29 Şubat 2008 Cuma

GAUDI

Zaman zaman yaşadığım anları sanki ben yaşamamışımda,başkasının anılarını bir filmde seyrediyormuşum gibi oluyor. Hayatın o kadar geçmişinde kalmış oluyor ki, gerçekliği hayal gibi geliyor . İşte bu da öyle bir gerçek hayal.

Ankara'da aydınlığın karanlığa kavuşmak için acele ettiği, suların buza çektiği soğuk kısa günlerden biri. Özel bir üniversitenin giriş katında karanlık bir sınıf, gözler slaytlarda, fonda tektüze sesiyle hoca ''sanatın tarihini ''anlatıyor.Benim aklımda binbir acemi tilki. Bütün gece uyumayıp proje sonlandırmışım, yoğun bir uyku baskını. Bu bölüm yerine ekonomide kalmayı tercih etmeliydim düşünceleri geçiyor hayallerimin arasından......

Slaytlar birbiri arkasına geçerken sahneyi ANTONI GAUDİ alıyor. İşte o anda ilk bakışta aşkın sadece insanlar arasında olmadığını anlıyorum. Casa mila, kalp atışlarım hızlanıyor, yutkunmakta zorlanıyorum, bu ne kadar güzel bir hayal gücü. O yaşlarda ,geçen zamanın hızını yakalıyabilmek için yapılan koşunun, herhangi bir metresinde kaldı Gaudi.


Yıllar sonra, ortam yine karanlık tek ışık kaynağı televizyon. Casa Mila'da çevrilmiş bir Avrupa filmi gözlerimin önünde geçit yapıyor. Aynı kalp çarpıntısı. Nasıl unutmuşum ben Gaudi'nin eserlerini bu kadar beğendiğimi, vefasızın tekiyim.


Yine yıllar sonra geçmişe inat, ortam günlük güneşlik. Sadece, Gaudi'nin hayal gücünün sınırlarını hissetmek için hazırım. Görmek, dokunmak yeterli değil. Her adımda durup hissetmek istiyorum. Park Güell'de tasarım banklara oturup güneşin beni ısıtmasına izin veriyorum acele etmeden ellerimi bankın üzerinde dolaştırıyorum. Düşünüyorum ki bütün duyu organlarımla hissedersem bu anı asla unutmucam. Hatta alzheimer olsam dahi bu anı hatırlıcam.



Artık ayrılık vakti,bana onları hatırlatacak bir hatıra istiyorum.Nedendir duygularımı somutlaştırma isteği? Vazgeçtim maddeden, onun yaptıklarına ait sadece hissettiklerimin kalmasını istedim .


Betül

27 Şubat 2008 Çarşamba

San Valentino

Mavi gökyüzüne beyaz çarşaflar gibi serilmiş bulutların altındaki kırmızı çatıda seni ilk gördüğüm anı hala kalbim çarparak hatırlarım. Mercan rengindeki ayakların, yumuşak pembe gagan, yeni bir tuval davetkarlığına sahip süt beyaz tüylerinin içindeki bir “ben” gibi siyah gözlerin. Huzur veren yuvarlak çizgilerin, istesen seni benden uzaklara götürebilecek beyaz telekli kanatların.

Dikkatini çekmek için gursağımı şişirip, kuyruğumu yelpaze gibi açıp, kanatlarımı iki yanıma sarkıtarak heybetli bir şekilde kendi etrafımda döne döne sana kur yapışım. Sonra senin göz kırparak, kanadını hafif hafif sallayarak beni kabul edişin. Beni kabul ettiğine bir türlü inanamayan ben aşık çocuğun, sevinçten kanatlarımı çırpa çırpa havalanışım. Kalbim küt küt atıyordu. Neden sonra senin de benimle birlikte havalanıp yanımda uçtuğunu farkettim. Gölün sularının aynası içindeki suretimizde birbirimize ne kadar yakışıyorduk.


Kümese döndüğümüzde bizim evimiz olacak bir folluğu telaşla arayışımız. Kimsenin beğenip işgal etmediği çatının hemen altındaki sağ üst köşeyi bir saray duygusu ile kabullenişimiz. Şimdi o günleri hatırladığımda içim burkulur. Aşk insanı ne güzel körleştirirmiş diye düşünürüm. Sonra çalı çırpı toplayarak acele ile yaptığımız ilk yuvamız, çakıl taşı gibi bir çift yumurtamız, onsekiz gün sabırla nöbetleşe nöbetleşe yumurtaları örtüşümüz, sonra yumurtalardan çıkan, bizim hayranlıktan bakmaya kıyamadığımız dünya çirkini yavrularımız. Dünya çirkini yavrularımızın kursaklarını buğdaylarla dolduruşumuz, onların ilk diken tüyleri, sonra bize benzeyen güzel güvercinler olmaları. Yuvadan yere ilk atlayışları, karşı çatıya ilk çıkışları, kümesin üzerinde ilk tur atışları, sonra ailecek gökyüzüne bulutları ziyarete gidişimiz. Evimizi kaybetmemek için şehrimizin camilerini, gölü, gölü denize bağlayan dereyi, parke fabrikasının yüksek bacasını kerteriz alışımız.

Sonra yorgun, ama sevinçle evimize dönüp nefes borularımızı titreterek soluk soluğa nefes alışımız.

Ağustosun sonlarına doğru kışlık temiz tüylerimize bürünmeye başlamıştık. Şehrimizin üzerinden leylekler geçiyordu. Sonra atmacalar, şahinler. Şahinler beş arkadaşımızı çalıp götürdüler, kırmızı kanlı tüyleri yavaş yavaş şehrin üzerine düştü. Bizler hem çok korktuk, hem çok üzüldük. Şahinlerden kaçarken kendimizi ağaçların dallarına, evlerin camlarına vurduk.

Sonra gündöndüleri hasat ettiler, ardından bağbozumu. Şehrin üzerinden göçmen kuşların geçidi devam ediyordu. Bogaz’da ilk çingene palamudu ağlara vurdu. Göle ilk ördekler geldi. Ağaçların yaprakları toprak renklerine büründüler. Bahçeler ağaçların bu toprak renkli yaprakları ile kaplandı. Poyrazların kuru ağaçların dallarına ıslıklar çaldırdığı bir gün, Bay Eziyet gelip kümesi bir tel örgü ile ikiye ayırdı. Dişi güvercinleri tel örgünün bir tarafına, erkekleri bir tarafına koydu. Yuvalar, folluklar karışmış, kümesteki dengeler bozulmuş, hepimizi sinirli bir hal almıştı. Üstelik ilk defa birbirimizden ayrılıyorduk. Artık aylarca kanat kanata yatamayacak. Birbirimizin tüylerini okşayamayacak, gökyüzüne birlikte çıkıp kanatlarımızı çat çat vurduktan sonra kayık yapıp süzülemeyecektik. Soğuklar ruh halimizi daha da karartıyor, neyse kısa kış günleri bu eziyeti biraz olsun azaltıyordu.

Biz mavi göllerin, yeşil buğday tarlalarının, sarı kamışların, kırmızı damlı evlerin üzerinde çok uçmuştuk. Ben seninle beyaz karla kaplı şehrin üzerinde de uçmayı arzuluyor, heryerin bembeyaz olduğu şehrin üzerinde, evimizi bulamayıp, yeni bir ülkede yeni bir ev kurup yeni hayatlar yaşama oyunu oynamayı istiyordum.

Karla kaplı şehrimizi hiç göremedik. Yeni bir ülkede yeni bir ev kurup, yeni hayatlar yaşama oyununu oynayamadık.

Tekrar günler uzamaya, havalar yavaş yavaş ısınmaya başladı.

ben seni uzaktan öylece izler
senin için ağıtlar yakarken
seni sevmek varken
bu aşk için ölmekten korkarken


Bay Eziyet gelip kümesi ikiye ayıran teli söktü. Tozlu duvardaki takvimde 14 şubat yazıyordu.

Fatih Mika
22 Subat 2008 Roma

25 Şubat 2008 Pazartesi

Doğa, Çevre, Ekoloji / Nesimi Ozan Veryeri

Küçük bir çocukken başladı doğaya olan ilgim. Babam avcıydı. Hemen her hafta sonu ava gider ve genelde eli boş dönmezdi. Bahçeli evimizde beslerdi köpeğini, köpeğin adı “Jet” idi. Aynı bahçede tavuklar da vardı. Narenciye ağaçları ve bir tek nar ağacını hiç unutamıyorum. Evin arkasındaki tarlada boyum kadar baklaların içinde kaybolup giderdim arkadaşlarımla. 7 yaşındayken o evden taşındığımızda çok üzüldüğümü hatırlıyorum. İlk defa apartman ile tanışmıştım. Apartmanda yaşam modern yaşam tarzına geçişti sanırım, medenileşmekti. Doğa ile bağım, apartmanın biraz ötesindeki bataklık kurbağalarını parfüm şişesinde besleme uğraşıları ve daha sonra rahmetli annemin doğduğu narenciye bahçesinde her türlü canlı ile sabahtan akşama kadar yoğrularak devam etti. Yaptığım yaramazlıklardan dolayı anneannemden işittiğim azarları unutmuyorum. Ve onun odun fırınında pişirdiği sıcacık çıtır börekleri...( İçinde sarmaşık, ısırgan otu, ıspanak, radika olan börekler... Porselen tabakta, yanında soğuk ayran ve çıplak elle...)

