28 Ocak 2008 Pazartesi

"Tofu Bağımlılığı" krizi...


İnsan herşeye nasıl da çabuk alışıyor... iki gün sadece iki gün hafif bir kriz dönemi sonra hemen alışıyor ve yaşamın yeni akışında yerini alıp keyifle akmaya devam ediyorsun...

20 Ocak Pazar gecesi, evde oturmuş yeni bir haftaya başlamayı planlarken, bir telefonla tüm planlarım alt üst oluyor ve bir arkadaşımın sözleri kulaklarımda çınlıyor; “Hayat siz plan yaparken başınıza gelenlerdir...”

Hayat yine bana hoş bir sürpriz yapıyor ve bir telefonla tüm planlarım başlamadan bitiyor, yine yol görünüyor... Hızlı bir valiz hazırlığından sonra ertesi gün yayınlanması planlanan “Fırsatlar Yılı 2008” son bir rötuştan sonra Tofuda ve ince sazda yerini alıyor. Bilgisayar ertesi gün ki “kim, ne demiş?” anına kadar çantasına yerleştiriliyor ve yola çıkmaya hazır bir huzurla uykuya geçiliyor...

21 Ocak Pazartesi, yine buz gibi bir Ankara sabahı... saat 10:00, yola çıkma vakti ve ısı -6... Gerede-Bolu arası az karlı ama tüm dalları buz kaplanmış ağaçları ile müthiş bir manzara sunuyor günümüze... Boludan itibaren ise pırıl pırıl bir güneş eşlik ediyor... İstanbul ise müthiş güzel bir baharı yaşıyor, ısı +14... Aynı gün içinde 20 derecelik farkla kara kıştan harika bahara geçişin keyfi...

Ne yazık ki bu güzel keyif, akşam hafif bir sarsıntı geçiriyor... INTERNET BAĞLANTISINDA PROBLEM VAR!!!.... ve hafif bir kriz dönemi başlıyor... “kim, ne demiş?” sorusu yerini başka bir meraka bırakıyor... Brajeshwari’den harika mesajlar geliyor... “Fırsatlar Yılı 2008” daha sabah olmadan, henüz birkaç saatlikken eskiyor bile... Tofuda müthiş bir bombardıman var, aynı gün içinde birkaç yazı birden... müthiş meraklanıyorum, parmaklarım kaşınıyor... tuşlara dokunmalıyım, okumalıyım... ve bu krizin adını “Tofu bağımlılığı krizi” koyuyorum... Ne yazık ki bu problem 1 hafta boyunca çözülemiyor ancak insan her probleme alıştığı gibi buna da çabuk alışıyor ve meraklar erteleniyor, hayat kısa sürede normale dönüyor...

yarısı bahar, yarısı sonbahar ama tümü harika geçen bir İstanbul haftası da bugün ki bol karlı, yolları kızaklı, hafif maceralı ancak dostların güzel enerjileri ile uzaktan da olsa desteklenen emniyetli bir yolculuğun ardından sonuçlanıyor... kısa bir ofis ziyareti ardından eve yerleşme, dinlenme ardından tabii ki merak baskın çıkıyor... Tofuya, ince saza, ilahi tatlara ve diğer takip edilenlere hızla bakış ve harika sürprizler... çok şey söylemek istiyorum, kelimeler yarışıyor, hangi birinden başlayacağımı şaşırıyorum... ve tek tek yorum yazıp, yan taraftaki sütunda “son yorumlar” yeniliğini bloke etmek istemiyorum ve tüm duygularımı, düşüncelerimi buraya taşıyorum...

Sevgili Cheetos, şimdiye kadar nasıl da hatırlayamadım birlikte geçen eğitim saatlerimizi... beni şaşırttın... ben de çok isterim en kısa zamanda tekrar görüşmeyi :)
Sevgili Brajeshwari haklısın, hem ciddi uzun bir araştırma, hem eskiler hem de farklı farklı konuların birleşip ortak noktaların yakalandığı yepyeni yorumlar çıktı işte sonuçta... Sevgili Berrin, Sevgili Mehtap, Sevgili Betül, 2008 yeni başlangıçlarıyla çok güzel, çok eğlenceli bir yıl olacak bence de... ve mutlaka ki yeni kilolar riskine karşılık daha fazla hareketle, daha fazla egzersizle :)

Sevgili Navanalini, insanın dharması-özü “aşk” her anımızda var ve ne mutlu böyle coştuğu anlara... ne mutlu ki Lili Marleen cephedeki askerler gibi senin de kendi cephendeki iç savaşında bu coşkuyu tekrar açığa çıkaran bir sebep olmuş... yazının başlığından itibaren ise gözümde ve kulağımda tek canlanan, çocukluğumda izlediğim o güzel filmi ile Marlen Ditrich ve sesi oldu... okudukça filmin her karesini tekrar izledim... Aşk ile dolu nice anlara...

Sevgili Subhankari
, doğumgününde kutlamış olsam da seni, burada da bir kez daha “MUTLU YILLAR”... ve keşke hergün doğumgünün olsa ve sen hep böyle güzel yazılarınla duygularını, düşüncelerini bizimle paylaşsan... daha sık... hiç olmazsa haftada bir... emin ol ayda bir bile çok mutlu eder :) çok güzel, çok keyifle okunan, düşündüren ve keşke bitmeseydi dedirten böyle yazılarınla dolsun yeni yaşın ve yolun hep ışık dolu olsun...

Sevgili Indrani,
kabusun merkür ile güldürdün, gitme haberin ile hüzünlendirdin ama kimbilir belki de İstanbul’da Ankara’dan daha çok görüşürüz ;) Tam da değişim, yeni başlangıçlar döneminde başladığın yeni yaşamında MUTLULUKLAR... :)

Sevgili Fatih, tüm tofucanların senin atölyende ders alması fikri bana da müthiş cazip geldi... hayali bile güzel :) ve bence bu değişim, yeni başlangıçlar dönemine sen de bir yenilik kattın... kendine verdiğin sözü bozdun... her hafta bir yazı sözün bu hafta iki harika yazıya dönüşmüş... evet tofuya her hafta iki yazı yazmalısın ve sonra onları toplayıp kitap haline getirmelisin... eminim bu kitap hiç te sınırlı sayıda basılmayacaktır :)

“bir sakız hikayesi” müthiş keyifli idi... Roma semalarından Fellini “bunu ölmeden önce düşünmeliydim ve senaryoya dönüştürmeliydim...” diye yakınarak seni izledi eminim, sen bu satırları yazıp eğlenirken :)
Ve “Başkalarına söylenmiş her sözün önce kendimize söylenmis bir söz olduğunu, başkalarına söylenmiş bile olsa söylediğimiz her sözü baskalarından daha fazla içimizde tasıdığımızı biliyorum.” Sözüne yürektan katılıyorum...

Sevgili Brajeshwari, bence de bu güzel yazının keyfini çıkarmalısın ve belki filmini de sen yapmalısın... neden olmasın ;)

Sevgili Berrin, giysilerinin beli sıksa bile sen kendini “her halinle iyi hissedebilme” becerisine sahipsin zaten, hiçşüphem yok... 4 kilonun yarattığı paniğin ve diyet kararının ardından, güzel de olsa “pasta pasta” diye beyin yıkayan bir şiiri cesurca paylaşabildiğine göre... :)

buarada izninizle, müthiş keyif veren bir doygunluğu da sizlerle paylaşmak isterim...

“Düşlerimdeki Yaşam” kendim için hatırlatmalarla başlayıp, ortak paylaşımımıza dönüştü ve ardından henüz tanışmadığım kişilerle paylaşımlara dönüştü ve ne mutlu ki tükenmenin sınırındayken “umutları yeşerten” satırlara dönüştü...

ben teşekkür ederim sevgili “gölgecik” umutlarını yeşerttiğin ve hayata sıkı sıkı sarıldığın için... ve gönül dolusu sevgiler sevgili “cheetos

Sevgilerimle,
Bir "Tofu Bağımlısı"

25 Ocak 2008 Cuma

Söz


Burcu MSN’de “yılbaşı kartını aldım teşekkur ederim, içine sakızımı koyup ben de sana yılbaşı kartı gondereceğim. Sakızımı ne olur Roma’nın güzel bir yerine yapıştırıver” diyor. Ben de “şimdi başıma iş aldım” diyor, ama Burcu’ya bana sakız filan gönderme diyemiyorum. Arkadaşlıklar bedel ödemeden, arkadaşlık olmuyorlar.

Posta idaresinin özelleştirilmesinden midir, Kurban Bayrami ile Noel’in ve Yılbaşının birbirleri ile karışmasından mıdır? Bilmem, mektup gecikiyor. Ben de bu gecikme ve günlük hayatın akışı içerisinde mektubu unutuyorum.

Bir gün apartmanın giriş kapısına geldiğimde polislerin ellerinde kağıtlar zillerin içerisinde bir isim aradıklarini görüyorum. Bir iki dakika içinde aranılan zilin bizim olduğunu ve önümüzdeki salı günü saat 11.30’da karakola gidip ifade vermem gerektiğini ögreniyor, fakat ne için ifade vermem gerektiğini oğrenemiyorum.

Önum, arkam, sağım, solum, bütün yakın tarihimi göz önüne getiriyor, fakat neden polise ifade vermem gerektiğini çıkaramıyorum.

Salı gününe kadar olan dört uzun günü sıkılarak geçiriyor. Salı sabahı erkenden kalkıp kendime çeki düzen veriyor, çok mecbur kalmadığım zaman giymeyi aklımın ucundan bile geçirmedigim takım elbisemi giyip, kravatımı takıp, ayakkabılarımı parlatıp karakola gidiyorum. Karakolun önünde, kokenleri benim kokenlerime benzeyen yabancıların oturma izinlerini almak için yaptıkları uzun kuyruğun arasından sanki ayrıcalığım varmış gibi geçiyor, ama bu randevunun yerine o kuyrukta bekliyor olmayı tercih ediyorum. Kapıdaki görevli, gitmem gereken odayı gösteriyor. Kapıyı çalıp giriyorum. İçeride üniformalı polisler yerine beyaz önlükler giymiş daha çok doktora benzeyen memurlar var. Ama biraz sonra kurt köpekli üniformalı bir polis de odaya giriyor. Ben kendimi tanıtıp, beni çağırmışsınız diyorum. Aynı anda masanın üzerindeki zarf dikkatimi çekiyor. Aklıma hemen Burcu’nun mektubu ve başıma geleceğini tahmin ettiğim şeyler geliyor. Bu hikayenin, bürokrasinin içinde uzayıp gideceğini ama suç işlemediğimi bilip biraz rahatlıyorum.

Beyaz önlüklü polislerden kadın olanı “Bu zarfın içinde içerigini tespit edemedigimiz bir madde bulduk. Bu madenin, yeni, deşifre edilmemiş bir uyuşturucu madde olmasından şüpheleniyoruz. Bir örnegini Amerika’ya NASA laboratuarlarına gönderdik. Ama sizin de bize yardimci olmanızı istiyoruz. Eger bize yardımcı olmayıp soruşturmayi yanlış yönlendirmeye calışırsanız bütün bunları sizin aleyhinizde delil olarak kullanacağız. Biz gerekli örnek parçayı aldık, mektubu ve bu yabancı maddeyi size veriyoruz. Buyrun.” diyor.

Zarfı alıp karakoldan cıkıyorum. Daha karakoldan disari adımımı atar atmaz aldığım her nefesin bile izleneceğini biliyor, sokağın köşesini dönerken gayrı ihtiyari yan gözle arkama bakıyorum. Içimden zarfı ilk cöp tenekesine birakıp kurtulmak, olayın dışına çıkmak duygusu geçiyor. Nasılsa Burcu’ya “San Pietro’nun kubbesine yapıştırdım” derim iş biter diye düşünüyorum. Aslında işin bitmeyeceğini biliyorum. Başkalarına söylenmiş her sözün önce kendimize söylenmis bir söz olduğunu, başkalarına söylenmiş bile olsa söylediğimiz her sözü baskalarından daha fazla içimizde tasıdığımızı biliyorum.

