30 Kasım 2007 Cuma

Anushila'nın Doğum Günü



Sevgili Anushila,
Doğum gününü Tofu ailesi olarak kutluyor, sağlıklı, sürprizli ve bol çoşkulu güzel bir yaş geçirmeni diliyoruz..
Yaşama daima gülümseyen gözlerinin ışığı ve yumuşacık bir ses tonu ile kattığın sıcak renklerin hiç solmamasını diliyoruz.
İyi ki doğdun, iyi ki varsin, iyi ki bizlerlesin..
Nice yaşlara hep beraber...

24 Kasım 2007 Cumartesi

28 Ekim - Saatler


“Canan ki, gündüzleri gelmez ,Akşam görünür havz üzerinde” Ahmet Haşim
“Canan ki, De Gustasyon’a gelmez ,Balık Pazarına hiç gelmez” Orhan Veli


Saatler bir saat ileriye alınacakmış. Ben de saatimi bir saat ileriye alıyorum. Saat onda TÜYAP'a geldiğimde, fuarda sadece bekçiler var. Bu arada, fuarın önceki yıllardaki gibi saat onda değil de, onbirde açılacağını öğreniyorum.

Olsun. Saati yanlış ayarlamam, bana kimseye söz vermediğim, bir üç saat hediye ediyor. Fuar binalarının arasından uzaklaşınca ufukta Büyükçekmece Gölü’nü görüyorum. Hemen asfalta çıkıp Büyükçekmece'ye giden ilk otobüse biniyorum. Sabahın sekizinde Büyükçekmece’ye vardığımda; bütün dükkanların kepenklerini kapalı, kasabayı uyur buluyorum. Tek açık yer, simit sarayı. Susamlı sıcak simitlerin lezetti, demli bir çayın buharı ve masaların üzerinde taze mürekkep kokan gazeteler beni kandıramıyorlar.

Az ileride, aksi yeşil sulara düşmüş, fildişi renginde Mimar Sinan’ın Köprüsü; köprünün ayaklarına sakal bırakmış yosunların içinde saklanan şefaf karidesler; akıntının getirdiği yemleri karşılayan tirsiler; havada tirsileri kertirizleyen martılar; kuyrukları ile girdaplar yapıp oyunu bozan kefaller; suyun kenarında hareketsiz duran gri balıkçınlar; rüzgar serpintilerinin kırıştırdığı yeşil sularda çinli bir balıkçıya değil de, halkasız boğazlari ile kendi hesaplarına balık tutup, kendi hesaplarına uçan karabatak sürüleri; kamışların arasında pusuya yatmış, kocaman ağızlı, solungaçlarında bile keskin dişleri olan turna balıkları var.

Düne ve bügüne ait olan bütün hislerimi birbirine karıştırarak hemen kıblemi buluyorum.

Çiğ düsmüş çimenler; ayakkabılarımı, pantalonumun paçalarını ıslatıyor. Ayakkabılarımın topukları, çimenlerle karışık çamurlarla kaplanıyor. Elimde okul çantası, takım elbisem, gravatımla okulu kırdıgım günlerdeki gibi; çimenlere, akisleri suya düşmüş kamışlara, culk diye suya dalan sakar mekelere, Ahmediye’den havlayan köpeklerin seslerine ters düşen bir halim var. Tabiki bu dış görünüş yanıltıcı. Gravatım, takım elbisem; beceriksizce ütüleyip paçalarında tren yolu yaptığım pantalonum ile sıralarında dörder dörder oturduğumuz seksen kişilik sınıfımızda iken de ben oraya ters düşerdim.

Rüzgarların şarkılar söylettigi sazların üzerinde, parlayan bir misina görüyorum. Gözümün önüne oltasını kaza ile kamışlara taktırıp kaybeden balıkçı geliyor. Mutlaka yedek misinası ve oltası vardi ki bu misinayı kurtarmaya çalışmayıp orada bırakmış diyorum.

Ama benim yedek bir misinam yok. O misinayı orada bırakamam. Hemen ayakkabılarımı, sonra pantolonlarımı çıkarıyorum. Yükselen güneşe güvenip altı-yedi metre ilerideki kamışlara takılmış misinaya doğru gitmek için suya giriyorum. Dizlerimi biraz fazla geçen suya girerken gomleğimi ve kazağımı çıkarma gereği de duymuyorum. Ayaklarımın altında küçük taşlar, kadın saçları gibi bileklerime dolanan yosunlar ve yosunların içinde rahatsız edip kaçırdığım balıklar var. Birden ayaklarım suyun altındaki bir kamış kütüğüne dokunuyor. Jilet gibi kesen kamışlardan ayaklarımı korumak için kütuğün üzerine çok temkinli olarak çıkıyorum. Ama suyun altında sabit bir yere bağlı olmayan kütük birden dönüyor, dengemi bulamıyor, ama kendimi boylu boyunca suyun içinde buluyorum.

Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın deyip, gidip misinayı alıyorum . Misinanın üzerinde hala sarı fırdondüsü ve ucunda turna yakalamakta kullanılan bir kaşık-oltası var.

Kıyıya dönüp bütün ıslanan elbiselerimi kamışlara asıp kurumaya bırakıyorum. Güneş, bir pastırma-yazı güneşi. Oltam tekrar kamışlara takılmasın diye biraz daha ileriye gidiyor ve kaşık-oltasını culp diye sulara atıp ağır ağır çekiyorum.

Önümde rüzgarın titrettigi camgöbeği sular. Suların içinde kerevitler, kızıl- kanatlar, sazanlar, tirsiler, turnalar; suların üzerinde beyaz martılar, siyah beyaz patkalar, gri dantelli elmabaşlar, sıcak güney ülkelerine giden göçmen kuşlar, onların suya yansıyan renkleri var. Benim elimde onbeş metrelik bir misina, misinanın ucunda büyük turna balıkları yakalama hayalleri ile bağlanmış bir kaşık-oltası.

Güneş alçalıyor, ben üşümeye başlıyorum. Pastırma yazının kurutamadığı elbiselerim kamışların üzerinde hala ıslak.

“Fink Fink sanat fuarına gelmez/ Büyükçekmece Gölü’ne hiç gelmez” diye düşünürken. Aaaa!

Fatih Mika

22 Kasım 2007 Perşembe

Hayat bir şarkı olsa...



Sitenin, sağ alttan müziğini stoplayıp, play'e basıp, bu şarkıyı dinleyebilirsiniz.. Bu şarkı benim içimdeki melodiyi anlatır hep bana.. Ve ben hep salınırım bu şarkıyı dinlerken.. Bu yazı da bu şarkıyı dinlerken çıktı. Paylaşmak istedim.. Yann Tiersen - La Valse D'Amelie (Amelie Soundtrack)

Hayatı bir şarkı gibi yaşamak sanırım harika bir şey olurdu. Ritmiyle, melodisiyle ve aslında anlattığı sizin öykünüzle....O öyküye ruh katan melodi, bazen davullarla çoşup, bazen keman ile ince ince yüreğinizi seslendirse, bazen de duyulması güç bir tını da birşeyler fısıldasa.. Derinlerinizdeki çığlığınızı, hüznünüzü ya da yanlızlığınızı anlatsa da yada..

O bizim öykümüzü anlatsa, sessiz ve sözcüksüz, ama bir dolu şeyi yüreğimize eş hissettirse.. O melodinin tamamında kendi öykümüzü bulabildiğimiz bir şarkı olsa...

Hayatınız bir şarkı , bir melodi olsa hangisi olurdu ? Ne hissettirirdi size?

Hayatı bir şarkı gibi yaşamak.. Ama o şarkının bir yerine takılı kalmadan... Başa alıp alıp durmadan... Müzik bizi nereye götürürse, sürüklenip, kendimizi alıkoymadan, aynı hayat gibi bırakabilir miyiz ritme ve ritmin bize yaşattıklarına...

Müziğe kendimizi bıraktığımız gibi dans etmeye başlar mıyız peki sonra... İçimizden geldiği gibi.. Ezberlediğimiz figürleri bir kenara bırakıp...Hissettiğimiz gibi... Acaba saçmalıyor muyum demeden....Gözlerimiz; bize bakan gözlerin ne düşündüğünü umursar bir halde dışarıya dönük olmadan... Hatta gözlerimiz olmasa...

Kapatın gözlerinizi...Elleriniz hareket etsin, salının ve içinizdeki tempoyla melodiye bırakın kendinizi....Kontrol etmeden o hareketleri....Sağa üç adım, hoop sola 3 adım olmadan.... Bildiğimiz tüm figürleri-hissettiklerimiz ile yer değiştirebilir miyiz peki...

En iyi dans edenlerin gözleri açıkta olsa, aslında dışarıda bir şey görmediklerini gözlemlerim hep...Ve benim için profesyonel dansçılar belli bir eğitimin yanı sıra, ruhlarında da o ritmi hissederek aktarırlar danslarına... İzlerken hissettirirler, çünkü gözlerimle değil, ruhumla algılarım o duyguyu.. İçim titrer.. Aynı, eş duyguları hissederim.. Onlar dans ederken, ben hissederim.

Dansı bir oyun gibi görenler, sadece oyunu oynar ezbere... Sağa dön , Sola dön, tempo tempooo...Tempoyu tutturmak için direnen beden ile, aklın ısrarı eşlemez ya bir türlü... O bir dans değil savaş olur... İçinde ruh olmadan, hissedilmeden yapılan herşey bir savaş değil midir? İçinde direnme olan, içinde ezber olan, kazanan kaybeden olan, olması gereken olan,....