1980’li yıllarda İzmir’e bağlı Karaburun yarımadasında alınan bir yazlık evle, (hem denize 1, 2, 3 değil; 0 bir ev) denizle iç içe yaşantım başladı. Bugün bu yazıyı Karaburun’dan yazmamın en önemli nedeni bu suların berrak, tertemiz yüzü ve buraya olan açıklaması zor sevgim... Öyle ki, deniz kıyı koruma amaçlı bir projeyi yürütmek üzere 2000 yılında kente arkamı dönerek bu kıyılara yerleştim.

Aynı dönemde içimdeki tüm heyecan ve arzuyla “Çevre Bilimleri” konusunda yüksek lisans yapmak şansını yakaladım.

Eğitimin ilk gününde hocamız bize doğa ve çevre kavramları arasındaki farkı anlattı.

1960’lı yıllarda artık tüm Dünyada gözle görülür şekilde hissedilen çevre sorunları ardından “ Ekoloji” bilimi ayrı bir bilim dalı olarak kabul edilmeye başlamıştı. Bu üçüncü terim de anlamını derinlemesine irdelemem gereken bir başka kavramdı.

Uzmanlık alanım olan kıyı ve deniz koruma ve Akdeniz foku, monachus monachus, hakkında yazmadan önce bu üç terim üzerinde durmakta izninizle fayda gördüm.


Doğa, içinde herhangi bir insan veya insan faktörü olmayan tüm diğer canlı ve cansızların oluşturduğu ortam
Çevre yukarıdaki tanımdan yola çıkarsak üzerinde insan etkisi ve-veya bizzat insanın bulunduğu ortamlar . Kısaca,
Çevre = Doğa + İnsan.

Ekoloji bilimi de doğa ve insan ilişkilerini, oluşturulmuş olan çevredeki sorunları, etki ve tepkileri inceleyen ana bilim dalı. Ki bu ana bilim dalı tabiri caizse tüm diğer bilim dalları ile işbirliği içerisinde işleyen interdisipliner bir sistem.


2008 yılında insanoğlunun neredeyse her noktasına kadar etkilemiş olduğu yerküre doğasının pratik anlamda “Çevre” olarak adlandırılmasının ana nedenini böylece açıklayabiliyoruz. Çevre koruma, çevre araştırma, çevre bilinçlendirme, çevre eğitimi bugün uluslararası terimler olarak kullanılıyor.

Marco Polo Koyunu (Koçu). Avrupa‘dan Çin’e yolculuğu esnasında Pamir Sıradağları Afganistan’da 5000 m irtifada inanılmaz zor koşullar altında ilerlerken Marco Polo’nun (1254-1324) keşfettiği ve kendi adını verdiği canlılardır. Bu canlı bugün hala dünyada avı en zor olan canlıların başında gelmektedir. “Bugünkü anlamda çevre” yi yaratan modern insanın uzun eli ve çevre olgusunun “geliyoruuuuum” diye kıpırdanmaya başladığı geçmiş hakkında bu örnekle fikir sahibi olabileceğimizi düşündüm.

Yaşadığı doğa ile bütünleşmiş yerel insan varlıklarını kişisel olarak o doğanın bir parçası olarak değerlendiriyorum. Amerika kıtasındaki yerli Kızılderililer veya Avusturalya kıtası Aborjinleri. Fakat elinde silahı ve not defteri ile seyahate çıkmış olan kaşifler, keşişler, savaşçılar vasıtasıyla doğanın “bilinirlik kazandıkça” çevreye doğru dönüşüm geçirdiğini anlıyorum.

Paralel bir mantıkla kendimde hissettiğim bir endişeyi burada yazmak isterim. Daha önce belki de sadece o kıyının yerlileri tarafından bilinen ve istihbarat çalışmaları ardından yaptığımız arazi çalışmalarında keşfettiğimiz her fok mağarası da bana bir nebze suçluluk duygusu kattı. Korunması amacıyla bilim dünyasıyla ve tüm insanlıkla paylaştığımız bu özel ve bakir bilgi, acaba her zaman doğru amaçlara hizmet etmek üzere kullanılacak mıydı? Yatak odasına kadar incelediğimiz foklar hakkında edindiğimiz, doğal, doğaya ait bilgilerin naifliği ve saflığı elde tutulurken kırılacak kristal bir bardak gibi. Dolayısı ile doğayı çevreye dönüştüren bilgi belki de yaşadığımız çevre sorunlarının temeli. Bilginin kalkınma amacıyla kullanılması medeniyet olur iken, doğanın insandan ve hatta insanın medeniyetten korunması için kullanılması romantik bir sevda ve hatta bazen vatan hainliği olarak anlaşılıyor hala ülkemizde. Velakin bu bilgi denilen şey hele bir de bilimse vay halinize…

İzmir / Karaburun Yarımadası yerlisi, Sayın Prf. Dr. Ahmet Kocataş’ ın - Ekoloji Çevre Biyolojisi- kitabı dördüncü baskısında şöyle bir açıklama var:
“Yirmi birinci yüzyıla girerken Ekoloji Bilimi klasik yapısını değiştirerek insanlığın geleceğini ilgilendiren bir bilim dalı konumuna gelmiş bulunmaktadır. Bu işlevi nedeniyle de Ekoloji “Bir Biz Bilimi” ya da 'Tüm insanların geleceğini sigortalamaya çalışan aktiviteler bilimi' olarak tanımlanmaya başlamıştır...”

“Bir Biz Bilimi”, ilk bir iki sayfasını okuduktan sonra elimize yapışan veya “Yok canım, daha neler” diyerek rafına geri koyduğumuz kalın ve süssüz bir romanın adı gibi...

Akdeniz fokları ve denizlerden bahsetmek dileğimle,
saygılarımla
Nesimi Ozan Veryeri

24 Şubat 2008 Pazar

8 Mart ve mimozalar

Bizim atölye Cafarella'ya 100 metre yakınlıkta. Cafarella, Roma kırlarının şehre burnunu soktuğu doğal bir park. Kaç gündür atölyenin önünden genç, yaşlı, kadın, erkek birçok kişi ellerinde sapsarı mimoza dalları ile geçiyorlar. Belli ki Cafarella'da bir mimoza ağacı var.

Bu gün 8 Mart diye ben de dün akşamüstü bisiklete atlayıp Cafarella'ya mimoza almaya gittim. Mimoza ağacı sapsarı, daha uzaktan görünüyordu. Yaklaştığımda ne göreyim alt taraflarda koparılacak dal kalmamış. Ne yapayım, ağaca tırmanmaktan başka çare yoktu. Bisikleti ağaca yaslayıp, ağacın üzerine çıkıp başımı kaldırdığımda ne göreyim; bir bengaldeşli ağacın tepesinde karton kutusunu yerleştirmiş 8 Mart'ta satacağı buketleri yapıyor.

Eğer bugün size arkadaşınız, sevgiliniz, nişanlınız yada kocanız bir dal mimoza verirse bilin ki ben de o ağaçtaydım. 365 gününüzün 8 Mart olması dileğimle 8 Mart'iniz kutlu olsun.

Fatih Mika
8 Mart 2006, Roma




Not: Bu yazı, Mehtap’in yazısında mimozalardan bahsedildiği için zamanından önce gönderilmiştir

22 Şubat 2008 Cuma

Istanbul’da hamam acilisi yapildi

Tanisitigim herkes bir sekilde irem’in hamam sevgisini anladi. Haberler gelmeye basladi- “irem cagaloglu hamami tarihi bak”, “besiktas’ta da var guzel bir hamam” “Galatasaray hamam’a gitme, oraya verdigin para galatasaray’a gidiyordur” “cemberlitas hamami uzak gelebilir ve nerde oldugu belli degil” gibi tavsiyeler…


Artik yeteeer! Karar vermek asamasina gelmistim. Kirliyim ve hamam beni cagriyor. Kalktim, masaj seansim iptal oldu, gunes sicak ve bulut yok gozkyuzunde. Bugun hamam gunudur diye gunumu adlandirdim. Aradim Galatasaray hamamini. Evet Galatasaray hamami’ni sectim. Sultanahmet taraflara gidemeyecektim, simdi o mayisik halimle yollarda kaybolurum filan…


Istiklal caddesi arka sokaklardaki hayat cok farkli. Sokaklar sakin, minik sanat galerileri, eski kitapcilar, antikacilar ve tabii kiiii otopark. Tam hamam’in yaninda. Girdim, Oya hanim karsiladi. “telefonla arayan sizsiniz” dedi. Hic gelen giden olmuyor mu ki hemen anladi… “musterilerimiz aksam gelir” dedi. Butun hamam benim yani! Hic kimse yok. Oya hanim herhalde 65 yasindaydi. 25 senedir natirmis orda. Ve Serap hanim kesemi yapan hanim. Yerler temiz. Yurt gibi odalar. Hamam’a girdim ve harika bir gobek tasi. Gobek tasi ve ben. Tasim dustu ve nasil yankilandi. Sicak gobek tasina yattim ve tavana baktim. Degisik renklerden cam takmislar kubbe’nin icine. Arada bir ustume tiptip su damliyor. Gunes’in renklerini seyrediyorum gibi geldi. Nasil uyku coktu. Kafamda tek bir dusunce yok.