1980 oncesi, Osman “Ben nişanlanmak icin Sivas’a gidiyorum.” diyor. Ben de Osman’a “Bana Sivas’tan boynuz saplı, küçük, bir köylü çakısı getirir misin?” diyorum. Osman Sivas’tan döndügünde parlayan nişan yüzügünü taşıdığı eliyle bana boynuz saplı çakımı hediye ediyor. Ben de cok saf bir şekilde “ Bu çakının ömrü sizin evliliğinizin ömrü kadar uzun olsun.” diyorum. Hemen çok büyük bir yemin etmiş gibi kızarıyor, “şimdi sözünü tut Fatih” diyorum. Son otuz yılda başımdan ve yanımdan geçenleri, geride bıraktıklarımı saysam elbette bitmezler. Yaşadığım ülkeler bile paramparça parçalara bölünmüşler. Ama Osman’ın Sivas’tan getirdiği cakıyı hala saklarım. Ustelik Osman ile son yirmi yıldır bir türlü görüşemedik, belki de ona söylenmiş bu sözü o hiç duymadı. Ama ben agzımdan cıkanı nasıl duymam?

Dikkatli olmalıyım. Gündelik yaşamda her insanın yapabileceği yanlışlardan bile kaçınmam gerektiğini biliyorum. Çünkü mercek altına alınmış durumdayım. Bundan sonra, yeşil ışık yanmadan ara, boş sokaklarda bile karşıdan karşıya geçmiyor. Büfeden aldığım kağıt mendilin KDV fişini istiyor, metroda ve otobüste küçük çocuklara ve kendimden biraz daha yaşlılara bile yerimi veriyor. Acelem olsa bile komşu kadının pazar arabasını sekizinci kata kadar cıkartıyor. Üst kattakilerin gürültülerini konser yerine sayıyor, son otuzbeş yıldır olmadığım sinek kaydı sakal traşımı oluyor, sessiz sakin yaşamıma devam ediyorum.

Ama Burcu’ya sözüm var. Artık kurumuş olan bu sakızı, yapıştıracağım yere kendi öz gücü ile değil de, bir yapıştırıcı ile yapıştırmam gerekiyor. Aklımdan slikon, uhu, ve japon yapıştırıcısı geçiyor. Kimyager bir arkadaşıma hangi yapıştırıcının daha kaliteli olduğunu soruyorum. O da bana bunun sadece yapışkana değil, yapıştırılacak yere de bağlı olduğunu söylüyor. Eğer bir ağaca yapıştırırsam bir botanikçi ile, bir yapıya yapıştırırsam bir inşaat mühendisi ve bir restarasyon uzmanına danışmamın iyi olacağını söylüyor. Botanikçi agaçlara yabancı bir madde yerine sakızı çivilememi ve bunun ağaca bir zararı dokunmayacağını söylüyor.İnşaat mühendisi ise sakızı eğer bina yeni bir bina ise,çimento ile; eğer bina tarihi bina ise, yumurta akı ve kil karışımı bir harç ile yapıştırmamı öneriyor. Bu yumurta akı ve killi harç restarasyon uzmanında kafasına yatıyor.

Şimdi iş, sakızı yapıştıracağım yerin tespitine kalıyor. Bu araştırmaya akademiden cıktıktan sonraki bütün zamanımı ayırıyor ve Roma’yı tekrar ilk geldiğim zamanki gibi gezmeye başlıyorum. Fakat bütün bu araştırmalarımın sonucunda sakızı Villa Borghese’de ki terasın bir kenarına yapıştırmaya karar veriyorum. Bu terastan bütün Roma’nın San Pietro’nun kubbesine kadar güzel bir görüntüsü var.

Şimdi bütün sorun, erkenden evden çıkıp, peşimdeki bütün polisleri atlatip Villa Borghese’ye ulaşmak. Evden çıkınca hergün metro’ya gittiğim yol yerine önce şehrin dışına giden bir otobüse rastgele biniyor. Otobüsün içindeki yolcuları sayıyor, benimle aynı durakta inenleri mimliyor. Sonra şehri enlemesine kesen başka bir otobüse biniyorum. Benimle aynı durakta inen sekiz kişiden, üçü bu yeni bindiğim otobüse biniyorlar. Bunlardan biri bıyıklari yeni terlemiş bir lise öğrencisi, ikincisi cok süslü püslü çırtlak yeşil paltolu genç bir kadın, üçüncüsü gri paltosu kadar silik orta yaşlı bir adam. Beni izleyen adamın bu silik kişiliklinin olabileceğini düşünüyorum. Bu işleri yapanlar, genellikle baskalarının akıllarında kalmak istemezler.

Birden aniden otobüsten iniyor, iki sokağı iş olsun diye gezdikten sonra şehre doğru giden banlio trenine biniyorum. Çok kalabalık olan vagondaki yolcuları gözden geçiriyor ve hemen gri paltolu adamı yolcuların arasında yakalıyorum. Fakat yolcuların arasında ilk otobüsten benimle birlikte inen iki kişi daha var. Bunlardan biri emekli olmuş bir memur izlenimi veriyor. Diğeri latin amerikalı bir yuze sahip. Ikisini de gözhapsine alıyor; bir müddet sonra emekli izlenimi vereni bir genç kiza sürtünürken yakalıyor ve beni izlemediğini anlıyorum. Latin amerikalı tipli ise elindeki gazete ile herkesin görüşünü kapatıp gazetenin altından elini bir yolcunun çantasına sokuyor. Içimden gidip gri paltolu adamın boğazına saılıp beni izleyeceğine bu hırsızları yakala demek geçiyor ama susuyorum.

En sonunda aman be deyip gidip sakizi Villa Borghese’de ki terasa yapıştırıyorum.

Bir gün sonra tekrar polisler eve gelip beni karakola davet ediyorlar. Karakolda bütün bu olanlar konusunda en bilgili kişinin Burcu olduğunu ve masraflarını ödedikleri takdirde kendisini Roma’ya getirtebileceğimi söylüyorum. Kabul ediyorlar. Ornek olarak polise verilmek uzere elinde bir kutu “Dandy” sakizi olan Burcu’yu Roma Leonardo da Vinci Havaali’ninda karsılıyor, eline bir Roma haritasını, evin adresini, evde dikkat edilmesi gereken bir kac önemli noktanın yazıldığı pusulayı ve evin anahtarlarını veriyor. Burcu, biz bir saat sonra Istanbul’a uçuyoruz diyorum.

Burcu’dan ayrıldıktan sonra hemen havaalanının barına gidip barın büfesindeki bütün sakızları alıyor. Alelacele çiğniyor, Havaalanının postanesinden dünyadaki bütün arkadaşlarıma postalıyorum.


Fatih MİKA

Pasta..


mutluluk pasta
ben pasta
sen pasta
o da pasta
belki
kaldırımda yürüyen de
mutluluk pastası
pasta kadınlar yapmak isterdim
pasta erkekler de
birbirlerini yediklerinde
mutlu olsunlar diye
pasta dünya
ufolar geldiğinde barış garanti olsun diye
pasta pasta gazeteler isterdim
sabah kahvemle
pasta haberler olsa nasıl olsa kandırsa
kanardım ben pastaya
aşkım pasta olsa yerdim bile bile onu
bitinceye kadar
pasta olsun diye aşk
pastadan kapıcı isterdim
pastadan merdiven ve asansör
pastadan bir araba ve yollar
işe gidince işim
pasta tarifleri tasarımı olsa
pastadan balıklar
pasta bir su ve deniz
içinde yüzsem
ve yorulunca üstünde sırt üstü yatsam
pastadan bulutlara baksam
kremalar aksa üstüme
ama kaslarım sert göğüslerim dik olmalı
yaşamım hızlı
arabam yapışkan
yollara
ama yaşam bazen süprizler yapmalı
biraz tuzlu
bazen sadece su
ve ben biraz tuzlu ve sadece suyu
da
sevsem
pasta böylece
özlenince
güzeldir
olsa
su pasta
tuz pasta
olsa
yaşamın değeri
bir tek nefeste saklı
bu keşke
anlaşılsa....


şiir
nesimi ozan veryeri nin

23 Ocak 2008 Çarşamba

ordu nun dereleri yukarı aksınlar......

57.6 yı gördüm
önce
hafiften çığlık attım
pilimi bitiyor acaba diye sordum
kendi kendime
evin içerisinde şöyle bir tur atıp
tekrar baktım
rakam aynı
57.6
bu hırka çok ağır ondan dedim
hırkayı çıkardım
tekrar baktım
57.5
2008 programımda
hemde
ocak ayının başında
fazladan dört kilo
yok
istemiyorum
gerçekten istemiyorum
isyan ettim/düşündüm
hımmm
benin
ocak ayında çıkışlar yaşanacak
demişti
çıkış yaşıyorsun işte diyerek
kendimi teselliye çalıştım..
faydasız
giydiğim bütün kıyafetlerin
belinin sıkıyor
olması gerçeğini
değiştiremedim...
reklamlarda seyrettiğim
bütün yiyecekleri
canım çekiyor
dün akşam
sucuk ekmek yememekte
gösterdiğim irade
bildiğiniz savaş durumuydu
ben ve diğer ben savaştılar
yemedim
ama
hala aklımda...

kendinizi
nasıl iyi hissediyorsanız
ne size kendinizi iyi
hissettiriyorsa
onu yapmalısınız
1- saçlar düzgün olacak
ve
2- giysiler beli sıkmayacak
bunu bilir - bunu söylerim

rejimdeyim

22 Ocak 2008 Salı

Ondan Bundan

Sergime gelen ilk izleyiciler arasinda, nerede tanidigimi cikaramadigim guzel bir kadin, gravurlerimin nerede ise içine girerek teker teker inceliyor. Sergi, diger davetlilerin de gelmesiyle birlikte kalabaliklasinca, onu gozden kaybediyorum.

Daha sonra Mauro ile selamlasirken, Mauro “Bir dakika Fatih, seni x kutuphanesinin antik gravurler bolumunun sorumlusu Anna ile tanistirayim.” diyor. O zaman Anna’yi hemen animsiyorum. “Sizi yillar once gravur sorunlarinin tartisildigi bir seminerde tanimistim.”diyorum. Sasiriyor. Sonra epey bir zamandir gorusemedigim Mauro ile onumuzde ki gunlerde benim atolyemde bulusmak uzere sozlesiyoruz.

Cep telefonum caldiginda Mauro yilbasi kutlamasi icin gonderdigim kucuk gravure tesekkur edip, “istersen onumuzde ki cumartesi senin atolyende bulusalim” diyor. “Cumartesi atolyemde iki ogrencim var, ama gel” diyorum.

Her cumartesi oldugu gibi, atolyeye kursun baslama saatinden cok daha once gidiyor, kakuleli cayi demliyor; atolyeye ceki duzen veriyor; ogrencilerimi bekliyorum. Once Romeo ile Cristina, ardindan Giovanni geliyor. Bu, Giovanni’nin benimle yapacagi ilk dersi. Cristina’ya ise suluboyadaki bir iki sorununu nasil cozmesi gerektigini evden getirdigim bir siklamenin suluboyasini yaptirarak anlatacagim.

Ressam olan Giovanni’yi de son sergimde taniyorum. Guzel sanatlar akademisinde ustunkoru gecistirdigi gravuru, simdi benden ogrenmek istiyor. http://www.giocampo.it/ adresli kendi internet sitesine girip resimlerine bakiyorum. Dinsel icerikli, sade resimleri var.


Romeo aratonlar teknigi ile kabugu acilmis icinde taneleri gozuken bir bezelyeye; Giovanni ise kuru-kazi teknigi ile bulutlarin arasindan yukselen; kucaginda bir klise tasiyan, kanatli, melek gibi bir meryem ana uzerine calisiyor. Cristina suluboya ile siklamene calisip bitiriyor. Sonra bu suluboya uzerine biraz konusuyoruz. Cristina alisveris yapmak icin atolyeden ayriliyor.

