar, kümese bakar tanıyamaz. Kümes onun kümesi, biz onun sahibi değilizdir. Tekrar alır başını gider. Biz “artık gitti bir daha dönmez” derken, bir bakmışız tekrar gelip karşı çatıya konmuş. Kaptan Amca yeniden yem, yeniden su “hadi kızım, hadi oğlum geliver. Bizim burada yem haftadan haftaya, su yağmurdan yağmura” diyerek kuşu kandırmaya çalışır.

Kaptan Amca’da bazan efkarlanır, ölüm aklına gelir. “Ben ölmem” de diyemez, “Ben öleceğim, tekrar dünyaya geleceğim.” der. Ben hak veririm. Dünyayı böyle katıksızca seven bir insana ölümü yakıştıramam. Sonra kim sallana sallana yürür Langa Bostanları’nda? Yeni Kapı sahillerinde kim lodosculuk yapar? Sonra biz kime sorarız “Bu sakanın ön ağızları nasıl?” diye. Sonra kim tanıyabilir kokusundan benim torbamdaki balığın kırlangıç balığı olduğunu? Çapariyi çapraz bağlamayı kim öğretir? Hindibağ salatasını kiminle yaparız? Sonra kimden dinlerim yahudi, rum, ermeni kızların hikayelerini?

Kaptan Amca yine çok efkarlanıyor bu sıralar. Şu nükleer reaktörler, Çernobil’in radyasyon bulutları filan. Sonra neye yarar ki dünya, öldükten sonra dirilsen bile!

Fatih Mika
3/5/1986 İstanbul

13 Mart 2008 Perşembe

yagmurlu istanbul

kitapcidaydim, deli bir yagmur basladi. sabah crystal uyarmisti, semsiyeni al demisti. biraz daha takildim kitapcida, nasil muhtesem kitaplar var anlatamam. mimarlik bolum'de dunyadaki agac evlerin resmlerini cekmisler. muhtesem tasarimlar! yarim saat o evlerin icindeki yasami hayal kurdum. yagmur yavaslamisti. ciktim. istiklal caddesi bosalmisti. tramvay gol gibi bir suyun icinden gecti ve bir turist onun resmini cekti. o anda ben de aklimda cektim. simdi de bakabiliyorum.

meydana yurumem uzun surdu ama hic acele etmedim. o insan trafigi azalmisti, kaldirim taslari kalkmiyordu ve pantolon pacalarim camur icinde degildi. keyifli bir yuruyustu. oratada olmayan ve birden cikan semsiye saticilar islana islana satis yapmaya calisyorlardi. komik. otobuse rahatca bindim ve insanlarin yuzlerindeki ifadeleri izlemeye basladim. yolum uzundu. 1 saat izledim ve yagmurun o kadar farkli bir sey oldugunu anladim. hani olur ya insanlar bir olay olunca sen nerdeydin o gun sorarlar ya, ben pek hatirlayamam. ama yagmurlu gunleri hatirlarim. ankara'da yagmurdan cok keyif alamiyordun. icerdeyken seyretmek guzeldi. yurudugumde her tarafim camur oluyordu. bir seferinde islanmak icin yagmurlu havada arkadasla yuruyuse cikmistik, ha o zaman cok keyif almistim. karachi'de yagmur cok rahatlaticiydi. sicaklardan sonra oooff nasil serinlerdi birden... selcuk'ta yagmur toprak kokusunu getirirdi. florida'da yagmur cizgi gibiydi yani bir cizgiden sonra adim attigin zaman o tarafta yagmur olmazdi, yukari baktigin zaman gokyuzunde sadece bir bulut var ve o kadar. sadece ordan yagiyor, baska bir yerde bir hareket yok. haa hindistan'daki yagmuru zaten hic bir zaman unutmayacagim. 24 saat yagdi, tum hafta ayni derecede.

istanbul'da yagmur cok farkli. bogaz'a yagdigini izlemek, bir serinlik ve tazelik, sokak isiklarin yollara yansimasi ve bunu izleyerek yuruyus yapmak. belki paris'te de boyle olur. venedik yagmuru boyle degildi mesela. istanbul yagmuru gercekten farkliymis.

7Zeytin

Merhaba
uzun süredir yazamadim.
Bahar bir garip geldi ve tüm ağırlığıyla üzerime çöktü. Genel iş yoğunluğum ve ardından kendimi çok bitkin hissetmem nedeniyle bilgisayarda sadece izleyici oldum. Bahar çok garip bir mevsim. Doğum sancısı gibi ağır bir şekilde tüm canlıların uyanışı ve çiçeklenmesi. Benim de çiçeklenmem gerek ama üstümdeki halsizlik ne olacak bilemiyorum.