Serap hanim geldi. Kese ve sonra banyo. 2 litre sicak su arkadan doktu, sanki 2 yasinda annemle deniz kenarindayiz ve dalgalar arkamdan vuruyor gibi hissettim. Saclarim yuzumde, gozlerimi acamiyorum, cok buyuk bir rahatlik var. Saclarim duzeltiyor Serap hanim ve yine bu sefer yukardan dokuyor. Selale altindayim.


O natirlarda nasil bir sevgi var! Annelik hormonlari tavana vurmus. Cikis’ta hepsi kapi’da dizilip gule gule dediler. Welcoming committee gibi, ama burada byebye committee. Brosurlerini adlim, orda bayan bolumuyle ilgili azicik bir bilgi yok. Unutulmus ama bilenen bir sir gibi, bir paradoks, istiklal’in arka sokaklarinda…

21 Şubat 2008 Perşembe

DAVULUN SESI...

Basimi bir kaldirdim, sokaklari mimozalar kaplamis.. Ahh dedim icimden, tam da simdi hava sicakliginda 12 derece dusus bekleniyorken, sirasimiydi bir kucucuk gunes parcasina kanip ta acmanin..

Basimi bir kaldirdim, mimozalarin aralarindan kucucuk boylariyla badem agaclari beyaza boyamis sokaklari.. Yeni gelin edasiyla pembe-beyaz saliniyorlar cicek icinde..

Aferim size dedim.. Acin acabildiginiz kadar.. Hukumet kriziymis, gereksiz yere icine dusulen secim atmosferiymis ne gam! Italya’da issizlik diz boyunu coktan asmis, ayni is karsiliginda bir erkek; yasina, egitimine, tecrubesine, kuzeyli veya guneyli olmasina bakilmaksizin, ayni isi yapan bir kadina oranla % 15 oraninda daha fazla kazaniyormus ne gam! Bu yil meshur karnaval tatlisi „frappe“ ye Italyan’lar gecen yila oranla % 124 daha fazla para odemisler, maaslar neredeyse 10 yildir hemen „hic“oraninda artmis ne gam!

18-30 yas arasindaki genc insanlar dunyaya karamsar bakiyorlar Italya’da.. gelecekten endiseliler.. Tutucu sag partinin, her ankette en seksi erkek siralamasinda ilk 3’e giren lideri „bu kez oyunuzu, yapabilecek olana verin“ diye gulumsuyor bill boardlardan.. Daha tutucu, daha sag partinin daha seksi lideri, parti programina evlilik yanlisi maddeler koyuyor ama, kendisi kiz arkadasiyla, yakin zamanda bir de cocuklari olmasina ragmen evlenmedigi gibi ayni evde bile yasamiyor.. Ve Allahtan, kimse bunu, onun yuzune vurmuyor.

Havanin soguyacaginin haberi bile, meyve fiatlarini 4 katina cikartiyor. Tavuk fiatlari da artiyor bu arada, ne alakasi varsa..

Italyanin kuzeyindeki bir kucucuk kasabada, 20 yildan sonra ilk kez bir cocuk dunyaya geliyor ve bu cocugun nasil oyun oynayacagi, okula giderken kimlerle arkadaslik edecegi, biraz daha buyuyunce kiminle flort edecegi dert oluyor iclerine kasabalilarin.. Italya’da dogum orani (-) yonde ilerliyor, Italya yaslaniyor, Italyan cocuklari muhtesem akdeniz mutfagina karsin, bilincsiz anneler tarafindan Avrupa’nin en sisman cocuklari arasina birinci siradan dalis yapiyorlar..

Campanya bolgesi, Napoli basta olmak uzere dakikada 5 ton hiziyla cogalan sehir atiklarina karsi koyamiyor ve toksik atiklar nedeniyle basta losemi olmak uzere bircok hastalikta inanilmaz bir artis gozleniyor.

italyanlar, tatile, disarda yemek yemege, guzellik urunlerine, guzel elbiselere, iyi arabalara cok para harciyor ama az gazete, az kitap okuyorlar. yardim etmeyi, uzaklardakileri dusunmeyi seviyorlar ve butcelerinden seve seve para ayiriyorlar, kendilerinden daha az sanslilara..

Butun bunlar, minicik pomponlariyla gercek degilmis gibi duran heybetli mimozalarin hic mi hic umurlarinda degil.. Roma’nin yesil bollugunda, uzerlerinde cicekleri yokken, hicbir agactan onemli bir farklari olmayan, ama simdi dunyaya nese sacan, sari sacak mimozalarin.. 8 mart kadinlar gunu icin, hunharca dallari kirilacak, boyunlari bukulecek, ucuncu sinif jelatin kagitlarin icinde bogulacak mimozalarin..

Hava cok soguyacak, bugunden belli.. Iyi ki erkenden actiniz dedim mimozalara icimden.. Iyi ki erkenden actiniz.. Onemli degil, soguk vursun sizi.. Sizi boyle guzel, boyle alimli, boyle capcanli yapan doga vursun, yasam sevmeyen eller yerine..

Ne renkli, ne guzel bir sehir su Roma.. Sahi nereden geliyor bu guzel davul sesi?

Mehtap Pasin Gualano

Roma, 21/II/2008

17 Şubat 2008 Pazar

Ekmekten Ağaç


Brajabanita eğitimlerimizde “şükretme taşı” edinmemizi söylediğinde, evde bulunan yarı değerli taşlarımdan seçerim birini dedim içimden... Fakat hiçbirisini seçmedi içim... Aklıma her negatif düşünce geldiğinde, cebime elimi atıp şükretme taşıyla hayatımdaki güzelliklere teşekkür etmek adına seçeceğim bu taş, bana gelir diye beklemeye karar verdim..Yolda yürürken, taşlara bakındım..Güzel bir an yaşadığımda, o taşı aradı gözlerim - ama bulamadım.. Uzun süre şükretme taşına sahip olamadan, şükrettim elimi boş cebime ata ata...

Taa ki Taş beni bulana kadar...

Ev ekonomisini yeni evlenen biri olarak beceremediğimi düşündüğüm bir zamandı. Buzdolabında herşey artıyor.. Bozuluyordu.. Annem gibi, aldığımı değerlendirerek bu kayıbı önlemeyi becerebilecek bir öngörüye de sahip değildim henüz.. Kendimce yöntemler bulmaya karar verdiğim bir gün, evdeki kurumuş ekmeklerle işe başladım. Her gece kuruyan ekmekleri ıslatıp, balkona koydum.. Her sabahta kahvem eşliğinde, balkon kapısı açıkken, izledim misafirlerimin yemek yiyişini.... Evimin ilk yemekli misafirleri gibi bende bir mutluluk anlatamam... İçimden de birşeyde yapmıyorum yemek namına dediğimde oldu gülümseyerek.... Her sabah uyanmamı bekleyen kuşlar, ben ekmek kabını koyup-onları görebileceğim koltukta yerimi aldığım anda beliriveriyordu balkonda...

İşte yine öyle bir günün sabahı, balkona yemek koyduğum bir andı...Yerde duran siyah bir taşı gördüğümde gülümsedim. 14.katta oturuyordum. Bu büyüklükteki bir taşın imkansızdı gelmesi buraya.. Şükretme taşımı – yemeğe gelen misafirlerim hediye etmiş oldu sonunda... Belki de onların teşekkürüydü bu taş... Günler geçti,hediye ettikleri o siyah taştan sonra sanırım sıcak diyarlara göç ettiler ve gelmediler bir daha balkona...