Bir yandan celik kalemlerin hisirtilari arasinda Bach dinliyor, bir yandan kakuleli cay iciyor, bir yandan da gravur uzerine konusuyoruz. Atolyeye sakin bir ayin havasi hakim.

Birden kapida Mauro’yu goruyor, gidip kapiyi aciyor; kucucuk atolyede Mauro’ya da oturacagi bir yer yaratiyorum. Mauro bana gravur uzerine hazirladigi iki guzel katalogu hediye ediyor ve ardindan “Virginia beni terk etti”diyor.

Daha once beraber calistiklarini bildigimden, is yasaminda sik rastlanan bir gecimsizlik saniyorum. Ama Mauro devam ediyor, “Bes yildir birlikte idik, bir de ortak evimiz vardi.” Ben bunu nasil daha once hissedemedigime sasiriyorum. Mauro konustukca benim ogrenciler gravur yapmayi birakiyor, ama Mauro hikayeyi anlatmayi birakmiyor. “Bu ayrilik beni cok sarsti ruhsal bunalima girdim. Gecen yazi birlikte gecirmek icin otel rezervasyonunu bile yaptirmisken, kendimi birden bire ruh sagligi hastanesinde bulup yazin iki ayini orada gecirip, tedavi gordum.” diyor. Sasiriyorum. Mauro hala Virginia’sinda, onu ne kadar cok sevdigini anlatirken ikisinin ayri evlilikleri ve mahremiyetleri de havada ucusuyor.

Mauro ruh sagligi hastahanesinde solugu alirken, Virginia ise bu yasak askin etkilerinden kurtulmak icin, dinsel bir topluluga katiliyor. Bu dinsel toplulugun Virginia’yi kendisinden caldigini dusunen Mauro, bu dinsel topluluga da saldiriyor. Boynunda kocaman gumus bir hac tasiyan ve dinsel konularda bilgi sahibi oldugu anlasilan Giovanni, dayanamayip bu dinsel toplulugun adini Mauro’ya soruyor. Mauro bu dinsel toplulugun adini soyleyince de hemen kesin bir dille bu dinsel toplulugun ciddi bir topluluk oldugunu soyluyor. Sohbet, ask, sevgi, din; bunlarin birbirleriyle iliskileri ve tonlamalari uzerine derinlesip genisliyor. Ama gravur dersi oldugu yerde kaliyor.


Konusmasinin duzgunlugu ve bir papaz sakinligine sahip Giovanni’yi butun bir hafta boyunca dusunuyor, din ile olan iliskisini merak ediyorum. Ikinci ders icin atolyeye dondugunde ilk sordugum soru ne is yaptigi oluyor. Evlere kisilere yardim icin gittigini soyluyor. Tabi bu hic bir sey ifade etmiyor. Bu defa daha dogrudan bir soru ile din ile iliskisinin ne oldugunu soruyorum.

“Dokuz yil rahiplik yaptim. Bunun ilk uc yili Toscana’da dis dunya ile iliskisi olmayan bir manastirda (ortak dualarimizin disinda) tek kisilik hucremde dua ederek gecti. Daha sonra Roma yakinlarinda ki bir manastirda alti yil kaldim. Roma’da ki manastirdan disari cikabiliyor, okula da gidiyordum”

“Dini pratik olarak uygulamayan katolik bir ailenin cocuguyum. Birgun icimde tanriyi hissedip rahip olmaya karar verdim. Yeni bir rahip adayini aralarina almadan once bir deneme suresi var. Bu deneme suresinden sonra manastirdaki rahipler oy kullanarak yeni adayin topluluga kabul edilip, edilmemesine karar veriyorlar. Tabi yine oy karari ile bir rahibin topluluktan atilmasina da. Ben de manastirda yurumeyen bazi seyleri dile getirdigim zaman, beni aralarindan cikardilar.”

Giovanni’ye saygi duyuyorum. Kimseye kizmiyor. Cunku, onun dinsel iliskisi tanrisi ile, kurumlarla degil.

Bir ateist ve bir katolik birbirimizi kirmadan, daldan dala atliyor; ama her seferinde kalkis noktalarimiz ayri bile olsa benzer noktalara variyoruz. Giovanni “sen bu noktaya durustlugun ile variyorsun.” diyor. Bir de “Siz oteki dunyaya inanmiyorsunuz, olumu kabul etmek sizin icin zor.” diyor. Ben, ölümle ile ne kadar yanyana yasadigimi, inadina ölümün ne kadar uzerine gittigimi, kahramanlik sanmasin diye Giovanni’ye anlatmiyorum.

Bu günki dersimiz iyi gitmiyor, Giovanni, bugun hazirlik yapmadan gelmis. Evde yapabilecegi herseyi evde yapmasini, atolyede ise evde yapamayacagi seyleri yapmasini oneriyor; “ogrenecek cok seyimiz var” diyorum.

“Ben sehirden uzakta, ailemden kalma bahceli bir evde oturuyorum. Uc kedim, dort tavugum bir de kopegim var. gecen hafta cok yoruldum o yuzden hazirliksizim. Bir arkadasim asfaltin kenarinda terkedilmis bir kopek bulmus, haline aciyip bana getirdi. Ben de nasilsa yerim var bir kopek fazla da olsa olur , hayvan yollarda ezilmesin diye aldim. Ilk gun hersey yolunda gitti. Ikinci gun bir baktim yeni kopek benim kedilerden birini oldurmus. Cok kotu oldum. Bu oldurulen guzel disi kedi yatagima gelip benimle yatiyordu. Kopegi alip veterinere goturdum. Veteriner bu kopegin kavga icin yetistirlmis bir pit-bull oldugunu soyledi. Zabitaya basvurdum ama gelip almadilar. Bu arada kopek bana da alisti, uzerime atliyor beni yaliyor. Ne yapacagimi sasirdim. Sag kalan iki kediyi evin catisina koydum yemeklerini catida veriyorum. Bir de cocuklara saldirmasindan korkuyorum.”

-Bahcem buyuk, icinde bir cok meyva agaci var. Sadece alti tane kiraz agacim var. Tek basima yasadigimdan kirazlarin hepsini toplayamiyorum bile. Kirazlardan recel yapiyorum. Kiraz zamani gelirseniz sevinirim
-Geliriz, istersen bahceye yardima da gelirim. Ben de iyi recel yaparim
Ne receli yatigimi merak ediyor.
-En iyi yaptiklarim baba incir, ayva ve bergamut.
- Ben de bu yil bahceye bir ayva agaci dikmeyi dusunuyordum.
-Dur, ayva fidanlarini sana ben hediye edecegim. Benim Federico’ya da gosterdigim gizli bahcemde bir ayva agacim var, haftaya onun altindaki surgunlerden sana iki kök getirecegim.

-

Fatih Mika
(Yazıdaki resim örnekleri Giovanni Camponeschi' e ait http://www.giocampo.it/ adresinden alınmıştır.Diger orneklerde yazıda gecen kursiyerlere ait resimlerdir.)

istanbul here i come


hani olur ya, bir şey olur ve "ha işte tam istediğim gibi!" dersiniz, işte öyle bir şeyler yaşıyorum. hikaye şöyle: astrologyzone.com okuyorum proje bitmeden önce. 23 aralik gibi hayatınızı bir şekilde değiştirme fırsatı önünüze çıkacak dedi. haydaaa sürekli değişim yaşıyoruz burda dedim kendime, yine mi değişiklik! tamam öylese ben hazırım dedim. o ruh halimle istanbul'a gittim ve sonra londra'ya. 22 aralık oldu eren'le londra'ya beraber uçmak için ertesi gün buluşacağız... reiki hocam'la hindistan dönüşü konuşamamıştık, kahve dünyası'nda buluştuk. işte proje bitti, londra'nın izotlu havasını ve eren'le yeni yılı kutlamaya gidiyorum dedim. istanbul'da iş arıyorum dedim, artık hayatım yoga olsun ve deniz olsun dedim. idari işlerde, toplantı organizasyonlarda süperim dedim. aaa dedi inanmıyorum dedi, merkez açacağım, gel benimle çalış dedi. yoga dersi verirsin, egitim seminerleri, reiki, EFT eğitimlerini organize etmeme yardım et dedi.

hemen tamam dedim. budur beklediğim şey. budur beklediğim fırsat.

cumartesi sabahı çıkıyorum yola. merkür gerilemeden önce. hehe evet merkür geliyor.

ankara'ya geri dönmem gerekiyor, ev taşıyacağım, bu gittiğim süreçte işte "transition phase" diyorum buna, ki merkür gerileme zamanda yapılacak iş.

ankara'da 6 sene sonra bu son haftam hamam keyfi, saç kesme, dostlarla mocha ve kutu yaparken fazlaları gereksizleri atma faaliyeti südürmekle geçiyor. atmak çok keyifli. ayırmak incelemek okumak hepsi bir yolculuk. daha bitmedi, bir kaç gün içinde kendimi de düzgün kutulayıp istanbul'a hazırlıyorum. adres belli olunca sizleri beklerim tabiii kiiiii. deniz'e bakan, tıkır tıkır yukarda ayak sesleri olmayan bir ev düşlüyorum...

21 Ocak 2008 Pazartesi

ARMAĞAN…


"Kolaydır bizi aldatmak ılık bir nefesle,
Ama deriz, yaşamın kendisiyse bu, öyleyse
Aldatılmadık gene de, doğrudur yaşadıklarımız"
Oruç ARUOBA

Bu gün benim doğum günüm…(22 ocak) Bu defa doğum günü armağanı olarak kendime bir yazı hediye edeyim dedim… Henüz kimse kutlamadan önce ben kutlayayım kendimi bu kez… Kırk yılda bir!!!

Hem bu kez biraz daha farklı gibi öncekilerden… Hani her yılbaşı, doğum günü yani işte bir tür yıldönümü olan her şey insana geri dönüşler yaşatır ya bilirsiniz ya da bazen bir tür hesaplaşma… Biraz öyle gibi, ama biraz da değişik sanki bu defa… Artık insana “büyümüş” olmak gerekliliğini hatırlatır gibi “kırk” demek… Öyle dolu dolu geliyor ki kulağa… Artık şımarıklık yapamazmışım gibi… ‘Artık kocaman bir kadınsın sululuk yok’ der gibi… İşte bir tür “eşik” sanki… Biliyorum öyle hissetmeyeceğim yaşamaya devam ederken… Tıpkı öncekilerden sonra olduğu gibi… Biliyorum yarın da aynı ben olacağım aslında… Ama işte bugün, bugün kırk yıl olmuş bu dünyaya doğalı…

Nedense eşikler koymuşuz geçirilen zamana… Doğum günü, yıldönümü ya da yılbaşı diyerek, bölüp parçalamışız zamanı… Anlam kazandırma çabası mı? Ya da küçük çakıl taşları belki de yolun neresinde olduğumuzu, ne kadar yol geldiğimizi fark etmek için…

“Büyümüş olduğunu sık tekrar edenler, çabuk yaşlanırmış bence...” demiş Brajeshwari. Korkarım ben aslında hep büyüktüm… Özellikle de küçükken… Aslında belki de yeni yeni “büyük” olmak sıfatını atıp, küçülüyorum… “Bırakmak”la ilgili galiba bu süreç biraz… Büyük olmakları, olgun olmakları, ama şimdi sırası değilleri, önce ders çalışmak ya da ne bileyim iş bulmak lazımları, işte gerekli gereksiz yüklenilenleri, “olan”ı ve elbette “olmayan”ı kurcalamayı… Bir yazı yazmıştım bir zaman önce onu hatırladım birden… “Bir gülümsemeyi biraz fazla görebilmek için x toplantısına geç kalmayı göze alabilince” falan gibi şeyler vardı… Hatırlamıyorum tam olarak… Ofisteki bilgisayarda olmalı… Belki bulup onu göndermeliyim Tofu’ya… İşte “bırakmak”, akışa veya akmayışa ':)' öyle bir şey galiba… “Kabul”de yaşamak… Daha az ciddiye almak hayatı belki de… Oyunu hatırlamak… Deniyorum ve başarabildikçe seviyorum bu duyguyu… Gerçekten de öyle anlarda zaman genişliyor sanki…

“Karlı bir günde doğmuşum, bu yüzden soğuktur iklimi ruhumun” diye bir şarkıyla sesleniyor Tuna Kiremitçi son aldığım CD’lerin birinden… Öyle mi acaba? Ne demek kış çocuğu olmak? Soğuk ve donuk zamanlarda doğmuş olmanın insanın ruhunun iklimine bir etkisi var mıdır gerçekten? Acaba Ocak’ta doğmak ile Temmuz’da doğmak fark yaratır mı ruhumuzda? Yoksa Cibran’ın nedense bu günlerde çok sevdiğim “eğer kış, baharı yüreğimde saklıyorum deseydi, ona kim inanırdı…” satırlarındaki gibi midir kış çocuğu olmak da?