Grup'tan bir soru almıştım" Niye 7 zeytin" diye...
Aslında hikayesi biraz hüzünlü ve belki gizli mi kalmalı diye bu soruya yanıt vermeden önce düşündüm.
7 Zeytin beni itekleyen zor günlerimi hatırlatan bir sembol.
1997 gibi askerliğimi yaptım. Birliğim bölüğüm yer konusunda yazmak istemiyorum. Komando değil. Kalabalık bir bölüğün çavuşlarından biriydim. Usta birliğinde yaşam oldukça stresli ve zor oldu . Çok kalabalıktık. Çok yorucu kimi zaman. Genel koşulların yetersizlikleri dışında ( yatma kalkma tuıvalet vs. ), istikakımız da dikkatli kullanılma sınırındaydı.
Özellikle kış bulunduğum bölgede çok nemli ve soğuk geçiyordu. Sabah erken, bizim için en önemli şey bir an evvel kendimizi toparlamamızı sağlayacak kahvaltı. Sıcak çay, bir parça beyaz peynir, tahin helvası ve 7, 8 adet zeytin.
Bu da belki de eğitimin bir parçasıdır bilemiyorum. Askerlikte olması gereken şartlar da bunlar yoksa birşey öğrenemezdik.
Şunu hatırlıyorum,
Kahvaltı başında herkes kendi tabağına bakıyordu. Ortalarına doğru gözler sağa sola takılıyor ve sonuna doğru ağzınızdaki lokmayı çiğnerken yakınınızdakilerin tabağından gözünüzü alamıyorsunuz.
Bir zeytini ağzıma atıp yarısını özenle ayırıp diğer yarısını tabağıma diğer lokmayla yemek için ayırırdım. Bazen tabağımızda bilerek zeytin bırakır ve paylaşırdık. Bu birliktelik anlayışımızı kuvvetlendiren, ekmek paylaştığımız için huzursuzluk yaratma direncini kıran bir davranıştı.

Daha fazla yazmama gerek yok umarım. Şimdi ofisimin önünde 8 zeytin ağacı var ( biri yedek ) firmamın adı da 7 Zeytin.
Yediğim lokmanın değerini unutmamak adına 7 Zeytin' i sembol kabul ettim. Çıkış noktası kısaca bu...

Eğer ergin 4,5 adet zeytin ağacınız var ise standart bir aile yetecek kadar zeytin ve zeytin yağı elde edebiliriziniz.
Ama en iyisi ve garantisi 7-8 adet zeytin ağacı diye düşünüyorum. Çünkü her sene aynı verimi alamayabiliyoruz.

Zeytin mistik bir canlı, ölmeyen ağaç, ben onu hep dost gibi görüyorum, anlatacak çok şeyi olan bir arkadaş.
Eğer ulu büyük bir zeytin ağacı görürseniz bu ağac "delice" aşısıdır.Normal büyüklükte bir zeytin ise muhtemelen ziraii dediğimiz türdendir. Benim yaşadığım bölgede 450.000 yetişkin ağaç var. Yaşları 500 civarında olanlar var. Ve yine Karaburun'da bir pilot projeyle 25.000 dönüm araziye 1.000.000 evet bir milyon ağaç dikimi başladı. Karşımızdaki Sakız adasında 1.5 milyon ağaç varmış.

Son dönemde zeytin yaprağında bulunan "ötropin "maddesi kanserli hücreleri içerilerine girerek çatlatması özelliğiyle
bunu bulan bilim adamlarına Nobel Ödülü kazandırdı. Türkiye de az sayıda firma son bir iki yıldır bu maddenin ekstraktını çıkartmak için tesis kurdular. Zeytin yaprağının tonu tam olarak bilemiyorum ama birkaç bir dolar ediyor. Kendimi zeytin yaprağı çayına alıştırmaya çalışıyorum...Sıcak su ve içine zeytin yaprağı hepsi bu.