3 ay önceydi... Havalar yine bu kadar soğuktu.Ama yağış yoktu böylesine.. Elimde sabah evde yiyemediğim kahvaltım ile alalacele arabaya binmek için otoparka indim. Bir yandan taşıdığım eşyalarıma sahip çıkıyor, bir yandan arabanın anahtarını bavul gibi çantamda ararken, otoparkın girişindeki ağacın üstüne tüneyen kuşları gördüm. Belli ki o ağaç çevrelediği beton kısımlarından dolayı daha az rüzgar alıyordu. Tünemek için iyi bir sığınaktı. Hemen kahvaltımın yarısını minik parçalara bölüp, onlara attım.. Biraz uzaklaştığımda hepsinin iki lokmalık ekmeğe üşüştüklerini gördüğümde –arabadan inip elimde kalan tüm yemeğin hepsini onlara verdim.. Teşekkür ettim, kahvaltımı paylaştıkları için .... Mutluluğumla doydum.. Her şükretme taşıma elimi değdiğimde, bana gelişini hatirlarken balkonda göz göze gelip selamladığım kuşlarda geliyor aklıma.... Benim selemladıklarımda, bunların akrabalarıydı mutlaka...

Gece olup, hava karardığında evin penceresinden bakarım.Geçenlerde elimde çay fincanım, yine pencere sefası yaparken, çöp kamyonlarının geldiğini gördüm. İstemsizce bakıyordum aşağıya.... Baktığım manzarada gözüme, birşeyler bulurum umuduyla kaçışan kediler takıldı. Mutfağa gittim.Hemen sabah için yeni bir eylem planı hazırladım. Her sabah ağaçta tüneyen kuşlara vermek üzere hazırladığım ekmek parçalarını plastik kaplara koyuyordum nasıl olsa. O gece kediler içinde yiyecek birşeyler hazırladım..Ve iki tarafa konmak içinde iki temiz su kabı...Çünkü temiz su, doğadaki hayvanların en zor bulduğu şeylerden biriydi.

Her sabah elimde iki büyük plastik kap ve sular, birini otoparkta bırakıyorum.Diğerini kilitli çöp dolaplarının önüne...Her gün bunu yaptığım zaman yediğim herşeyi paylaşmaktan içim hafifliyor.Ben gün içinde her ne yiyorsam,biliyorum ki o gördüğüm kediler de kuşlarda birşeyler yediler.. Yapabildiğim kadarıyla içim rahatlıyor... Onlara-onların yaşam hakkına saygı duyuyorum.. Hiçbir canlıyı öldürmemek iyi birşeydir...Ama yapabileceğiniz minicik şeyleri yapmamamız en kötüsüdür bence... Kuruyup atılacak bir ekmek parçası bile, onlar için ne kıymetli biliyorum.

Yine elimde kaplarımla bir sabah asansörde, 10.katta oturan hakim beye yakalandım. Bana her zamanki otoriter tavrıyla günaydın dedikten sonra, ellerimdekilerin ne olduğunu sordu.Bende birini kuşlara, diğerini de çöplerden medet uman kedilere verdiğimi söyledim gülümseyerek... Ardından da siz de yapın diye ekleyecekken, hakim amca somurtarak sözümü kesti..” iyi de, ya bunları yemeğe kurtlar gelirse buralara şimdi...kurtlarla uğraş sonra “ Hakim amcaya diyecek çok şey buluyordum ama benden büyük olduğu için kendimi zor tuttum..”o zaman, bu ekmekleri kurtlar yer” dedim net bir şekilde... Kurt, kedi,köpek, kuş ne farkederdi ki...Yesinler diye koyuyorum yemekleri... Aç kalmasın hiçbir canlı... Asansör aşağı inene kadar da devam edemedim konuşmaya.. Her türlü sabatoja karşı, yemek yerlerini değiştirdim..Kurtlarda yese helal olsun diye diye...

Her gün eve döndüğümde yada yemeklerin bir yenisini koyduğumda kapların boşalmış olduğunu görüyorum ve mutlu oluyorum. Paylaşmadıkça bereketin olmayacağını biliyorum.. Doğanın her parçası saygıyı hakediyor.. Yaşama saygısını... Onlar yoksa bizde yokuz.. Biz sadece kendimizi düşünürsek, onlar varlıklarını sürdüremezler. Çünkü insanız ve benciliz.. Ağaç keser, kedi kovalar, kuşlara taş atar yaşarız sanıyoruz... Çokta güzel yaşarız sanıyoruz..



Kar yağıyor...Yarın Hurriyet gazetesinde çıkacak bir haberi, bugün mail yoluyla bir arkadaşım yolladı.. İçim ürperdi... İsmail, biri engelli olmak üzere 3 çocuğu ile yönetimin verdiği asgari ücret ile geçinmeye çalışan bir apartman görevlisi...Kar yağdığı için, yemek bulmakta zorluk çeken ve olası yemekleri de karlar altında kalan kuşlara, ekmekten ağaç hazırlamış.. Kendi ekmeğinden bir fazla ekmek alarak.... Bir ekmek çok birşey değil belki gözümüzde.... Ama bunun için yapılan emeğe, düşünceye saygı duydum.. Sevindim.. Sevdim İsmail’i... Dedim ki iyi insanlar var hala.. Ne güzel dedim.. Aç kalmıyor İsmail’in evinin yakınlarında da kara rağmen, soğuğa rağmen yaşamaya çalışan kuşlarda...

Kar yağıyor hala... Biz sıcak evimizde otururken, sıcak yataklarımızda tatlı uykular uyurken kar yağmaya da devam edecek gibi.......

Sabah Hakim amcaya inat, bende ekmekten bir ağaç yapacağım yarın.... Keşke herşey çikolatan olsun diye düşler kuran bizler gibi, ekmekten ağacı gören kuşların mutluluğunu tüm gün içimde taşırım gülümseyerek.... Biliyorumki bu çetin kış mevsimi geçtiğinde onlarda şarkılarını getirirler bana..... Bende şükretmeye devam ederim, herşeye rağmen doğaya, hayata ve yaşama.... Elimde hediye edilmiş siyah taşım, kuşların cıvıltısıyla...

14 Şubat 2008 Perşembe

“herşeyin hayırlısı olsun...”

Aklıma takılan pekçok sorudan sadece birini seçmek isterken hiçbirini diğerinden ayırt edemediğimi, birinin diğerinin tamamlayıcı parçası olduğunu farkediyorum.
Yaşamın bütünlüğü içinde, isteklerimin, beklentilerimin az ancak umutlarımın çok olduğunu fark edip şaşırıyorum.
-
İnsan isteklerini adlandırabilir, belirleyebilir ve hatta öncelikler listesi yapabilir. Ancak, umutları adlandırmak zor, listelendirmek ise neredeyse imkansız... Tümü birbirinin içinde, birbirleri ile şaşılacak bir bağ var aralarında.

Umutlarıma odaklanıp, anlamaya, adlandırmaya, listelemeye çalışmaktan vazgeçiyorum, sadece umutlarımın gerçekleşeceği inancı ile hayata gülümsemeye devam etmeyi tercih ediyorum. Herne yaşayacaksam yaşayacağım, tıpkı şimdiye kadar yaşadıklarım gibi... Ben yaşayacaklarımı planlarken yıllarca hep planlamadığım sürprizleri yaşadım ve herbirine şükrettim. Çünkü gördüm ki sonuçta, planladıklarımı yaşasam aslında bambaşka bir ben olacaktım ve sanki çok da sevmeyecektim o beni... Oysa planlamadıklarımı yaşamak beni ben yapmış, bugün ki kendimden hoşnut, huzurlu oluşumu planlamadığım yaşadıklarıma borçluyum ve hepsine teşekkür ederek, evrensel planın benim için seçtiklerini yaşamaya devam etmeye hazırım ve tümünü sevgi ile umut ile gülümseyerek bekliyorum, herne yaşayacaksam yaşayacağım ve inanıyorum ki en kötüsünü bile yaşasam, sonunda mutlaka şükretmem gereken bir durum olduğunu anlayacağım.

Çocukluğumdan beri anneciğimden hep duyduğum şekli ile “hayırlısı olsun” diyorum, evet benim için ve herkes için “herşeyin hayırlısı olsun...”

Seneler seneler önce, henüz çocuk yaştayken okuduğum bir kitaptan etkilenerek, “peki benim görevim ne, amacım ne?” diye sürekli sorguladığımı hatırlıyorum.
-
Okul yıllarında tek amacım iyi bir balerin olmak ve dansın büyüsünü, içindeki kutsal aşkı sergilemekti dileğim...
-
Üniversite yıllarında ise spor aracılığı ile kitlelere ulaşmayı hedefledim. Ve nihayet, 1992 de çocukluğumdan beri aşkla yaptığım resimlerimin keşfedilmesi ile hiç beklemediğim, ummadığım sürpriz bir kişisel sergi ile ummadığım kadar geniş bir kitleye ulaştığımı gördüm şaşkınlıkla. Ve soyut resimlerim için sorulan her soruya tek bir cevabım vardı... “siz neyi görmek istiyorsanız onu anlatıyor, benim niyetim ise ‘sevgi’yi anlatmak”

Geriye baktiğim zaman fark ettiğim şey hoşuma gidiyor... Çoğu zaman farkında olmadan, son yıllarda ise bilinçli bir şekilde yaşam niyetim “sevgiyi – aşkı anlatmak” oldu.
-
Son iki senede ise harika bir yol çıktı karşıma ve kendini geliştirdi... Kendime anlatmak için başladığım yazılar seriye dönüştü ve güzel bir ruhun önerisi ile güzel ruhların biraraya geldiği bir blog ile paylaşım, derken... şimdi de 50.000 tirajlı dergiler ile daha geniş paylaşımlara dönüştü.