Kış nedir peki? Yani soğuk ve kar yağan bir mevsim olmaktan başka? Niye sıkıcı gelir çoğunlukla? Kat kat giyinmek zorunda olduğumuzdan mı? Üşümekten yorulan kaslarımız yüzünden mi yoksa? Ya da ne bileyim işte günlük zorluklar mı kışı daha az sevdiren? Arabalarımızın, ayakkabılarımızın buzda kayması gibi mesela… Sanırım benim için “karanlık” olması asıl sorun… Sabah kalktığımda alacakaranlık, akşam işten çıktığımda tam karanlık… İşte sanki günü hiç yaşayamamışım duygusu… Sanki günler bu kadar kısa olmasa kışla çok fazla bir sorunum olmayacakmış gibi (bir kış çocuğu olarak)…

Ya peki “doğum günü” ne demek? Niye kutlarız doğum günlerimizi? Yani biz doğmamış olsak dünya, dünya olmayacak mı? Evet, evet olmayacak… Herhangi birimiz olmasak dünya bir eksik kalacaktı aslında… O yüzden mi önem veririz… Hatırlanmak isteriz… En istemeyenimiz bile çoğunlukla…

Değişik bir yıl oldu benim için geçtiğimiz sene… İnsanın doğum günü yılbaşına yakın olunca geçtiğimiz yıl ve geçtiğim yaş kavramları birbirine karışıyor biraz… Değişikti evet… Ne demek “değişik”? Bana hep biraz “kaçamak” gelmiştir bu söz… Hani bir süredir görmediğiniz biriyle karşılaşırsınız ve o size bakıp “değişmişsin” der ya da işte her gün gördüğünüz insanlardan biri o gün “değişik olmuşsun” deyiverir… Öyle kalırım bu laftan sonra ben… Düşünürüm… Bir soru işareti uyandırır, ne diyeceğimi bilemem… Hani, şimdi teşekkür etsenizzz, bilmem ki, belki de teşekkür edilecek bir şey demiyordur aslında karşıdaki “değişmişsin/değişik olmuşsun” diyerek… İşte o yüzden sevmem bu lafı aslında... Ama şimdi ne denir ki farklı bir yıldı işte; elbette zor ve keyifli anlarıyla, kazandırdıkları ve kaybettirdikleriyle… Şimdi bu yeni yaşım da farklı ve keyifli olsun istiyorum tabi ki… “Yasa yürürlükteydi, her şey değişim ve dönüşüm içindeydi ve evren ne söylediğimizi dikkatle dinliyordu hayatımızı bizim istediğimiz gibi bize vermek için” diyor ya Navanalini bir önceki yazısında… İşte bu yüzden şimdi ben evrenle sohbet etmeye gidiyorum, ona istediklerimi anlatmaya… İzninizle… :)

Lili Marlen Türküsü (Bir şarkının Hikayesi )



Marlene Dietrich - Lili Marleen -Londra konseri /1972 (play'e basıp dinleyebilirsiniz.Sitenin müziğini de, sağ alttaki müzik kutusundan stoplamayı unutmayın önce)

Daha Ankaralı olmadan, Zonguldaklı olduğumuz zamanlardı.... Madencinin ve Emeğin kentinde doğmak, anadan doğma Müslüman olmak gibi, anadan doğma solcu olmaktı....Zonguldak' ın kıvırcık kültürü, kömür madenlerini 1945 lere kadar işleten ingiliz ve fransız kültürüne karışmış halinden kaynaklanırdı ve bu ideolejisi. İşte bu kültür büyütmüştü bizleri çocukluk ve gençlik yıllarımız solculuk hikayeleriyle geçmişti... o zaman ve durum gereği. Sisli puslu Kış günlerinde havaya karışan kömür kokusu tetiklerdi eski duyguları ...

Yaşımız gereği, üzülürdük, özenirdik solculuğu abilerimiz gibi yaşayamadık diye. Yine yaşımızın deli kanı gereği, bizde kurtarmak isterdik dünyayı, kavga isterdi canımız ve değişimlerin ancak kavgayla savaşla olduğuna inandırıldığı dönemlerin sonlarıydı aslında o dönemler. birazda bilirdik onların neler yaşadığını genellikle her evde yaşanan benzer hikayelerdi hepimizin bildiği pek parası olmadığı için gençlerin bir kitap alınırdı ve bütün mahallenin ( biz m'ale derdik ve halen öyledir) evlerini gezerdi bu kitaplar, geceleri yazıya çıkarlardı usulca abiler sabah olunca anlardık taze özgürlük sloganlarını okurduk malenin rutubetli duvarlarından okula giderken yada banyo sobalarında yanarken görürdük Nazımın kitaplarını!!!.. Şimdi müzeler yapmak istesekde Mavi Gözlü Dev için kitapları, o zaman annelerin en korkduğu kitaplardı polis baskınlarında. VE biz ihtilali de gördük herşey değişmişti artık gereği buydu değişim ve dönüşüm yasası her zaman yürürlükteydi her şey gelişmeye dayalı değişim programı gereğiydi solcular bir bir hapisten çıkmaya başlamıştı ve biz büyümüştük artık . Ahmet Kayanın sesinden gelmişti o kış solcu aşk şarkıları peş peşe o yıllar ve bu defa,

Akşam olur mektuplar Hasretlik söyler
Zagrep radyosunda Lili Marlen Türküsü ..


diyordu ve kalbimizden vuruyordu yine tüm söylediği şarkılar gibi. Biz bu şarkıları deniz kenarına çektiğimiz arkadaş arabalarında paylaşırdık çoğu zaman. Karadenizin karşı ötesindeki Zagrep e bakarak ağlardık bazen nedensiz ... Bazende Aşık olurduk ve yine dinlerdik Lili Marlen türküsünü bazende dinlerken aşık olurduk, birine mi aşık olurduk, şarkıya mı onuda bilmezdik. Yine bilmezdik Lili Marlen ne anlama gelir düşünmezdik, inceden solcuyduk ve aşıktık işte neden Zagrep radyosunda söylenmişti? kimdi? kim söylemişti?... çok umurumuzda değildi açıkcası bildiğimiz yüreğimize dokunurdu Ahmet Kaya nın sesinden. Gün oldu devran döndü bu şarkılar her kesin şarkısı oldu solculuk ne idiki, sağcı olmakda ne idi duygular hep aynıydı , yaşanmak istenen hep aynıydı insandık işte kah kavga ettik, kah sevdik, solcu olduk, sağcı olduk, bazende solcuyken sağcıya aşık olduk, çoçuk olduk, büyük olduk, anne olduk derken öğrendik aslında ve bir olduk olmak istediğimizde buydu şimdi anlıyorduk biraz biraz tekamüldü herşey. yasa her zaman yürürlükteydi.

ve... ben yıllar sonra Ankaralı olduğum zamanlardı artık pek de kalmamıştı solculuk molculuk daha doğrusu ağzına etmişti taşralı solcu kadının Ankara.... şimdi ki savaş da bir başkaydı ölüm korkusu yoktu ama çok yorucuydu. Eski kitapların satıldığı bir kitapcıda gözüme ilişti LİLİ MARLEN TÜRKÜSÜ -yazar Lale ANDERSEN ne idi bu karşılaşmanın anlamı hiç de aklımda yokken, LİLİ MARLEN nin kitap olduğunu bilmiyordum ki ben sadece onu Atilla İLHAN ın şiiri ve Ahmet Kayanın şarkısı olarak bilmiştim o ana kadar meditasyon da olmak gibi 6. çakram dile gelmişti anıları seyretmek ne kadar sürdü hatırlamadan satın alıp çıkmıştım oradan kitabı.

Sevgili Brajeshwarinin dediği gibi, minnacık parçalara ayırmıştım hatıraları o an, parçalamıştım anları yaşandı sanılan hayatı.

1972 Yılında basılmış ve ne zaman okunup değerini kaybedip buraya bırakılmıştı ben onu buluncaya kadar ne kadar zaman geçmişti ve hayatımın bir kesitini, yaşayamadığım aşkımı şimdi hayatta olmayan arkadaşlarımı abimi ve yeşil parkasını nasıl dile getirmişti. Bir kere demiştim ya birşey size aitse sizden önce o orada olacaktı ve tanrım lütfedince. ve öyle olmuştu işte...

Ve... yerini almıştı eski özgürlük ve yeni özgürlük kitaplarımın yanında ve bu sabahın 5.30 da kalkıp son 120 sayfasını bitirip hayat defterime katıncaya kadar 3 yıl geçirmişti kitaplığımda ve 2 ev değiştirmişti taşınmıştı benimle her gittiğim yere okunma sırası gelmişti artık LİLİ MARLEN gerçeğini bilmek, yarım kalan bir hikayenin tamamlanması içindi ve son günlerdeki yaşanılanlara biraz anlam katmak içindi , ve anlamıştım ki... sormuştum ya kendi kendime neden karşıma çıktı diye 3 yıl önce neden karşılaştığımı bu kitapla? işte anlamı şimdide saklı idi ve şimdinin içindeydi anlamak istenenler .

Şimdiki zamanda gözler alışmış kalın ve parlak kapaklı ve bandröllü adı güzel mağazaların süslü raflarında dizili kitaplara ve kitap dükkanlarının kahve kokan kafelerine, ama LiLİ Marlen türküsü başka zamanın tozlu rafların, eskimiş aşkların kitabıydı ve acının. Bana kattığı birçok hoşluktan biri de bu romanın yaşanmış bir hikaye olmasının yanında ellerimde 4 yada 5 gün boyunca tuttuğum kahverengi eski cilt kapak üstüne parlak kağıttan kaplama dış kapağında gülen güzel bir kadının yüzü ve kaldığımız yeri belirleyen saten kordela ayracı. sararmış yaprakları eski daktilo yazı tarzıydı.

Kitapdaki, Kuzey Almanyalı Wilke (Lale Andersen) 17 yaşında evlenir 3 çoçuk doğurduğu ressam eşinden 23. de ayrılır ve Almanyadan İsviçreye kaberelerde şarkı söylemek, para kazanmak için gelir (1939). Bu arada , Hitlerin ari ırk yaratma hastalıklı düşüncesinin SONRA tüm avrupayı VE Rusyayı yakıp yıkan şavaşı başlatması içinde Berlin Zürich arasında yaşanamayan aşkıdır, anneliğidir, sanatcılığıdır konusu . Aşkını yaşamaya çalışırken anneliğini ve sanatcılığını da yaşamaya çalışır Wilke.

Bütün değerlerin yerini sadece ari ırk yaratmak egosunun kapladığı ve gitgide büyük bir coğrafyaya yayılan şavaşta, cephede bir Alman Askerin ( Hans Leip ) yazdığı bir şiirmiş ilk önce LiLi Marlen. Bu asker aslında hayatına girmiş ve şimdi geride bıraktığı ve cephede nöbet tutarken düşlerinde birleştirdiği iki ayrı kadına duyduğu aşkı ve özlemi anlatıyormuş LiLİ ve Marlen iki ayrı kadının tek bir aşk dönüşen hikayesiydi şiire konu olan ve sonra bestelenip (Rudolf Zink) Lale Andersenin söylediği ve hayatını değiştiren aşk ve savaş şarkısı oluyordu bu kitapda. Bütün cepelerde dinlenen hatta Amerikada. O tarihte belkide bu güne kadar, bu kadar geniş coğrafyada ve bu kadar sıklıkla dinlenen tek şarkıdır ve söyleyenenin bile bilmediği. Çünkü savaş öyle bir hale getirmişki Almanyayı biz filimlerden izledik ama kitapda anlatılanlar filimlerin bunları çok iyi yansıttığını gösteriyor, değil radyo dinlemek insanlar sığınaklardan çıkamıyor ve sadece şehirlere düşen bomba sesleri uçak seslerini dinlemek zorunda bırakılıyor ve sonrasında duyabildikleri insan çığlıklarını.