Zeytin ağacından yapılma mutfak eşyalarını hobi amaçlı üretmeye çalışıyorum. Kurutma safhası çok zor ve ağaç çok kolay çatlıyor. Fakat başardım. Şimdi ise sorun çok sert bu ağacı işlemede.Henüz bunu yapamadım. İleride imkanım olursa ufak bir torna tezgahı ile çalışma ortamı yaratacağım. Zeytin ağacından yapılan kap, mutfak eşyalarını özellikle Almanya ve Amerika talep ediyor diye öğrendim. Fakat iç piyasada da yeri var. İstanbul'da bir kaç örnek aldım. Çeviz kıracağı, nihale, ufak bıçak ve çatal.


Zeytin yağlı yemek çekti şimdi canım
Giritli tarafım tuttu yine...
Şu anda bizim burada her taraf ot dolu ,
sarmaşık, radika, ısırgan ( yumurtalı zeytin yağlı) ...
ay ay ay mutfağa gidiyorum...sağlıcakla

7 Zeytin


Nesimi Ozan Veryeri

7 Mart 2008 Cuma

Bugün 8 Mart ya...

Komutan acemi erleri kontrol ederken ne görsün acemi erlerden birinin eli kınalı.

- Evladım ne oldu eline?
- Askere gelmeden önce annem kına yaktı.
- Neden?
- Bilmiyorum.

Komutan başlamış anlatmaya.
“Üç şey için kına yakılır.
Birincisi, kurban edilecek koça; “Allahım bu koç sana kurban olsun” diye.
İkincisi, gelin olacak kıza; “kızım kocasına kurban olsun” diye.
Üçüncüsü, askere giden oğula; “oğlum vatanına kurban olsun” diye.

Bugün 8 Mart ya. Dün akşam ben de elime kına yaktım. Kurban olayım sizlere.

Fatih Mika
8 Mart 2007 Roma

PeRDe

Evren bize ol dedi.. olduk.. Yaşıyoruz işte...
Her çimenin topraktan bittiği gibi umarsız,
çatlaktan fışkıran çicek gibi bazen asi...

Güneş açarsa sıcağız..Bulut çıkarsa bulutlu
ve yağmur yağar belki
içten içe boşalırız..


Fani dünyanın ipleri vardır
Çeker çekiştiririz, Olur oldururuz
Kurar kurgularız , sonra Koşar koşturur

Beynimizin kıvrımlarında kıvrılır hayat
Kalbin sonsuzluğunu unutarak...
Korkular duyarak
Sevgiden bir adım uzak
Yaşarız...Yaşadığımızı sanarak...

Bir parmak şıklatmak kadardır herşeye ulaşmak
Kör kuyulardan çıkmak,hayatı anlamak
Gittiğimiz yere ,başladığımız yere
Kendimize...
Varmak..

Bu Oyunun kuralı , oyunu kuralına göre oynamaktır..
Oyunun kuralı, oyun olduğunu bilmekten geçer
Ve herşeye rağmen gülümsemek

Perde yanınızda sallanır
Açmak için perdeyi farketmek gerekir..
Perdeden bu taraf
Gördüğünüz şeyin yanılsama olduğudur
öbür tarafta ise herşey gerçektir
Dokunamazsin, hissedersin sadece
Gerçek dokunulmadan farkedilir
Dokunulan şey
Sadece ve sadece
Maddedir.


Mümkün mü?
Rüzgara dokunmak
Nefesini ellerinde tutmak
Sevgiyi paketleyip yollamak
Ve aynalara bakmadan
Kendimizi tanımlamak..

Sırlı camlara ayna denir
İçindeki sır
Sana sadece seni gösterir
Aynalık Aynılıktır ..
Aynı’dan gelir..

Kendinin aynısına baktığında
Bazen gördüğün
Kendinde bulduğun dünyevi bir güçtür..
Aslında görmen gereken
Sırrın önünde duran
koca bir düştür..



Hayatın arkasındaki sır
Aynaların arkasındadır..
Ayna kırılır.
Perde yanımızda sallanır..


......

Ya bir adım uzak
ya da bir hayat boyu
aynalara kanarak

veya o perdeyi
aralayarak
.....
Yaşamak...

6 Mart 2008 Perşembe

Federico'nun Doğum Günü

22 Şubat Federico’nun doğum günüydü. Çocukları bir günde büyüdüklerine elbette inandıramazsınız. O bir günün bir yaşa bedel olmadığını onlar zaten biliyorlar.
Ama hediyeler; pastalardan, eğlencelerden de öte, doğum günlerinin en heyecanlı tarafları.