Tüm bu süreçte anladım ki, birşeyi anlatmanın en güzel yolu sözcükler de değil aslında. Yaşamak... anlatılmak istenenin en güzel ifade şekli onu yaşamak... sevgide kalarak, tüm yaşananları olduğu gibi kabullenerek doğru duruşu bulmak hiç te zor değilmiş, yeter ki niyet olsun... Lütuf öylesine engin ki, hiçbir niyet karşılıksız kalmıyor, yeter ki yürekten olsun...
04.02.2008

Sürprizlerle beslenen bu günün en anlamlı sürprizlerinden biri de sabah kargo ile gelen paket olmalı... Bitse de, üzerinden hayli zaman geçse de bazı dostlukların, hala dostluk ile sevgi ile anıldığını bilmenin ve dostluk ile sevgi ile anmanın sembolü minik sümbül saksısına, "Sümbül Aşklarına" teşekkürler...
14.02.2008

13 Şubat 2008 Çarşamba

Aşekâ

istanbul kanatlarımın altında -Gülay (Sitenin sağ alttan müziğini stoplayarak, şarkıyı dinleyebilirsiniz)

*(Yazidaki ilişki kelimesi, her tür ilişki anlamında kullanılmış olup- sadece kadın-erkek ilişkisi olarak anlaşılmaması için bu not düşülmüştür)

------------------------------------------
Aşk kelimesinin aslı arapça da "Aşekâ" dan gelir . Aşekâ: bir ağacı saran ve besinini ağaçtan alan ve zaman içinde ağacı kurutan ve öldüren sarmaşığa denir.

Yüzyılın anahtar kelimesiydi “Seni çok seviyorum”... Çok seviyorduk biz, herkes, birbirini.... Her kapıyı açar gibi, içimizdeki her iyi duygunun eş değer anlamı gibi, seni çok seviyorumlara sığındık... Biz derken de, bize söylenirken de...

Seni çok seviyorum, sevgiye denk miydi..Sevilmeye..
Seni çok seviyorum bir ilişkiyi bir ömür götürür müydü?
Hani beni çok seviyordun’a cevap olur muydu? İçimizde hissettiğimizin tam karşılığımıydı? Ya da bir garanti mi?

Sevmek daha ulvi birşeydi belki de... Büyüklüğü sevgiden kaynaklı.. İnsanın içinden-özünden gelen hani... Cümlelerle ifade edilemeyenden... Birini sevmek için koşul - karşılık beklemeyeninden...

Dünyayı sevmek kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak her şey” diye geçer şarkı da.. Bu sözün anlamı insanların birbirlerine aşık olunca hayatın çok daha iyi olacağı değil elbette.. Bu sözde binbir anlam saklı...

Yanıp sönerken ne güzeldi.. Kayıp giderken, Ne güzeldi .. Ne güzeldi ...” diye devam ediyor başka bir şarkı da... Zamane aşkları anlatıyor.. Yanıp sönen... heyecanlandıran ve belki de duyguları yükseklere taşıyan, taşıran......

Aşkı hayatın içinden bu kadar ayıran ne oldu.. Hayatın içindeyken o aslında.. Herşeyin özünde varken.... Aşkı salt halinde isterken, körleşerek herşeyde ve her yerde olan o aşkı görmemizi engelleyen... Yoksa, dünyadaki sunilik aşkı da mı sardı..

Yaşanan aşk aslında bir bilinmez.. Bizi o aşkı bulma zamanını ayarlayabilsek, nedenlerini bilebilsek, söneceği noktayı görebilsek aşkın böyle bir büyüsü olabilir miydi... Kaçarken kovalamanın, görmekten çok özlemenin... Gitmekten çok beklemeyi, dokunmaktan çok, düşlemeyi sevdiren şey belki de aklı kandırmak için doğanın bir çabası.... Doğanın bir oyunu bize.. Belki de aşkı görmek için aynaya bakmak gerekli sadece... Çünkü kendinde görürsün aşkı önce...Onu görmeden başkasına da veremezsin... Elbet bütün Robinsonların bir Cuma’ya ihtiyacı vardır ama... Bu birazda bedensel bir ihtiyaçtır.. Yanlızlıktan belki, belki kendimizde sevgiyi bulamayıp – karşımızdakinin verdiğiyle var olabileceğimizi sanmaktan...Ve sırf hayatı kotarmak adına.. Adı ihtiyaç olan ilişkiler için söylüyorum bunları... Bir filmden bir söz geliyor aklıma... Aşktan karşılık alamayan bir adamın annesinin söylediği bir şeydi bu... Adama şunu diyordu Annesi“ Elbet seni de uzun boylu görecek bir kız çıkar karşına”.... Ne fenadır ki, asıl ayna içimizdedir oysa.... Görüntü sandığımızda yanılsama...

İlişkiler hakkında okuduğum bir kitap var çok sevdiğim. Seni seviyorumları tüketmekten bahsediyor kitap..Ve seni seviyorum yerine “ sen nasıl istersen” demeyi deneyin diyor kitap... İlişkilerde karşılıklı beklentiler için tanrınızı değiş tokuş etmeyin diyor ayrıca.. Değiş tokuş etmeyin... Yani varoluş nedeninizi, biçiminizi unutup başkası mutlu olacak diye değişip mutsuz olmayın ve böylece karşınızdakini de değiştirmeyin.. Onun özünü sevdiğinizde, ondan beklentileriniz olmadığında, olduğu gibi kabul edebildiğinizde zaten cümle tamamen değişiyor... ”Sen nasıl istersen kabulumdur” alıyor yerini seviyorum senilerin...Ve hatalara rağmen değil, hatalarından ötürü de sever oluyorsunuz karşınızdakini... Karşımızda hata diye gördüklerimizin aslında kendi korkularımız olduğunu anlaya anlaya.... “Kendimde görmek istediğim şeyi görüyorum sende, almak istediğim şeyi sana veriyorum” demekte “seni seviyorum” demeye başka bir alternatif... “Senden aldığım yada esirgediğim şeyi kendimden esirgiyorum.Senden esirgeyeceğim şeye kendim sahip olamam” da diyor.. Karşımızdan esirgediğimiz hiç birşey bizimde olamaz diye çünkü.... Evren böyle işlemiyor... Ektiğimizi topladığımızı gösteriyor defalarca... “Seni sen kendini en iyi nasıl görüyorsan, öyle görmek istiyorum” diyor sonra... Ne güzel anlatıyor aynalığı... “Seni sen kendini en iyi nasıl görüyorsan, öyle görmekle kalmıyor seni senin kendini göremediğin kadarıyla görüyorum.Seni senin kendini gördüğünden yüce görüyorum” diyor başka başka... İnsana, karşındaki aynada özündeki yüceliği görebildiğinde kendi yüceliğini de keşfedersin diyor aslında...

Sevmek ve aşk... Aynalık ve Sevgililik... Sevgililer gününe özel bir yazıydı çabam.... Ama aslında her günün sevgi günü olduğunu düşünerekten... Bu zamanda içi derin, dipsiz bir kuyu sevmek ve aşk.... Bazen depresyon nedeni, bazen katil eden cinsten 3.sayfa haberlerinde...Oysa o içimizde... Onu dışarda arayarak ve tüketim çılgınlığı haline getirerek, sunileştirerek yok ederek....İçimize bakmayarak... İçimizde bulup, dışımızda yansımasını görmeyerek.... Koşullara bağlayarak , dipsiz kuyular yapıyoruz.. Sunileşteştiriyoruz.. Bir minik hediyeye değiş tokuş etmeyelim bugünde... İlişkilerimizde içimizdeki sevgiyi esirgemeyelim.. Gördüğümüzün biz olduğunu bilelim... Sevdiğimizin de..

Aşk en salt –en güzel haliyle duruyor oracıkta...şuracıkta...bizde... bizden yansıyan da...
Ve bu şarkı da anlatıyor o şuracıkta olanı...... ve bize onu yaşatmak, paylaşmak ve çoğaltmak kalıyor..

önce kuş olduk uçtuk semaya-sonra vurulduk düştük sevdaya

yandık ateşten korlar misali-öyle derindi vardik mihraba

aşki ilahi saydik cihanda-özden buluştuk fani mekanda

--
Ve ben bu yazıyı, suni bulduğum sevgililer günü için ama en önemlisi içimden, içimin sevdiğim bir kadın için yazıyorum.. Benim için günün anlamı aşka aşık olan ona dair... Doğum gününüz kutlu olsun...Seveniniz ve sevdiğiniz bol olsun Nilambara..