Atilla İLHAN 'ın şiirinde Zagrep Radyosu aslında Belgrat Radyosudur kitapda. Her akşam saat 10 a 5 kala bu şarkı çalınmaya başladığında bütün cephelerde sessizlik olurmuş Almanyada, Rusyada, Kuzey Afrikada ve savaş dururmuş şarkı bitinceye kadar, hiçbir komutanın emri olmadan dururmuş kimbilir ne hülyalara dalarmış zorla şavaştırılan insanlar ve saat 10 a 5 kalaya geldimi sessizliğin içinden bir ses yankılanır karşı düşman cepheden, Alman askerlerinin cephesine Hey ASKER Radyonun sesini açsana biraz .....ve başlamış Lili Marlen türküsü ve hiç bitmesin istenirmiş.

Lale Andersen Kuzey Almanyalı hitlerin genetik bilgilerine göre ari ırkdandı ama ne çareki kalbini verdiği adam bir yahudiydi Zürich ve Berlin artık birbirine çok uzaktı kilometreler az olsada. Bütün kitap boyunca ve savaş boyunca ona tekrar kavuşmak oldu Wilkenin bütün hikayesi ve bu uğurda verdiği şavaş. Şarkı Hitlerin komutanları tarafından yasaklanır bir dönem. Gerekçe : Askerleri savaş psikolojisinden uzaklaşmasıdır Vahşeti birden bire durdurur çünkü her çalındığında ve tüm cepheler deki askerler ruhlarına çekilir ve bırakırlar savaşmayı. Ama bu yasaklama kısa sürer çünkü bütün dünyadan yüzbinlerce mektup yağar Führer in Komutanlarına artık kontrolden çıkmıştır Lili Marlen Türküsü ve her gün defalarca çalar Belgrat Radyosunda ve hep bir ağızdan ve bir çok dile çevrilir ve söylenir.

Lale Andersen Savaş yoksulluğunda giyecek elbise ve ayakkabı bulamasada çok ünlüdür artık turneler devam eder savaşa rağmen savaş haberlerinin yanında haberleri çıkar gazetelerde ve şarkı onu korur nazi zulminden ve savaş biter artık Hitlerin ölüm haberi duyulur tüm Almanyada şansı yaver gidenler hayatda kalmışlardır kalmışlardırda şimdide hepsine nazi gözüyle bakılmakta ve nazilikten arınma proğramına tabii tutulmaktı başlarına gelen pişmiş tavuk misali.

Robert in ıhlamur kokan tenini çok özlemişti Wilki Lindau vapur iskelesinde buluşacaktı onunla büyük zorlukları aşarak çünkü nazi arınma proğramı gereği halen yurt dışına çıkması yasaktı ama kırmalı geceliğini almayı unutmamıştı yanına. Robert'i getiren gemi gelir sonunda ve en son yıllar önce gördüğü sevdiği adam karşısındadır artık, ona delice sarılır ama Wilki o çok özlediği ıhlamur kokusunu duyamaz nedense, bir terslik olduğunu anlar kadınsı hisleri uzun sohbetler edilir ama söz bir türlü aşka gelemez ve sonunda Robert derki:

''Bak Wilki bizim birbirimizi sevmemiz düne ait, geçmiş bir aşka olan hatıralar. Onun için bu aşkı canlandırmayı gereksiz buluyorum iki üç yıl sonra pişman olacağımız adımı neden atalım'' ve Robert dostluk teklifiyle bitirir aşkı....
''Vapurdan enson biz indik kocaman bon boş meydanda durduk. Güneş batmıştı. Rüzgar soğuk esiyordu. Paltoma sarıldım. Kırmalı geceliği sardığım paket elimden düştü.
Akşam rüzgarı Robert in sesini titretiyordu arkamdam:
Kaderini bana bağlayacağına Lili Marlen şarkısına bağla...''
olmuştu duyduğu son söz Wilkinin.

Hans Leip in cephede, kalbindeki bütün aşklarını bir aşk halinde bütünleştirip düşleyerek, sadece aşk için yazdığı bu şiir, aksine Wilkiye şöhret dolu hayatı verirken aşkının bitme nedeni olmuştu.

Kitabın Adı Lili Marlen Türküsü ve altında Parantez içinde Bir şarkının hikayesi yazmakta. Bence Bir şarkı hikayesinin ötesindeydi anlatılanlar ve insanlığın hala temizliyemediği karmasıydı bu gün bile devam eden ve bedenlerin çok acı çektiği !!!!!! Dün gece yazımı bitirmek üzereyken buldum eski cd lerde Ahmet Kaya nın LİLİ Marlen türküsünü, buldum ve defalarca dinledim... şimdi benimde hissettiğim düne ait, eski bir şarkı ve aşka olan hatıralardı sadece ama tekrarlamak hatırlamak güzeldi.
.
Yasa yürülükteydi herşey değişim ve dönüşüm içindeydi ve evren ne söylediğimizi dikkatle dinliyordu hayatımızı bizim istediğimiz gibi bize vermek için ....

Aşk her zaman olmalıydı şarkılarımızda,
Şarkılarımızda dileklerimiz olmalıydı gelecekler için...

sevgimle
Navanalini

20 Ocak 2008 Pazar

FIRSATLAR YILI 2008 : TOPRAK FARESİ (7 Şubat 2008 - 25 Ocak 2009)

Efsaneye göre, yaratılıştan sonra Buddha tüm hayvanları çağırır, toplanmalarını ister. Amacı onlarla astroloji hakkında görüşmektir. O kadar hayvan çeşidine rağmen sadece 12 tanesi Buddha’yla görüşmeyi uygun bulur ve yola koyulurlar. Zahmetlerini onurlandırmak için Buddha her bir seneye bir hayvanın adını vereceğine dair söz verir. Ve bu seneler her hayvanın yolda karşılaştığı olaylar esnasında sergilediği karakteristik özellikleri kapsayacaktır. Böylece bu senelerde doğan insanların kaderleri de etkilenmiş olacaktır.

Seneler belirli periyodik bir döngüye göre dağıtıldı. Her 12 senenin sonrasında hayvanların hepsi kendilerine ait olan senelere sahip oldular, hem de senenin son gününe kadar.Senelerin dağıtımı hayvanların buluşmaya geldikleri sıraya göre yapıldı. İlk sene fareye aitti, çünkü o ilk gelen hayvandı ve dağıtım yapıldığında ilk seslenenlerdendi. Daha sonra onu öküz, kaplan, tavşan ve diğerleri ve en son ise domuz takip etti. Domuz buluşmaya gitmek için bayağı tereddüt etmiş, daha sonra bu davranışından dolayı kendinden utanmış ve yola koyulmuştu. Bu yüzden en son gelen oydu.

Çin astrolojisindeki burçlar, batı astrolojisiyle karşılaştırıldığında, güneşin değil, tamamen ayın etkisinde bulunurlar. Hesaplama ay yıllarına göre yapılmaktadır. Her Çin yılı, kış döngüsünden sonraki ikinci ay doğuş gününde başlamaktadır. Bu yüzden bu senelerin, Avrupa zaman hesaplamasına bakıldığında, 21. Ocak ve 20. Şubat tarihleri arasına denk gelen değişken başlangıçları vardır.
(A Mouse Story)

Feng Shui Astrolojisi yani Çin Astrolojisine göre, 4 Şubat 2007 den itibaren Ateş elementinin hakim olduğu Domuz senesi idi.
Bu sene ise 7 şubattan itibaren Toprak elementinin hakim olduğu Fare senesi başlıyor, 25 Ocak 2009 a kadar. Büyük Fare, Batıda çirkin ve iğrenç bir hayvan olarak görünse de, Doğuda, özellikle Güneydoğu Asyada fare, zekası ve değerli şeyler elde etme kabiliyetinden dolayı,hayranlıkla bakılan bir hayvandır. Çin ve Japonyada, bu hayvanlar varlığın ve iyi şansın simgeleridir.

Yani 2008 yılı özellikle varlık ve şans açısından altın fırsatların sunulacağı bir yıl. Hasat yılı... Geçtiğimiz yıllarda ektiklerinizi, biçeceğiniz bir yıl... Çin astrolojisinin başlangıç yılı fare ile yeni bir döngü başlıyor ve fare, yeni başlangıçlar için altın fırsatları simgeliyor.

Ateş elementinin hakim olduğu iki seneden sonra yani ateşin yapıcı ve yok edici yönlerini yoğun hissettiğimiz ancak yakarken aynı zamanda da geliştirdiği 2 seneden sonra, şimdi iki yıllık toprak döneminin sakinliği, dinginliği başlıyor. Ancak toprağın sakinliğine karşın fare de hareketliliği bırakmayacak, özellikle zihinsel - ruhsal aktiviteler çok güçlü olacak.

Toprak elementinin, su elementi ile yıkıcı bir ilişkisi vardır ve su farenin sabit elementidir, ancak bu o kadar da kötü anlama gelmez, sadece bu yıl şansa fazla güvenmemeli, yani işi şansa bırakmamalıyız... Buna karşın, toprak-fare kombinasyonu sonuç elde etme anlamında son derece pozitif fırsatlar sunar. Toprak elementi, uygulanabilirlik ve istikrar ile ilişkilendirilirken, fare pekçok risk üstlenmeye hazırdır. Bu da bir denge yaratır ve iyi kazançlara yol açabilir, verimliliği ve her türlü başarıyı arttırır. Ve toprak elementinin etkisi altındaki fare yılı, diğer fare yıllarına göre daha az skandal daha çok denge demektir.

Çin Astrolojisinin ilk burcu olan fare, yeni başlangıçları simgeler. Bu yıl yeni fikirler, yeni girişimler için çok uygun. Başarıya ulaşabilmek için pekçok fırsat sunacak, planları harekete geçirme zamanı olacak 2008. Ancak sonuçları hemen almak mümkün olmayacağından, uzun döneme ihtiyaç olacak, bu yüzden akılcı tercihlerde bulunmakta yarar var.

2008, zihinsel ve entellektüel faaliyetler için de iyi bir yıl, örneğin planlama, burs, araştırma gibi... Ayrıca, sanatsal çalışmalar için de özel etkileri var bu yılın, özellikle toprak elementinin de etkisi ile tasarım ve grafik gibi sanatlar ön plana çıkacak, yaratıcılığınızın derinleştiğini farkedeceksiniz.

Toprak elementi ve fare kombinasyonunun karakteristiği, iş dünyasında özellikle inşaat, mühendislik, akademik çalışmalar, planlama gibi konularda da çok iyi bir yıl olabileceğini gösteriyor. Kariyer ve kendini geliştirme anlamında güçlenme ve ruhaniyet, kişisel gelişim konularında da çok verimli bir yıl 2008.

Tüm ilişkiler için iyi bir zaman. Romantizm, yeni ve uzun vadeli bir ilişkiye başlama isteği; devam eden ilişkisi olanlar için ise bir sonraki aşamaya geçme mesela evlilik olasılığı çok yüksek “yeni başlangıçları simgeleyen” bu yılda.

Sağlık konuları ise, sadece burca göre değil herbir bireye göre değişkenlik gösterir. Dengeleri korumak için kontrolü bırakmamakta, tavsiyelere uymakta yarar var. Ancak, genel anlamda toprak yıllarında egzersize daha fazla zaman ayırmak ve istenmeyen kilo alımına karşı da dikkatli olmak gerektiği söylenebilir. Hareketsizlik sorunlara yol açabilir.