Çocukların yaşlılardan daha az oldukları; yaşlıların cömertliklerini, sevgilerini, büyüklüklerini gösterme olanaklarının sık olmadığı İtalya gibi bir ülkede; hediyeler nitelik ve nicelik bakımından abartılı olabiliyor. Akademiden aldığım ilk mütevazı maaşımla ben de Federico’ya ne hediye edeyim diye düşünmeye başlıyorum.

Gözümün önünden Ambra’yı sevindiren oyunlar, oyuncaklar ve bütün çocukluğu geçiyor. Sanatla, doğayla, yaratıcılıkla, benim çocukluğumdan taşıdığım kendi yaptığımız oyuncaklarımızla dolu bu deneyimimizi ana okulundan başlayarak ilkokul bitinceye kadar zaman zaman okulara da taşıyoruz.

Ambra henüz üç yaşında iken ana okuluna başlıyor. Erkeklerin mavi kızların pembe kutulu desenli önlükleri var. Öğretmen ile anlaşarak bir gün çocuklara frontaj öğretmeye gidiyorum. Yanımda iri pütürüklü yapraklı malta eriği, parlak manolya, bir el gibi parmaklara bölünmüş çınar yaprakları; metal paralar, akademinin ilk yıllarından kalma benim muşamba baskı kalıplarını götürüyorum. Bütün bu malzemenin üzerine büyük bir kağıt örtüp çocuklara mum boyalar ile kağıdı boyatıyorum. Çocukların boyalarla dokunduğu kağıdın üzerinde yaprakların biçimleri, damarları, sapları belirginleşmeye; metal paralar yazı-tura oynamaya; müşamba baskılardan ise akademinin ilk yıllarındaki acemi bir öğrencinin kumruları, ördekleri, soğut ağaçları çıkıyor.

Ambra bir sonbahar günü ilkokula başlıyor. Öğretmen sonbaharda yapılan dünya işlerini anlatıyor. Bunların içinde ekin ekmekte var. Küçük saksılar, bir torba dolusu toprak, buğdaylar, fasulyeler ve mercimeklerle okula gidiyorum.Topu topu yirmiuç kişilik bir sınıf. Her çocuğun bir saksısı var. Bu saksılara, küçücük elleri ile toprak dolduruyorlar. Buğday tanelerini koyup, üstlerini toprakla örtüyorlar. Plastik bir torbadan akvaryum gibi bir sera yapıp saksıları içine yerleştiriyoruz. Bir müddet sonra saksılardan incecik filizler fışkırıyor.

Birgün de ebru yapmaya gidiyorum. Beş litrelik bir bidonun içinde kitre, ebru teknesi, boyalar . Ne göreyim Roberta öğretmen yok. Yerine geçici bir öğretmen göndermişler. Fakat sesini çıkarmıyor, olup biteni merakla izliyor.

Çocukların Ebru teknesinin içindeki kitrenin üzerine silkeledikleri boyalar, kitrenin üzerinde yayılıyor. Renkler birbirlerinin içlerine giriyorlar. Çocuklar bir Mustafa Düzgünman’ın dergahtan gelen gizemi ile küçücük elleriyle bu oyunu, bu sırrı düz bir kağıdın üzerinde yakalıyor, ölümsüzleştiriyorlar. Bu dünyanın ne kadar çok süprizlerle dolu olduğunu bu süprizleri yakalamanın yollarının olduğunu görüyorlar.

Ambra içinde yaşadığımız toplumun etkin din kültürüne yabancı kalmasın diye, hiç olmaz ise ilkokulda din derslerine katılsın istiyoruz. Okuldan döndüğü bir gün Hz. İsa’nın zamanında çocukların pahalı olduğu için papirüsten yapılma kağıtlar alamayıp kırık çömlek parçalarının üzerine isten yapılma mürekkep ve kaz tüyü ile yazı yazmayı öğrendiklerini anlata anlata bitiremiyor.

Balkonda kırık saksılar, atölyemde nitrik asitin çinkonun üzerinde yaptığı hava kabarcıklarını temizlemede kullandığım kaz tüyü, şeker çini tekniğine renk vermek için kullandığım siyah is tozu, büyükçe bir cam kavonozda yetiştirdiğim papirüsum var.