....

Brajeshwari -14 Şubat 08 / Nilambara günü

bana sağduyu tavsiye etmeyin.......

takmam diyorum
takmam
boşuna uğraş
takmam
pembe koltuklu salonu
birbirlerine bu kadar
benzeyen insanla doldurursanız
böyle olur işte
siz
sıkılmadınız mı
sıkıldım
yıl 2008
ne bu diyorum
yeni
bir tür komedimi
bu
nasıl konuşma tarzıdır
neden
devamlı
tehdit ediliyormuşum
hissi yaşıyorum
herkesin
kabadayılığı kendine ....
ötekileri
tehdit niye
pembe koltuklu salonun
kadınları...
nefesimi tutup
sizlerin yüzüne bakıyorum
her birinizden
ayrı
ayrı
utanıyorum...
boşaltın o koltukları...

11 Şubat 2008 Pazartesi

Mara

Ho voluto più bene a voi che a Dio, ma ho la speranza che lui non stia attento a queste sottigliezze e abbia scritto tutto al suo conto.” Don Milani

“Sizleri (ogrencilerini) tanridan daha fazla sevdim, fakat umuyorum ki tanri bu detaylarin uzerinde durmaz ve hesap defterine herseyi yazar.” Papaz Milani

Roma Guzel Sanatlar Akademisi’nde gravur dersleri vermeye basladigimda en buyuk sorunum, benden once hocasiz kalip dagilan ogrencilerimi toplamak oluyor. Bu ogrencilerin en iyileri zaten baska gravur atolyelerine geçmisler. Bana kalanlar ise çesitli nedenlerden dolayi hocalarinin eksikligini hissetmemis, ya da bu hocasizlik onlarin islerine gelmis. Bu ogrencilerimin icinde bes tane anne var. Bir tanesinin uç, bir tanesinin iki, diger uçunun de birer çocuklari var.

Ogrencilerimi biraz biraz toparlamaya basladiktan sonra ki butun çabam, onlara gravuru iyi bildigime ve kendilerinin de iyi gravur yapacak guce sahip olduklarina inandirmak oluyor. Istiyorum ki murekkeplere bulansinlar; metallari kazisinlar; gravur presini çevirsinler; yun keçenin altinda sakli olan çinko gravur plakanin, nemli beyaz kagidin uzerinde oynadigi oyunun içine girsinler; asitlerle, reçine tozlari ile, yagli murekkeplerle, merdaneler ve preslerle oynanan bu pis oyunun sasirtici, bastan çikartici sonuçlarini gorsunler; ortak bir atolyenin en temiz ve sorumlu bir sekilde nasil kullanilacagini ogrensinler.

Hergun sabahin sekizinde akademide oluyorum. hademeler benden sonra gelip atolyeyi temizlemek istediklerinde sandelyenin uzerine çikip oturuyor. Yerlerin kurumasini bekliyor, kitap okuyor, TOFU’ya yazacagim yazimi, ya da kendi projelerimi dusunuyorum. Ogrenciler genellikle saat 10.00’a dogru gelmeye basliyorlar.

Atolye yavas yavas canlanmaya, ogrencilerim gravuru sevmeye basliyorlar. Birgun uc cocuklu Barbara’nin bebek arabasiyla en kucuk cocugunu atolye getirdigini goruyorum. “Hocam Andrea’yi uyutayim, geliyorum.” diyor. Andrea bebek arabasinin icinde misil misil uyuyor. Biz Barabara ile yeni bir gravure basliyoruz. Bir muddet sonra bir ogrenci gelip Barbara’ya “cocugunuz uyandi, ama aglamiyor” diyor. Barbara hemen Andrea’nin yanina gidiyor.

Mara, akademide ki ilk gunlerimde diger ogrenciler gibi gelip “Ben sizin ogrencinizim.” diye kendini tanitiyor. Elisi kagidindan kesilmis gibi kirmizi saclari, fistik yesili mantosu, enlemesine renkli seritli coraplari var. Bana gosterdigi isleri de duzenli, bastan savma degiller. Ilk dersimizde cinko kalibin uzerinde sabirla, hatta gereginden fazla calisiyor. “Mara, keke fazla seker koyarsan, kek daha tatli olmaz” diyorum.

Mara, 64 km. uzaklikta ki baska bir sehrin bir kasabasindan once otobuse, sonra trene, daha sonra da tekrar baska bir otobuse binerek akademiye geliyor.
-Olsun, eve dondugunde hic olmazsa yemegi pisirilmis, camasirlari yikanmis ve utulenmis buluyorsundur.
-Yok, annem de calisiyor, Roma’ya bir evin ev islerini yapmaya geliyor.
-Baska kardesin var mi?
-Bir agbeyim var, ama evlendi kendi evlerinde yasiyor.
-Simdi evde el uzerinde tutuluyorsundur.
-Oyleydi, ama agbeyimin kizi dogunca artik oyle degil.

Sarayevo Guzel Sanatlar Akademisi’nde ki ihtisas yillarimda koca atolyeyi bes ogrenci paylasamaz; kapici Zvonko’ya gravurlerimin deneme baskilarini hediye eder, butun ogrenciler akademiden cikinca ben akademiye girer calisirdim. Eger aylardan Ramazan ise discilik fakultesinde okuyan Istanbullu arkadasim Kamber gece yarisindan sonra elinde ramazan pidesi ile atolyenin onune gelip cama kucuk bir tas atardi. Ben ya da Zvonko gidip kapiyi acar; gravur basmaya ara verir; yumusak, sicak pideleri yer cayimizi icerdik.

Hozo bir sabah akademiye geldiginde ogrencisi Anka’yi atolyede ki bir masanin uzerinde uyurken bulmus. Atolyede ki diger masalarin uzeri ise Anka’nin butun gece uyumayip bastigi gravurlerle doluymus. Hocam Hozo da Ljubljana’da ki ogrencilik yillarinda, akademiye -ustelik gizlice- girer ve calisirmis.

Gecen persembe, yine sabahin sekizinde akademideydim. Yuzelli yillik yasamlari ile gizemli hayvanlara benzeyen akademinin en eski preslerinin oldugu, murekkep ve petrol kokulari icinde ki bu atolye bana hep eski ustalarin dunyasini ve onlarin islerini hatirlatir. Tam tarihin icine dalip gidiyorken atolyenin kapisi acildi. Kafami cevirip yerleri temizlemeye gelen hademeyi karsimda bulacagimi sanirken, karsimda birden Mara’yi gordum.
-Sabah kacta kalktin?
-05.30’da
Hemen calismaya basladik.


Fatih Mika 10 Subat 2008 Roma

9 Şubat 2008 Cumartesi

Cüceler ve Kapı


Değişimden korkan alışkanlıklarım merhaba... Değişime direnen iç seslerim-minik adamlar susmadınız mı hala? İçimde bin bir ses ve koro... Hep bir ağızdan.... Başlayın söylenmeye... Uçlarda sesler çıkarmaya.... Bazen detone- bazen pes.... Bazen arya-bazen solo.. Bazen de ünlü bir tenor edasıyla... Hepiniz kabulümsünüz.. Sesiniz de -Sessizliğiniz de...

Siz ne derseniz diyin.. Sessiniz ne yükseklikte olursa olsun... Değişim kapılarına geldi yolum.....Yol, beni kapılara getirdi.. Bu kapıyı seçtim.. Bu kapının arkasındaki yolu... İçeri girmek için, kapının tokmağını tutmaktayım.

Bir kıvılcım gibi başlar değişimi istemek... Kalbe düşer önce için için...Yenilik ister vücut ve ruh ... Yanar,kavrulur.. Bazen sızı gibi yanar, bazen alev alev.... Yeniyi çağırır, başka bir güne doğmak, başka rüyalara savrulmak ister...Yollardan, başka patikalara sapmak hani... Ama sanki gidilen yol bildiktir, bizde yolcu ezbere gider gibiyizdir.... Aslında Tanrı o zamanlarda, sizin kaderinizin ağlarını örmekle meşguldür, siz oturup dilerken yenilikleri-yenileri/ durağan-monoton sandığınız zamanlarda... Tanrıya ve Evrene güvenmekte bu yüzden gereklidir. Mutlaka su yolunu bulur, zaman akar ve biz değişiriz.. Yollar değişir, banklar çıkar karşımıza soluklanmak için bazen, zorlu rampalar, keşfedilesi patikalar, soluksuz merdivenler, sert kayalıklar, sonu görünmez dehlizler, keyfi sürülecek manzaralar ya da...