Bu yıl, her anlamda ilerlemek ve gelişmek için olanakların, olasılıkların güçlü olduğu bir yıl; genel anlamda harikulade olamayabilir, büyük riskler hayal kırıklığına sebep olabilir ancak gene de herkes hayatına yeni bir şeyler eklemelidir, bu yıl karşınıza çıkacak altın fırsatları iyi değerlendirin.

Toprak elementi, elementler döngüsündeki 5 elementin içinde merkezdedir ve denge unsurudur, ateşin yakıcılığını suyun yıkıcılığını nötralize eder, yapıcı yönlerini ortaya çıkarır, metali güçlendirirken ağacı dengeler. Yani 2008 ve 2009 yılları sadece toprak elementinde doğanlar için değil diğer tüm elementlerde doğanlar için dengelenme, güçlenme, ekilenlerin biçileceği hasat yılları...

Hepimiz bu son aylarda, enerjilerin zorlayıcı ağırlığını farklı şekillerde hissettik, yaşadık. Bu dönemde, eski enerjilerin yerini yeni çağ enerjilere bıraktığından zaman zaman bahsettik. (Düşlerimdeki Yaşam serisinde de farklı farklı bölümlerde buna değindik ve son 2-3 bölümde artık geçiş döneminin tamamlandığından ve yeni çağın başladığından bahsettik.)

Numeroloji, rakamların enerjisinin incelenmesidir ve her rakamın bir anlamı vardır. 2008 rakamları toplandığında elde edilen sayı 1 dir ve “1” “yeni başlangıçları” simgeler, tıpkı fare yılı gibi. 2007 rakamları toplamı ise 9 dur ve “9” “tamamlanmayı” simgeler.

2007 / 2008 geçişinin bir dönemin tamamlanıp yeni bir dönemin başladığı bir “Geçiş Dönemi” olduğunu söyleyebiliriz. Geçiş dönemleri zorludur, yorucudur ancak yeni başlangıçlar daima umut doludur.

Geçiş dönemlerinde, her anlamda duraksama ya da gerileme içinde olduğumuz hissine kapılabiliriz ve yeni başlangıçlara içgüdüsel olarak hazır ve coşkulu olmamıza rağmen zihnimiz çeşitli oyunlarla yavaşlamamıza sebep olur. Bu dönemlerde özellikle öfke kontrolü ve sabır son derece önemlidir ve tabii ki sevgi, güven duygularının herzamankinden fazla beselenmesi gerekir. Bu noktada, çok sevdiğim bir atasözünü paylaşmadan geçemeyeceğim. “Bilmediğimiz cennete gitmektense, bildiğimiz cehennemde kalmayı tercih ederiz.”
Değişikliklere direnç aslında bilinmeyene dirençtir. Öfke ile kendini gösteren direnç, değişimin farkında olan zihnimizin bilinmeyene duyulan korkuları gösterme şeklidir. İçimizde sabırla besleyerek büyüteceğimiz sevgi ve umut, değişim sürecinin getireceği yenilikleri coşku ile karşılamamızı ve fırsatları yakalamamızı sağlayacaktır. Yeni armağanlar önümüzde. Bence, yapılacak en güzel şey; acele etmeden, sabırla ve sevgi ile, İlahi Aşka-Sevgiye güvenerek, geleceğe ve geleceğin getireceği güzelliklere huzur içinde teslim olmak.

Yeni başlangıçlar getiren yeni çağın başladığı yeni yıla girmeden önce, geçen yıldan da hatırlayacağınız, kendimizi ve evimizi hazırlamakla ilgili bazı küçük ipuçlarını tekrar hatırlamakta yarar var:

· Evinizdeki arızalı aletleri onarın, tamiratları tamamlayın. İşe bitmiş ampulleri değiştirmekle başlayabilirsiniz.

· Eskidiği veye modası geçtiği için kullanılmayan eşyalarınızı ihtiyacı olanlara verin.

· Kırık veya bozuk ne varsa, evden uzaklaştırın, eskileri atarak dolabınızda yenilere yer açın.

· Bereketi simgeleyen portakallarla bir çam ağacı süsleyebilir, narlarla sofralarınızı donatabilirsiniz.

· Sokak kapınızın önüne yepyeni bir paspas alın ve yeni yıla girdiğimiz ilk dakikalarda kapınızdan içeri ilk siz girin. Kapı eşiğinde iyi dileklerinizi ve arzularınızı aklınızdan geçirerek, büyükçe bir narı da kırabilirsiniz. (Berrin'ciğim narı poşet içine koyma fikrini uygulayacağım :))

· Yeni yılın ilk sabahı evinizin bütün pencerelerini açın, evinizi havalandırırken, aynı zamanda yüksek volumda bir müzikle, içeride sıkışıp kalmış bayat negatif enerjinin evi terketmesini sağlayın.

· Evinize bir yeni yıl temizliği yaptırın, tıpkı bir bayramı karşılar gibi. Aktardan alacağınız kaya tuzunu soğuk suda eriterek bu suyla tüm eşyalarınızı, sokak kapınızı, döşemelerinizi temizleyin.

· Uzakdoğu'da negatif enerjiyi kovmak için bir ritüel vardır. Metal bir çanı saat yönünde çalarak tüm evi dolaşırlar. Deneyin, faydasını göreceksiniz.

· Tabi ki tütsüler ve mumlar da evin enerji hareketi için önerilen objelerdir.

· Yeni yıldan beklediğiniz mutluluğu armağanlar vererek paylaşın. Paylaşmak mutluluğunuzu kat kat arttırır.

ve yeni yıldan bir önceki gün, yani 6 Şubatta “bereket kavanozu”nuzu yenilemeyi unutmayın :)
ve lütfen, unutmayalım ki, tüm ritüellerde (ve tabii ki hayatın her yönünde ve heranında) niyet ritüellerden çok daha önemli...

Şansınızın bol olduğu ve yaşamanızın maddi-manevi her alanında bolluk ve bereket dolu altın fırsatlarla buluşacağınız bir yıl dileği ile...
Sevgiler,
Nilambara


Sözüm meclisten / tofudan dışarı :)
Tabii ki alıntı yapabilirsiniz, mutlu olurum... ama kaynak belirtirseniz daha çok mutlu olurum... :)) Çok teşekkürler ilginiz için... nd

18 Ocak 2008 Cuma

Artık Tane Tane Yaşıyorum..

(Çocukluğuma ve büyümeye çok takıldığımı düşünüyorum yazılarımda.. Açıkcası Tofuya yazmaya başlayalı beri bunun farkındayım... Sanırım o saf ve naif dünya algısını özlediğimden hep... Ya da içimdeki çocuk yazdırıyor hep bunları ondan.. aslında yıllara göre büyürken yada olgunlaşırken, katılaşıp sevdiğim o acemi algımı kaybedeceğimden korkuyor içim belki de.... bilmiyorum)

Zamanin elinde büyük, kendi evrenimde küçük bir kız çocuğuyum.. Hala çocuğum.. Büyümüş olduğunu sık tekrar edenler, çabuk yaşlanırmiş bence... Çünkü onlar çocukluğunu unutmak istermiş belki de.. Ya da kaybetmişlerdir belki de çocuksu ruhlarını... Büyümek –büyük olmak / büyük büyük yükler/ büyük büyük anlamlar katarmış büyümeye.. Bense acemi cesaretiyle küçük bir çocuk algısında olmak istermişim hep başardıklarımda... Oyun gibi, işin kurallarından çok, yeniden keşfederek becermek istermişim herşeyi... Her yaptığımda dünyadan kopup, bir oyun farkındalığı... Oyun ve oyun araçları, bazen oyuncaklar kırmızılı, yeşilli morlu, bazen girinti ve çıkıntılı...

Zamanın elinde büyüdükçe, zaman hainleştikçe ve ben büyüdükçe... Zaman çevreledikçe beni, zamanın getirileri beni büyüttükçe bazen isyan eder, bazen de zaman algısını değiştirebilirmişim...

Zamanın hain olduğunu düşündüğümde kızdığım şeyler olurmuş, yitirip bitiremediğim... düşünmek istemeyip, affedemediğim... içimde tuttuğum, tuttuğumu da biriktirdiğim..... ve hepsini düzeltebilmek için elimde olan az zaman dilimim... Zamanın hain olduğunu düşündüğümde; herşey birikir, zaman daralır, oyun ertelenir, ben gerçek dünyada küçülürmüşüm..

Zaman Algısını değiştirebildiğimde , onunla uyumla geçermiş her dakika... Her nefes alış bir dakika olurmuş, her verişte bir mola... O zaman, zamana kızmaz, kendi içimdeki -oyunumdaki saatleri severmişim.. Benim ritmime uyan o tiktakları ve zamanın bana getirdiği güzel hediyeleri severmişim bir de... Ay’in hallerini, güneşin doğuşunu ve ışığın gölgelerini... Sabah kahvaltısı, gün batımı, uyku saati... Ve ben zamanı sevdiğimde; dünya benim oyun alanım olur, kendi evrenimdeki küçük bir çocuk gibi mutlu olurmuşum.....

İşin sırrını keşfetmek için bilinenden farklı algılamak gerekirmiş zamanı. Bunu içimdeki çocuk ruhum keşfetmiş.. Zamanı koca bir zaman dilimi diye algılamak ürkütücü.... Zamanı kısa bir an olarak algılamak rahatlatıyor yüreği... Çünkü küçük çocuklar bilmezler koca zaman dilimlerini.... Ne kadar büyük bir dilim olduğunu ya da... Neden dilim olduğunu da... acaba yenir mi?
..
Ama zaman dilimlenebilir... Ben de öyle yaptım... Hain zamanı minik parçalara böldüm önce !!!.... Üstüme yüklenen koca koca dilimleri, lime lime minnacik yaptım işte.. Keşfetmem için bozmam parçalamam gerekti.. Zaman benimdi, Zaman satın alınır bir şeyde olmadığı için, kızmadı da kimse bana oyuncağını parçalayanlara kızıldığı gibi.. Vakit Nakitti belki ama, büyüyen dünyanın hızlanmayı ve vaktin para olduğunu anlatan atasözünü cevabım hazırdı.. Elimdeki tüm vakiti, minik demir nakitlere çevirmeliydim.

Parçaladım onu.. Aynı bir çocuğun parçalama iç güdüsüyle parçaladım.. Bazen kızgınlıkla, bazen merakla parçaladım.. Ama yaşım onları intizamlı parçalamamı önerdi.. İntizam büyümenin verdiği bir alışkanlıktı ne de olsa...

Zamanı parçaladım.. Paçavraya çevirmeden, savurmadım oraya buraya... Saklamadım da sevmediklerimi.. Atmadım kesik köşelerini... Ama parçaladım... Çok rahatladım...

Pişmanlıklarımı, kötü anları, canımı acıtanları, birikip büyüyenleri, üzgünlüklerimi, kızıp affedemediklerimi, sevip sevilmediklerimi, üzdüklerimi hepsini minnacık zamanlar yaptım dizi dizi.. Parçaladım zamanı..

Hiçbirisi büyüklüğü kadar ağır değilmiş.. Hepsine tane tane baktim sonra... ”Ohh dedim...Korktuğum kadar büyük değilmişsiniz....” Olması gerektiğinden çok kendimce büyüttüklerimin farkına vardım sonra... "Olsun" dedim "kütle halinde kocaman kocaman üstüme geleceğinize, teker teker gelin üstüme..hadi bakalım "..Sonra da ekledim "Aman yanlış anlaşılmasın, Sizi küçültünce ciddiye almıyor değilim, hepinizle teker teker ilgilenmek, anlamak ve sizi kabul etmek istiyorum aksine"

Sonra diğerleri de var doğradığım tane tane... Mutlu anlarım, tatillerimi, gülümseyişlerimi, aşklarımı, güneşi, ayı, sevdiklerimi, özlediklerimi, beynimdeki tüm güzel manzaraları, kahkalarımı da böldüm... Böle böle çoğalttım belkide... Mini mini yaptım onları da... Onlara da baktım .. “Görünüşte küçük olsanızda hala güzelsiniz, tane tane doyarım size yine de ben” dedim... "taşırım olmazsa en sevdiklerimi, tıpkı benimle yaşamak isteyen cebimdeki çakıl taşları gibi..."