Oturup 2000 yıl öncesinin çocukları gibi kendi yaptığımız mürekkep ile kırık saksı parçalarının üzerine kaz tüyü ile yazılar yazıyoruz. Ambra “ben bu malzemeyi öğretmenime götüreceğim.” diyor. “İyi” diyorum. Ambra bir sonraki derse kaz tüyleri, is tozu, kırık saksı parçaları ve plastik bir kavanozun içindeki suyun içine baş aşağı konmuş filizlenmeye baslamış papirüslerle gidiyor. Ben evin bir köşesinde kurduğum atölyeme dönüp çalışmaya başlıyorum. Dalıp gitmişim. Telefonun sesi ile işimden başımı kaldırıyor telefonu elime alıyorum. Telefondaki ses:
- Ben Ambra’nin din dersi öğretmeni Marsia Verdone, Ambra’nın babası ile konuşmak istiyorum.
- Benim.
- Ambra ile gönderdiğiniz malzemeye çok teşekkür ederim, çocuklar için çok yararlı oldu. Bu malzemeleri diğer sınıflara da göstermek istiyorum, bende kalabilirler mi?
- Dersi çok iyi anlattığınız için ben size teşekkür ederim, bütün söyledikleriniz Ambra’nın aklında kalmış. Malzemeler sizde kalabilir.

2000 yılı hristiyan dünyasında çok önemli bir yıldönümü. Hristiyanlar, Hz. İsa’nin 2000’inci doğum yılını kutlamaya hazırlanıyorlar. Roma’ya milyonlarca ziyaretçinin gelmesi bekleniyor. Yaz aylarında tatile giren okulların bazıları da otele dönüştürülüyor. Fakat yaz tatili bitip okullar başladığında ne görelim. Kirlenen sınıfların bakımı yapılamamış. Biz veliler sınıfın hemen badana yapılmasını istiyor, hatta bunu bizlerin yapabileceğimizi söylüyoruz.

İşin içine bürokrasi ve yazışmalar girmeye başladığında sınıfın yasal olarak badana yapılmasının olanaksız olduğunu anlıyoruz. Benim aklıma, yasal olmayan yollardan İstanbul’un duvarlarını boyarken ayakkabılarıma damlattığım kırmızı boyalar geliyor. Ambra hafta da bir gün okul sonrası okuldaki bale kursuna kalıyor. Ben de okulun koridorlarındaki sandalyelerden birine oturup bale dersinin bitmesini bekliyorum. Yine böyle bir gün okula bir elimde Ambra’nin bale elbiseleri, diğer elimde üç kiloluk plastik boya, iş önlüğüm ve badana fırçaları ile geliyorum. Ambra’yi bale öğretmenine teslim ettikten sonra sınıfa girip tavan hariç bütün sınıfı sarı badana ile boyuyorum. Böyle bir iş yüzünden kimsenin bana bir laf edemeyeceğinden emin olmama rağmen; sonra çocukların günlerce plastik boya kokuları içinde ders yapmalarına üzülüyorum.

Okulda çocuklarla birlikte yaptığımız, sonra çocukların üzerlerini süsleyip boyadıkları çiçek kurutma presi de var. İşte 22 Şubat 2008’deki Federico’nun doğum gününde Federico’ya ahşap bir çiçek kurutma presi yaparken bütün bu yukarıya yazdıklarım aklımdan geçiyor.

2 Mart 2008 Pazar

denedim olmadı......

sağlık politikamı
gazetelerin
sağlık sayfalarına göre belirleyen biriyim
yani
osman müftüoğlu
ve
ender saraç
arasında gidip geliyorum
söyledikleri çoğu şeyi
yapma çalışma denemeleri yapıyorum
aslında
ismet enişte
daha çocukken uyarmıştı
saçını boyayan erkeğe
güvenmememiz gerektiği konusunda
ruh doktoruydu
bilge kişiydi.....
konu yeşil çay
hayatımda
yeşil çay kadar zorlayan
şey
çok az
bildiğiniz zulüm
mesai
harcadım bu konuda
yeşil çay içeceğim
zaman
ambiyans çalışmaları yaptım
fonda
sevdiğim müzik
yasemin kokulu mumlar
neşeli bir hale getirmek için
üzerinde karpuz dilimleri
olan fincanlar vs.
fayda etmedi
yeşil çayın tadı berbat
ne yapsamda berbat
en son
yeşilçay fincanı elimdeyken
aynada yüzümü gördüm
ve
dedimki
yeter artık
bu işkenceyi
sonlandırıyorum
ve
seni
hayatımdan çıkarıyorum....

böyle işte
bugünlerde
yarasalar gibiyim
baş aşağı durup
dünyaya tersten bakıyorum
anlayamıyorum
neden
sağlıksız yiyecekler
en lezzetli olanlardır