“İstemek, 40 kez yinelenince olurmuş”.. Ben buna inanırım.. İçimizden istediğimiz, yüreğimizle istediğimiz herşeyi çağırırız hayatımıza.... Biz kurgularız hayatı, istediklerimizi yaşamadığımızı söylesekte, çağırdıklarımızı yaşarız öyle yada böyle.. Gerçek olur işte 40 kez istenenlerde... Evren duyar ve gerçekleştirir.. Tabi bu gerçekten bizim ve bütünün hayrınıysa...
Hayat şekillenir, çağırdıklarımız önümüze gelir..Değişim başlar..
Fakat, en önemlisi biz ne kadar hazırız buna?
Ah Bir de, içimizde değişime ayak uydurmaya "direnen", söylenen o küçük cüceler hortlamasa....
*
O cüceler ki, biz besleriz onları..Hepsi bizim bir parçamız... Mini korkularımız, endişelerimiz, sorularımız, cevapsızlarımız... Aslında küçük küçüktürler, ama kocaman kocaman da olurlar bazen.. Direnirler işte.... Siz onlardan kocaman, onlar fazla fazla -üstünüze üstünüze gelebilirler.Direnirler..

Direnmek, direnildiği zaman direnmek oluyor, hele bir de içeride zayıf kalmış fethedilecek bir nokta varsa... Ama siz tüm kaleleri güçlendirmiş, direndiğiniz cücelerin nesinden-neyi bildiklerinden korktuğunuzu bilirseniz, bu savaş bir anlaşmaya bile varabiliyor sonunda... Bir bakıyorsunuz, beraber oturmuş-aynı olduğunuzu anlamış ve sonrasında da neden savaştığınızın anlamını yitirdiği bir anlaşma... Ve bir birliktelik... hatalarıyla sevabıyla...Hata dediklerinizin aslında güzel öğretiler olduğunu anlayıp, onları kendinize katarak sevaba girebildiğiniz kendi adınıza....

Bu birliktelikle geriye baktığınızda, çoğalmış buluyorsunuz kendinizi yürüdüğünüz yolda...O direnen Cüceler – şimdi canla başla çalışmakta... Sesleri yine birbirine az –çok karışsa da, herşeyin yoluna gireceğini bildiğinizden, bu durum gülümsetmekte sizi bir yandan da..

Yol beni kapılara getirdi... Tokmağı tutmaktayım...Hazırım... Kapının arkasındaki yol beni çağırıyor biliyorum... Güneş mi açacak, yağmur mu ya da fırtına... Fark etmeyecek... O yolu da seveceğim..

Son kez şimdiye kadar yürüdüğüm yola bakıyorum arkamda kalan.... Şimdiye kadar adımlarımı atabildiğim için teşekkür ediyorum evrene... Ve karşıma çıkan iyi - kötü herşeye... öğrendiklerime, yolun öğrettiklerine, bana kattıklarına, yolda güzelce vedalaşıp, bıraktıklarıma... Teşekkürler...
Aslında biliyorum ki, o yolda benimle geliyor her adım.. Çünkü her adım benim içimden geçiyor, Aslında varmaya çalıştığım kendi özüm, yurdum, vatanım...

Ben ve Cücelerim nefesimizi tuttuk, kapının önünde sessizce bekliyoruz.. Heyecanlıyız... Hazırız..
Kapının tokmağını tutmaktayım..
Açtım-Açmaktayım...

Şimdi kapı usulca aralanmakta...
.... ,... aralanan kapıdan şu anda...
henüz sadece ... umut dolu...hoş bir ışık sızmakta...


Hazırım.. Kapıyı tamamen açtım.. Açmaktayım....

istanbul’daki gunlerim


O kadar cok yeni insanlarla tanistim ki…her gun farkli bir gun. Her gun farkli bir istanbul…

Nerden baslasam neler anlatsam diye dusunup durdum kac gun. Berrin’le konustugumda sisi yaz dedi. O sisli gun ne kadar tuhaftim. Zaten merkur beni sarsti, benim ayilmam 1 saatten fazla suruyor bu sehirde. Her sabah vapurla Anadolu tarafa gecmeye alismisim. Hangi taraftan bineyim, hangi kose iyi bir kose…Bindigimde hemen kitabimi acip okuyorum. Etrafta nescafe, salep, portakal suyu satan cocuklar oluyor. Siste vapurlar iptal oldu, degisik bir sekilde yolumu cizmek zorunda kaldim. Iskeledeki elemanlar “motor’a bin” dediler. Saat 0900, kendimi londra’da gibi hissediyorum, adam motor diyor ne demek acaba diye dusunuyorum. Korkmadan sordum “motor mu?” aklimdan vespa motorsiklet geciyor, baska ne anlam olabilir motor’un…arabadaki motor var diyorum kendime…istanbul’da acaba motor dolmus mu demek…”100 metre ilerde abla” diyor. 100 metre ilerde dolmuslar var ama onlar harbiye’ye giden dolmuslar yani bana ne fayda ki…korkmadan soruyorum “motor ne demek? Ben yabanciyim da…” Bir adam uyandi “motor yani deniz otobusu kalkiyor, ona binin” dedi. Haaaaaaaaaaaaaa anladiiiiim. Oluuur. Gittim akbilimi dutdutlettirdim ve bindim. Ordan yol zaten kolaydi. Istanbul’da sokaklarda kaybolmak mumkun galiba cunku yollarda pek kaybolmadim henuz (mm sokaklarda cok kayboldum).

Yoga dersleri vermeye basladim. Thai masaj seanslari da basladi. Reiki hocam’la birlikte calisinca istanbul trafigi beni pek bozmuyor. Butun gun bir koruma var, bir sakinlik var. 2 hafta oldu delirmedim. Delirecegimi dusunmuyorum. Otobus duraginda kaza gordum, onumde kavga basladi baska bir yerde, bazen kalabalikta yururken kufurler yagiyor…merkezimde kalabiliyorum. Kendime baktim ve gordum. Ortakoy’de kaldigim arkadaslar, apartman onu kaziliyor. Ortakoy camur icinde. Sular kesildi filan. Ciddi kaziliyor, iscilerin birine seslendim “ee nerden yureyim?” elimden tuttu, vincin farlari camura bakiyor, adam beni kuru olan yerlerden gecirmeye basardi. Yani ben gecmeye basardim. Borek aliyorum firindan, adam bir tane borek kalmis diyor, sana kalmis bak diyor. Gulumsuyor. Aliyorum hemen tabii ki! Borek merakim bitmis degil. Ozge, benim pilates yapan arkadasimla bulusttuk, onun evi bir sokak ilerde. Vejeteryan cig kofte yapan birine gittik. Adiyaman’dan geliyormus butun baharatlar. Vejeteryan cig kofte!! Gecen gun arkadaslar cig kofte gecesinde bana sandvic hazirladilar ve raki fasil gecesi yaptik. Onlar cig kofte yiye yiye cig kofte oldular. 2 gun sonra ben de vejeteryan cig kofte dukkani kesfettim. Kosmik saka devam ediyor

Merkur gercekten gundemimde. Bir gun hocam’in bilgisayar adaptoru patladi. Sigorta gitti. Telefon gitti. Monitorlar gitti. Gaz kacagi vardi. Lamba patladi. Elektrikci geldi anlamadi bir saatte nasil bu kadar cok sey gider. Nasil? Bugun yine telefon gitti, internet gitti. Bankam “taadilat” yaptigi icin islemler gerceklesmedi. Eski arkadaslar ariyor, kaac aydir haber alamadigim arkadaslar. Bazilari turkiye’ye geldiler. Cogu arkaslarimin hayatinda degisiklikler oluyor. Gecenlerde ciltcim aradi, benim “oteki” manikurcum ayrilmis ve baska bir guzellik merkez’de ortak olmus. Onu haber vermek icin ariyordu. Ankara’dan baska bir arkadas aradi, pek gorusmedigim arkadas, istanbul macera nasil geciyor soruyor. Arada sirada Crystallara ve 7 kedilerini ziyarete gidiyorum. Kedileri ozluyorum bazen. Onlarda Haziran’da Amerika’ya kesin donus yapacaklar. Birlikte oldugumuzda uzuluyoruz filan sonra kediler konusmamizi kesiyorlar. Onlarda konusmak istemiyorlar.

Istanbul’u sevdim. Nerde yasayacagim belli degil, pek aramiyorum ama ariyorum. Gozlerim surekli teras katlara gidiyor. Yuksekte olmak istiyorum. Yani o sekilde ariyorum. Ama gozum denizi aslinda cok ozlemis. Gozlerim ondan pek ayiramiyorum.

2 Şubat 2008 Cumartesi

Duman

Bizim mahallede halkaların, poğaçaların, galetalarin, un kurabiyelerinin, üzümlü keklerin, açmaların, kandil simitlerinin ve sandviçlerin yapıldığı bir simitçi fırını vardı.
Satı, bir elinde adı Boncuk olan eşeğinin ipini çeker, diğer elinde devam ettiği ortaokulun ders kitabını okur; küfelere, sepetlere yüklediği bu unlu mamülleri tren istasyonlarının ve okulların büfelerine götürürdü.