İyi kötü tüm zamanlarımı adaletli olarak anlayabilmem için hepsini eşit parçalara böldüm sonuçta.. Mutlu anılarda, hain zamanlarda ayrı değildi benden, benim hayat dizinimden... Hiçbirisini kayırmadan hepsini eşitledim... Hepsi tane tane oldu... Kağıtları kesermiş gibi , 3'e 3 boyutu... 3 gram ağırlığı... ayırmadan siyahını-beyazını....


Şimdi elimde büyük bir dizi anı ve hayat parçam, zamanın elinde büyük, kendi evrenimde küçük bir kız çocuğuyum...Hayat akıp giderken, saatin tiktakları devam ederken artık tane tane yaşamayı seçiyorum..
....
Elimdeki diziyi hayat yolumda; bazen boynuma kolye yapıp ilerlerim gururla, bazen ip yapıp atlaya atlaya giderim içimdeki çocukla, bazen tesbih gibi çekerim onları hayatın mucizelerine tek tek inana inana, bazen de mola verip tane tane severim, dinlerim onları oturup yolun köşesindeki bir bankta....... Kimbilir...

Parçaladım ya... rahatladım...
Ertelediğimiz zamanlar değilmiş.. Ertelediğimiz zamanı parçalamayı ertelemekmiş, bazen korkarak, bazen parçalanınca birleştirilmeyeceğini düşünerek...

Parçalayın rahatlayin...
Dilerim:
İpiniz uzun, bıçağınız keskin olur... Vucudunuz, boynunuzda kolyenizi taşıyabilecek kadar güçlü ve duruşunuz dik olur.. Yüreğiniz, ip atlamak isteyecek kadar da hevesli olur.

Bank mi..?
Tane tane soluklanıp -tane tane yaşamak isteyenler için,
var sanırım her köşebaşında bir bank mutlaka....

Brajeshwari

(hayattan bir tane boncuk an.// tanımsız bir zaman dilimi. //dört sayı yanyana )

ÜSTÜNE GÜL KOKLAMAM ASTON

Geçmişte birgün,yemek yaparken arkadan reklamların iğreti sesi yankılandı. Ünlü bir dondurma firması talihli yiyicisine, Lamborghini hediye ediyor, kulağım takıldı, altıncı hissim çığlıklar atmaya başladı ''bu senin,bu senin....''
*
Sevindim tabi,aslında hayallerimin dört tekerleği değil, hatta ben böyle bir araba olduğunu dahi unutmuşum, ama kısmetime razıyım.
*
Ben geçen zaman içerisinde,altıncı hissimin müjdesini unuttum. Antalya Alanya yolu üzerinde bir benzincide dondurma dolabını görünceye kadar..... Hemen üzerime düşeni yaptım, çubuktaki numarayı yolladım.
*
Hemcinslerim Lamborghini sahibi olma ihtimalime bile çok sevindiler, ama erkekler maskülen tavırlarıyla, o arabayı kullanmanın zor olduğunu, ilk hız kasisinde altının çarpacağı yorumlarında bulundular.
*
Altıncı hissim yanılmış, araba bana çıkmadı. Çok üzülmedim benim dört tekerlekli prensim, ASTON MARTİN DB7. Rengini seçmişim, döşemelerine karar vermişim, hayaller kurmuşum.
*

Kalbimde ona bir köşe ayırmışım, bedava diye Lamborghini'yi koklarmıyım hiç.


Betül

16 Ocak 2008 Çarşamba

AYNI TANRI'NIN COCUKLARI



Roma’daki EXPLORA Cocuk muzesi; butun alanlari, butun fonksiyonlari, butun meslekleri ile kucuk bir kent seklinde dusunulmus. Amaci; cocuklari ilerde karsi karsiya olacaklari gunluk yasam gercegi ile karsilastirip, gozlemleyecekleri, dokunacaklari, deneyecekleri ve ogrenecekleri bir ortam sunmak. Bir kac saatligine buyumusler gibi yapmak..

Ana basliklari ile yasam; “BEN”, “SOSYAL HAYAT”, “CEVRE” ve “ILETISIM” gruplarina ayrilmis ve cocuklar anne karnindan baslayip, sehir alti kanalizasyonlarina kadar uzanan bir minyatur dunyayi gozleri piril piril buyuk bir buyume telasi ile yasiyor, copleri topluyor, postayi dagitiyor, supermarkette alisveris yapiyor, bankaya gidiyor, memur ya da musteri oluyor, etiketlerdeki tehlike isaretlerinin anlamlarini animasyonlar araciligi ile beyinlerine kaziyor, doktor ya da hasta olmayi oynuyorlar.

Buradaki dunya; G8 icinde yer alan, onemli ekonomik guce sahip bir ulkenin bir sehri. TV'de oyuncu, sunucu ya da yonetmen olabileceginiz kanallari, bankalarda gizli kasalari, kas gucunuzu olcebileceginiz spor salonlari, gazete basim ve dagitim merkezleri, iletisim panelleri, ulasimi kontrol edebileceginiz elektronik tablolari, suyun, temiz havanin, cevrenin onemini anlatan panolari ile uygar bir yasam orneklenmesi size sunulan..

Muzenin disina ciktigimizda butun bahceyi ve muzenin dis duvarlarini boydan boya kaplayan bir fotograf sergisi bizi bekliyor. Fotograflardaki cocuklar, ayni Tanri’nin ama baska dunyalarin cocuklari. Sesizce bakiyorlar sadece.. Suclamiyorlar, bir sey istemiyorlar, bir sey sormuyorlar.. Sadece gozlerinizin icine bakiyorlar.. Hic bir slogan, hic bir aciklama yazisi, hic bir beklentisi yok kimsenin.. Sahip olduklariniz icin sucluluk duyurmaya, ucuz fakirlik edebiyati yapmaya yeltenmiyor kimse ama herkesi dusunmeye cagiriyorlar..


Italya bir refah ulkesi.. Butun kapitalist toplumlar gibi, mutlaka birileri bir yerlerde, birilerinin emegini somuruyor ama siradan insanlar, baska dunyalara o kadar da duyarsiz degiller. Ornegin, oglumun okulunda, cevre dersinde suyun onemi anlatiliyor ve susuz koylerden, oradaki hayatin zorlugundan soz ediliyor. Ilkokul ikinci sinif cocuklari, cok ama cok uzaklarda, adini telafuz edemedikleri bir koydeki yasitlarina temiz su cesmesi hediye etmeye karar veriyorlar ve her ay, kendi harcliklarindan para artirip goturuyorlar, cesme icin. Bu davranis velilere de yansiyor ve doktor bir annenin onerisiyle, dogum gunlerinde ayri ayri, bir kenara atilacak armaganlar vermek yerine, dogumgunu cocuguna ortak bir armagan alinip, kalan parayla (UNICEF araciligi ile) asi ya da okul malzemesi gonderiliyor uzaklarda bir yerlere.. Akmiyor muhtemelen ama mutlaka damliyor..

Unlu sanatcilar her yil daha da artan oranlarda ozellikle cocuklarla ilgili kampanyalarda boy gosteriyor, bazisi gercekten canla basla calisiyor. Buyuk gida firmalari zaman zaman o urune odediginiz paranin belirli bir miktarini, size fotograflardan sessizce bakan cocuklarin yasam kosullarini iyilestirmek uzere acilmis fonlara aktardiklarini duyuruyorlar. Unicef’in en son kampanyalarindan birinde, dunyalar tatlisi bir cocuk, kapkara gozleriyle gulumsuyor. Slogan soyle
“gozlerini ayni annesinden almis, burnu tipki babasi
sizden de buyuk bir gulumseme ..”

Nereden ve kime yapildigi onemli degil.. Onlar hepimizin cocuklari.. Yapacak bir sey mutlaka var.. Yapacak cok sey var.. TOCEV’in (Tuana Okuma istekli Cocuk Vakfi www.tocev.org.tr ) sloganindaki gibi..


“ bir sey degisir, her sey degisir”..
Biz istersek…

Mehtap pasin Gualano
Roma’ 16/I/2008

12 Ocak 2008 Cumartesi

7 Ocak

Cep telefonumda ki ses “Ben, Bruno Rossi; sizi Roma Guzel Sanatlar Akademisi’nden ariyorum. Bu telefon konusmasi resmi bildiri niteliginde olup, kayit edilmektedir. Daha once actigimiz docentlik sinavini kazandiniz. Goreve baslamaniz icin 7 Ocak 2008 tarihinde, saat 08.00’de Akademi’de olmaniz gerekiyor. Eger belirttigimiz tarih ve saatte Akademi’de olmazsaniz, gorevinize sizden sonra ki adayi atayacagiz.”

Roma’nin en islek ve gurultulu caddelerinden birinde yaptigim bu telefon konusmasinin; gerek bicimine, gerekse icerigine cok sasiriyor; “herhalde bu isin icinde bir bit yenigi var” diyorum.

Mehtap, evde ki butun saatleri kurmami, evden iki saat once cikip; Akademi’nin civarinda ki bir kahvede, kahve icip, kitap ve gazete okuyarak beklememi oneriyor. Kafama yatiyor.

Fakat 7 Ocak geldiginde, ben de yatisiyor; bu asamaya gelmis bir islemin, geriye donusu olmadigini dusunuyorum. Evden cikisimi, Akademi’de saat sekize cegrek kala olacak gibi ayarliyor; yine de Cosetta ve Ambra’dan daha once evden cikiyorum.

Benim yasamimdan farkli yasam bicimleri olan insanlarin yasamlarina benzeyen bir yasama, sabahin bu saatinde karisip; metroya biniyor, Flaminia duraginda metrodan iniyor; kumeler halinde ki kuslar gibi kirmizi isiklarda duruyor, yesil isiklarda hep birlikte yolun karsi tarafina geciyoruz.

Piazza del Popolo’ya girerken Santa Maria del Popolo Klisesi’nin kapisinin acik oldugunu farkediyorum. Icimden iceriye girip her zaman ki gibi Caravaggio’nun iki tablosu onunde diz cokmek geliyor.

Benimle birlikte merdivenleri cikan kadinlar, kliseye girerken diz cokup hac cikartiyor; klisenin siralarina oturup dua ediyorlar. Bu muritlerin bir kismi, tanrinin ve Isa’nin onlara bagisladiklarina; diger kismi da tanrinin onlara henuz bagislamadiklarina sahip olmak icin dua ediyorlar.

Bireysel isler icin edilen dualarin, tanriya verilen bir rusvet oldugunu dusunmusumdur.

Ben ayaklarimin altinda, alcak kabartmali mermer mezar kapaklarinin uzerinden yuruyerek Caravaggio’nun iki tablosunun oldugu Capella Ceras’a varmaya calisirken bir serit ile kapatilan o bolume giremeyecegimi anliyor, geri donup kiliseden cikiyorum.

Saat tam 08.00’de Akademi’ye geldigimde; santral memuresinin yerine telefonlara temizlikci kadinin baktigini; Bay Bruno Rossi dahil henuz kimsenin Akademi’ye gelmedigini anliyorum. Aklima Bay Bruno Rossi ile yaptigim telefon konusmasi geliyor, gulumsuyorum. Bana, kayit edilen resmi bir bildiride “istedigin zaman gel” diyemeyecegini, fakat Akademi’de islerin asagi yukari boyle yurudugunu anliyorum.

1 Subat’ta baslayacagimi sandigim gorevime, kontrati imzalayip birdenbire baslamis oluyorum.

Fakat Akademi ogrencilerin isgali altinda. Aklima Ayni gun TOFU’ya yazdigim “Kar Tanesi” adli yazim geliyor, heyecanlaniyorum. Fakat bu isgal, cok uyduruk bir isgal. Protestolarini akademi ogrencilerine yakismayan, estetiksiz bir dil ile yapiyorlar. Bir de Akademi yonetimi ile anlasmislar, aksam 18.30da gelip bekciden bir torba icinde Akademi’nin butun anahtarlarini alip, sabahlari ayni torba ile bekciye teslim ediyorlar.

Geceleri atolyelerde neler yaptiklarini tam anlamamakla birlikte, sabahlari benim atolyede de bes litrelik bos sarap damacanalari ve copleri buluyorum.

Bir de kendime soruyorum “Ben bu Akademi’ye sakiz yapistirmis miydim?
Fatih MİKA

11 Ocak 2008 Cuma

AYNALAR...AYNALAR..

“Kerameti kendinden menkul” insanlar var, dev aynalarinin onune gecip , ovguler duzup duruyorlar kendilerine.. Inege oykunen kurbaganin oykusu geliyor aklima ama anlatmiyorum, cunku onlar zaten biliyorlar butun “fabl” leri, her seyi bildikleri gibi (!).. Yani bir gun sisip patlamis bir zavalli kurbaga artigi olacaklar, biliyorlar ama rahatsizlik veren pek cok bilgi gibi bilinclerine tasimiyorlar bu bilgiyi, desifre edemiyorlar..

Her seyi bilmek de belki mumkundur bu hayatta.. Beynin kapasitesi ile ilgili bir sey.. British Medical Journal, insan beyninin sadece % 20’sinin aktif oldugu dusuncesi, bilimsellikten uzaktir diyor son sayisinda..Belki onlar beyinlerinin tamamindan da fazlasini kullanabiliyorlardir. Yani belki her sey bilinebilir, bir turun rastlanmis tek ornegi olarak.. Neden olmasin? Alcak gonullu olmanin bir alemi yok..(!)

Bana yanlis gelen, baskalarinin hic birsey bilmedigine dair genlere islemis olan on yargi… Baskalarini hep yetersiz, hep dangalak, hep ise yaramaz, hep siradan gorme fikr-i sabitligi.. Bilginin, bilimin, politikanin, sanatin, felsefenin, her seyin ama her seyin yanlizca bir kisiden, ama o da mutlaka ve mutlaka “o kisiden” onay almasi zorunlugu..

Her yerdeler.. Gazetelerde, televizyonlarda (her programda, her konuda,) amfilerde, is yerlerinde, parklarda,arkadas toplantilarindalar.. Tek olduklarini, essiz benzersiz olduklarini dusundukce cogaliyorlar, amipler gibi tek hucreli beyinleriyle..

Ne mi yapmak gerekiyor?
Bilmem..?
Onlara sormak lazim.. Cevabini mutlaka ve yanliz onlar bilebilirler.. Ben kendi hesabima, beynimin “delete” tusuna basiyorum, ve Mazhar Fuat Ozkan’dan bir sarki mirildaniyorum..
“Sen neymissin be agbi… Aaaa… Aaaaa…Aaaaaa”

Mehtap Pasin Gualano

Roma’ 11/I/2008

8 Ocak 2008 Salı

kim ne derse desin .......

aslında
ajda pekkan
olsa - olmasa çok farketmez
benim için...
fakat
neden bilmem
sesi bana medeni olmayı hatırlatır
fiziğiyle alakalı olduğunuda
düşünmüyorum
estetige karşı olduğumdan değil
doğal olmak/olmamakla alakalı...

kelimeleri
hatta
harfleri
o kadar doğru telaffuz ediyor ki
kusursuz
herhangi bir şarkıyı
söylediğinde temizlik - huzur - kaos yok
gibi şeyler hissettiriyor
benazir de
öyleydi
doğunun batılı yüzü...
bir aile düşünün ki
tüm fertleri ülkeleri
demokrasi - özgürlük
uğruna öldürülmüş...
başını öne eğmeyen
dik duruşlu
güzel kadınıda mı?
ülkesinin
saçları siyaha boyalı yöneticisi
halkını selamlamak için
arabadan inmemeliydi
suçlu dedi
aydınlık insanları
yada
insanları öldürerek
birşeylerin değişecegine
inanmak
bu nasıl oyun !!!
kanla beslenen
gezegen yöneticileri
ağlamayı bilen uluslara
dahası da var mı
demeye çalışıyorlar
usame
haklı çıkacak
ha gayret

5 Ocak 2008 Cumartesi

Kar Tanesi

İşte kar taneleri yavaş yavaş düşmeye başladılar. Birbirlerinden farklı biçimleri, özgür hareketleri, ağırlıksız beyaz renkleri ile biraz sonra şehrimizi kaplayacaklar. Ve biz, birden ne kadar az şeyle de yaşayabileceğimizi anlayacak; karla örtülü dünyanın dışında kalan kendimizi görecek, sahiden kendi sesimizi dinleyecek; kitaplıkta ki dizili kitaplar gibi karın altında kalan nesneleri, istediğimiz zaman, istediğimiz kadar ve istediğimiz gibi elimize alıp okşayıp okuyayacağız.

Sıcağın aksine soğuk, bütün varlıkları birbirine yakınlaştırır. Serçeler penceremizin kenarına dizilecekler. Bir baştankara, neşeli sesi, yeşil sırtı, sarı karnı, siyah başı, beyaz yanakları ile aniden borunun içine girip kışı borunun içinde geçirmeyi düşünen örümceği yakalayıp yiyecek. Beyaz kağıtlar üzerinde ki suluboyalar gibi, kuru dalların üzerinde baharı bekleyen tomurcukları; sığırcıkların simsiyah değil, üzerlerinde gümüş pullu yemenileri olduğunu; ingiliz asmasının çardağında kalmış tek kırmızı yaprağın bütün yapraklardan daha güzel, daha yaprak olduğunu farkedeceğiz. Akşamları terleyen camlarımız, geceleri kristal buzlarla kaplanacak; bütün gece uyumayıp, bu desenleri yaratıp, cama işleyen sanatçıyı kıskanacak, bizler de tırnaklarımızla bu yaratıcı oyuna katılıp, kristal desenlere yeni desenler katmaya çalışacağız.

İşte, bir noel daha yaklaşıyor. Şu kır sakallı, kırmızı poturlu, beyaz pon pon şapkalı adama çok kızıyorum. Hem, bu berbat sistemin bir parçası olmasına; hem de zengin çocuklarına pahalı hediyeler götürüp, yoksul çocukları ufak tefek hediyelerle geçiştirmesine.

En sonunda bu Noel Baba’ya karşi gizli bir örgüt kurmaya karar verdim. Adı: “Kar Tanesi”. Örgüt gizli olduğu için diğer üyelerin adlarını açıklamıyorum.

Örgütümüzün amacı: Noel hediyelerinin bütün çocukların maddi ve manevi ihtiyaçlarına göre dağıtımını sağlamak. Noel Baba ve kurulu sistem ile çocukların arasında ki çelişkileri derinleştirip, sistemin adaletsizliğini; çocukların duygularının ve yaratıcılıklarının yok edilmesine Noel Babanın nasıl araç olduğunu göstermek. Çocuklara gerçekçi, doğal, paylaşıma dayalı ilişkiler yerine Noel Baba ve hediyeleri ile dayatmalarda bulunan anne ve babaların iki yüzlülüklerini ortaya çıkarıp, onların çocukları ile olan ilişkilerini insani bir düzeye çekmek.

Hediyelerin ihtiyaca göre dağıtılmasının çocukları şaşırtmaması, eylemimizi sistemin ve onun işbirlikçilerinin engellememesi için; sadece çocukların anlayacığı, bir semboller ve işaretler dili ile çocukları bilgilendirme ve ajitasyon çalışmaları yapacağız.

Bu amaçla varlıklı mahalelerinin bahçe duvarlarına; bahçe çitleri olmayan, sınırsız ormanlık ve kırlık alanlarda, bakıcısız ve dadısız şeytan uçurtması uçuran; çelik-çomak oynayan; rengarenk kuşların arkasından koşup, onlara kırmızı lastikli sapanlarla kirazlar atan; ağaçlardan meyva koparırken düşüp, dizlerinin kanamasına rağmen ağlamayan; sabahları okula dadılar ve çocuk bakıcıları tarafından değil de, anne ve babalarının elini tutarak gidip yine anne ve babalarının ellerinden tutarak zıplaya zıplaya okuldan dönen; elinde kaval, koyunları otlatan, yeni doğmuş kuzuları seven, çamurlara batmış mutlu çocuk resimleri yapacağız.

Yoksul mahalelerin duvarlarına ise; içinde kıpkırmızı yalazaların döndüğü, üzerinde kestanelerin, kuzinesinde ayvaların ve kabakların pişirildiği; sobaların yanında ki minderde uyuyan uzun tüylü iran kedileri; kapının önünde bekleyen -gecekondunun kendisi kadar büyük- san bernard köpekleri; sarı lambaların ışığının altında, bilgisayarda, hiç bitmeyen renklerle resimler yapan; foto-shop programında küçük gecekondularına iki oda daha ekleyip, bahçede ki tuvaleti evin içine alan; dijital fotograf makinesi ile 46 torunu ve torununun torunu ile birlikte ninesinin kırışık, tarih dolu yüzünün fotoğrafını çeken çocuk resimleri yapacağız..

Örgütün ilk toplantısında zengin çocuklarına hediye edilecek şeytan uçurtmasının nasıl yapıldığını örgüt üyelerine öğretiyorum. Defter kağıtlarindan tam 217 tane şeytan uçurtması yapılacak, ip olarak hafif, beyaz makara ipliği kullanacağız. Ben de bisiklet iç tekerleğinden kestiğim kırmızı lastiklerle, 54 tane sapan yapacağım. Sek sek oyunu için mermer taşlarını, yeni yapılan inşaatın malozlarının arasında arayıp bulacağız. Sek sek oyunu kutularını çizmek için gerekli beyaz tebeşirleri alçıdan dökeceğiz. Okulda kompozisyonu en iyi olan X1 ise maddi değerleri değil de, çocukların yaratıcılıklarını, doğa ve insan sevgilerini, meraklı olmayı yüceltip, ruhsuz ailelerine başkaldırmalarını sağlayacak masal kitapları yazacak. Tüm okulda bütün dersleri kötü olmasına rağmen; sadece geceleri gördüğü rüyalarının değil, görmediklerinin bile resmini yapabilen X7, bu kitapları resimlendirecek. X13, noel gecesi gizlice sarmaşıklardan tırmanıp odalara girecek ve hediyeleri toplayacak. Sık sık kaç X oldugunu unutan en küçüğümüz X4’e, X2 tarafından X4 olduğu hatırlatılacak; X5, gereksiz ve çocukların ruh sağlıklarını olumsuz etkileyen hediyeleri imha edecek, X6, ise X13’un açtığı yollardan geri dönüp, yeni hediyelerin dağıtılmasını sağlayacak. İran kedilerinin olduğu evlere camdan reçel kavanozlarına yerleştirdiğimiz kırmızı balıklarla girilip, kediler oyun oynar gibi evlerden çıkartılacak, daha sonra da iran kedilerini gösterip san bernard köpeklerinin onların arkasından evlerden çıkması sağlanacak.

Eylemimizi hiçbir kayıp vermeden, başarılı bir şekilde tamamlamış, hediyeleri çocukların ihtiyaçlarına göre dağıtmış, işlevi kalmayan örgütümüz “Kar Tanesi”ni bu sıcak ortamda eritecek iken. Örgüt arkadaşlarıma hediye vermediğimi farkediyor “Çocuklar ne olacak şimdi? Sizlere hediye ayırmadık” diyorum. Örgüt üyeleri hep bir ağızdan “Bizim hediyemiz bu öykü olsun, büyüdüğümüz zaman çocuklarımıza anlatır, noel babanın artık neden olmadığını da açıklamış oluruz.” diyorlar. Benim yüzüme bir gölge düşüyor. “Bu anlar, aşklar gibi sadece yaşanılır, anlatılamaz. Öyleyse, henüz büyümeden öyle bir Noel Çocuk yaratın ki, büyüklerinkine değil de; sizlerin saflığına, temizliğine, umutlarınıza, oyunlarınıza, önyargısızlığınıza benzesin.” diyorum.