Kemal ise, bir sepete doldurduğu bu unlu mamüller ile Trakya’nın köylerine gider; büyük şehiri ve bu şehrin fırınlarında pişirilmiş unlu mamülleri tanımayan, onları alacak parası dahi olmayan köylü çocukların, evlerinden getirdikleri yumurtalarla bu unlu mamülleri takas eder; Trakya’nın köylerinden, samanların içine dizilmiş; renkleri, cinsleri ve büyüklükleri birbirlerine benzemeyen; hindi, ördek, kaz, ve tavuk yumurtaları dolu sepeti ile dönerdi. Biz çocuklar sepetin boşaltılmasına yardım eder; masalımsı bu köyler, bu köylerin çocukları, bu çocukların oyunları, evleri, meyve ağaçları, kuşları, derelerı, yaşamları üzerine hayaller kurardık.

Bu simitçi fırını, bizim çocukluk yaşamımızda ki oyunlarımızın merkezi olur; balta ile odunların kesilmesine yardım eder; kışları ise yaşıtlarımız olan fırıncının çocukları ile sohbet ederek, sıcacık fırını bir oyun yerine dönüştürürdük. Fırının sahibi Abdullah Amca bütün gece hamurlarla ve onları pişirmekle uğraştığı için gündüzleri ortalıkta pek gözükmez; sinirli bir gürültü ile fırına girerken biz çocuklar hemen ortalıktan kaybolurduk. Fırında yakılmak için yandaki arsaya yığılmıs çalı demetlerinin üzerine, fırının damından atlayarak, çocuk ruhlarımıza havada uçmayı tattırır, yumuşacık çalıların üzerine, yünlü yatakların üzerine olduğu gibi yaylanarak düşerdik. Akdeniz maki bitki örtüsünden yapılmış bu çalı demetlerinin içine oyduğumuz dehlizler; saklambaç oyunlarında saklandığımız gizli yerlerimiz olurdu.

Böyle bir oyun için hazırladığım gizli yerime, bir saklambaç oyunu sırasında döndüğümde; benim gizli yerimin bir kedi tarafından keşfedilip içinde doğum bile yapılmış olduğunu gördüm. Bu haber, saklambac oyunun sonu, yeni ve hüzünlü bir oyunun başlangıcı oldu. Mahallemizin; bizlerin peşinden gelen, bizlerle oyun oynayan köpekleri vardı da bizim sahip çıktıgımız kedileri galiba yoktu. Bu kedi ve yavruları, artık biz mahallenin çocuklarınındı. Bu yeni aileyi, öyle çalıların içinde bırakamazdık. Hemen delikli bakır kuruşlardan oluşan harçlıklarımızı ortaya koyarak, nalburdan çimento aldık. Tuğlaları büyük bir ihtimalle bir inşaattan aşırdık. Gidip, Vercin Marakur’un bahçe duvarının kenarına, çatısı bile olan küçük bir kulübe inşa ettik. Bu, bizim kedimize ve gözleri kapalı yavrularına yakışır bir kulübe idi. Sonra anne kedi ve yavruları için kaplara yiyecek ve süt koyduk.

Eğer hava kararmasa; ya da annelerimiz balkonlara, pencerelere çıkıp bizleri çağırmasa; hiç birimiz o küçük kulübenin önünden ayrılmaz; sabaha kadar orada bekler; kedi yavrularının milim milim büyümelerini, gozlerini ilk açtıklarında annelerinden sonra bizleri görmelerini isterdik.

Akşam olup, uyku bizleri uyutmak için gözlerimize girmeye çalışırken; gözlerimizin içindeki kedimizi, onun yavrularını ve kulübesini oradan çıkarmak için kimbilir ne kadar uğraşmıştır.

Sabah uyanır uyanmaz hepimizin ilk gittiği yer, kedinin kulübesi idi. Fakat, erkek kediler yavruları boğmuş, üç renkli anne kedi kulübeyi terk etmişti. Büyüklerin ve anne kedinin bildiğini biz çocuklar da öğrenmiş, bu erkekliği erkeklikten saymamıs, çok ama çok üzülmüstük.

Aklımda iz bırakan ilk kedili anım budur. Sobamızın yanında ki şilteye yatıp uyuyan bir kedimiz olmasına rağmen, rengini bile anımsamıyorum.

Sinou’ların komşusu Halide Ablalar’ın Linda adında, yerden bitme cinsi, küçük bir köpekleri vardı. Halide Ablalar yolda terkedilmiş küçük bir kedi bulup, alır eve getirirler, boyu Linda’nın yavruları ile aynı olan yavru kediyi Linda’ya teslim ederler. Süt anneliğini kabul eden Linda, yavru kediyi kendi yavruları ile birlikte büyütür. Dişi olan bu kedi de büyüyüp, birgün anne olup, yavrular doğurur.

Bir balıkçı köyünde bir kedi beslemek hakikatten iş değildir. Bu yavrulardan koyu gri olanını Halide Abla, Meryem Teyze’ye hediye etmişti. Sinou ile ben bu yavru kediye isim babalığı yapıp, koyu gri renginden dolayı Duman adını verdik.

Insanoğlu köpeği göçebe iken evcilleştirdiği için, sahibi nereye giderse köpek onunla birlikte gider. Halbuki insanoğlu kediyi yerleşik düzene geçtiği zaman evcillestirmiş. Bu nedenden kedi sahibine değil de evine bağlıdır. Nitekim başka semtlere taşınan komşularımızın kedileri, bütün çabalara karşın o başka semtlerde yaşamayıp, artık sahiplerinin olmayan evlere geri dönmüşlerdir.

Nedenini tam bilmiyorum. Belki de evde güvercin ve diğer kuşları beslediğim için, kedilere o zamanlar özel bir ilgi göstermemiş; okşanıldıklarında içinize kadar girip size huzur veren hırıltılarını, tüylerinin yumuşaklığını keşfetmemiştim. Belki de yaşım, henüz okşama yaşları değildi.

Akademide gravürü tanır tanımaz çok sevmiştim. Ders saatlerinin dışındada, boş olan atölyeye gider, kendi kendime çalışırdım. Bir öğle sonrası, boş atölyede kuru kazı tekniği ile yaptığım gravürün mürekkebinin yağ oranını tam ayarlayamamış; gravür kalıbına yapışan mürekkebi temizlemek için verdiğim mücadeleden çıkan sesler koridora kadar yayılmıştı. Birden atölyenin kapısının açıldığını, açık kapıdan Hocam Hozo’nun başını uzatıp “Fatih, yavaş, yavaş, gravür kalıbı kadın gibidir” dediğini duydum.

Dumanı uzaktan izliyor; kuşlarımıza zarar vermeyen tavrına, balıkçı bir ailenin kedisi olduğu için yakaladığı farelerle sadece oynayıp, sonra salıvermesine, bizim verdiğimiz balıkların sadece gövdesini yiyip, kafasını ve kuyruğunu bırakmasına şaşırıyor; martıların saldırılarından kaçıp kayıkları çektiğimiz kızakların altında ki sığ sulara saklanan kefal yavrularına pusular kurup, onları yakalayıp kendi ekmeğini sudan çıkarmasına saygı duyuyordum.

Bir kış günü, bir tavuk zamansız kuluçkaya yatınca; Meryem Teyze tavuğu ve yumurtalarını follukla birlikte sobalı odaya almıştı. İlk yirmi gün hayvanlar dahil, ailenin yaşamında bir değişiklik olmamış; ama yirmibirinci gün ilk civciv yumurtanın kabuğunu kırıp, sarı ponpon tüyleri ile annesinin kanadının altından kafasını çıkarınca, Meryem Teyze Duman’a güvenemeyip “Duman artık sen eve girme” demişti.

Oysa biz göle ava gitmek için tekneyi hazırlamış; tüfeklerimizi, fişekliklerimizi, kasık çizmelerimizi, parkalarımızı ve sucuk-ekmekten ibaret olan nevalemizi tekneye yüklemiş; almayı unuttuğumuz yağmurluklarımızı alıp, tekneye dönerken; Duman’ı ağzında bizim sucuk kangalı ile kaçarken yakalamıştım. İçgüdüsel bir sekilde, hemen basamak tahtasını alıp Duman’a fırlatım. Basamak tahtasının isabet ettiği Duman, Afrika savanlarında çitaların antilopları yakalarken çıkardıkları gibi tozu dumana karıştırıp,bir iki takla atıp gözden kayboldu. Duman’ın gidiş o gidiş.

Bu arada civivler büyümüş, havalar ısınmış, bahar gelmişti. Ama Meryem Teyze Duman’ı unutamamış. Duman’a “Duman artık sen eve girme.” dediğine bin pişman olmuş. “Ne alıngan kedi, vallahi bir defa söyledim, alındı, bir daha eve dönmedi.” diye üzülüp duruyordu.

Fatih Mika 1 Şubat 2008 Roma