Bir başka dans şekli ise, hissettiği gibi dans etmektir... Bir ortamda dans ile profesyonel olarak alakası olmasa da hissettiği gibi dans eden birine güldüklerinde, genelde kızarım.Adamın eli kolu ayrı, bacağı farklı oynasa da, bilindik tüm figürleri es geçse de, gözleri kapalı-kendinden geçmiş meditatif bir haldedir.. Bedenini, ruhunu tempoya bırakır....Aklı ezberlenen figürleri çöpe atmış, kalbiyle teslim olmuştur ritme...Ben böyle insanları hep takdir ederim.. Hissettikleri gibi dans edebildikleri için...Dışarıda bir şey yoktur..Ona bakanların ne dediği de... Beden, ruh ve ritm içselleşip, hareket olmuştur teslimiyetinde... Özgürdür... Dışardan ona bakanlardan alkış beklemez..Öyle bir kaygısı da yoktur..Onun hissettiği – onun ritmi budur, hayat gibi hissettikleri de dışarıdan takdirle beslenmez çünkü... Kendini kanıtlamak için figürleri yoktur.. İçinde bir tempo vardır ve bir de teslim oluş, figürsüz-kuralsız...Ben böyle hissettiği gibi dans edenlere gülenlere kızarım.. Hissettiğinle kendini akışa bırakmanın komik bir yanı yoktur çünkü......

Hayatın bin bir hali aslında çok şey anlatır bize...
Dans gibi yaşamak, içimizdeki ritme ayak uydurur gibi akışa bırakmak kendini ...

Bir şarkı, bir melodi düşünün.. O sizin şarkınız, sizin yaşamınız olsun..
Gözlerinizi kapatıp, yüreğinizden hissedin şarkınızı.....
Sonra bırakın ritme kendinizi...
Teslim olun ona, hayat gibi...
Hissettiğiniz gibi dans edin....
Salının..ellerinizi kollarınızı kullanın...

Ve bir hayat seçin, o sizin müziğiniz olsun..
Ritme bırakacağınız kendinizi..
Tümünde hayatın çoşkusunu, hüznünü beraber görebileceğiniz...
Siz olan..Sizin olan..Temposu sadece sizin içinizle eş olan...
teslim olun ritme ve akışa...
Direnmeden..Ezber bilmeden...Dışardan takdir beklemeden...

Ve elleri kolları serbest bırakın...

dans edin hayatla..
O sizin sevdiğiniz melodiyi
Zaten size şu anda mırıldanmakta...

Brajeshwari / 22.11.07

21 Kasım 2007 Çarşamba

Hoşgeldin - Hoşbuldum Hayat...

Artık zaman hızla akarken geçmişin güzel günlerinin iyice ardımda kaldığının farkındayım. Geçmişte yaşanan tüm güzel günlere ve hatta tüm hüzünlü günlere de minnettarım, tüm yaşadıklarım için teşekkür ediyorum. Bana zor deneyimler yaşatanlara, ruhumu acıtanlara, gözyaşlarımı akıtanlara ayrıca minnettarım. Bugün kendimle mutlu ve huzurlu bir ilişki içinde isem bu kişilerin payının çok olduğunun farkındayım. Büyümemde, olgunlaşmamda ve kendimi tanımamda, iç huzuruma kavuşmamda çok büyük payları var, çok teşekkür ediyorum hepsine ve yollarının daima açık ve aydınlık olmasını diliyorum.

Tanrıya teşekkür ediyorum beni sınamak için yoluma çıkardığı tüm kişiler ve olaylar için. Sınavlarımı fark edebilme ve derslerimi idrak edebilme fırsatını verdiği için şükürler olsun.

Birgün daha akarken hayatımdan ben de geçmişten bugünüme akıyorum ve bu akıntının muhteşemliğini birkez daha yoğun bir şekilde hissediyor ve şükürlerle dolup taşıyorum. Yaşanan heranın acısı ve tatlısı ile muhteşemliğinin farkındayım ve en acı en travmatik görünen anların dahi aslında en büyük lütuflar arasında olduğunun farkında olabilmemi sağladığı için de şükürler olsun.

Artık gülümseyerek ve her ne olursa olsun hoşgörerek yaşayabiliyorsam ve sevgiyle kucaklayabiliyorsam her yeni anımı geçmiş tüm eski anlarımın payı var bunda. Geçmiş tüm eski anlarımı minnetle geçmişe bırakıyor ve yeni yaşamıma sevgi ile kucak açıyorum, bir sonraki yeni yaşamıma kadar... her anım yeni yaşamımın ilk anları ve hepsine sevgi ile aşk ile kucak açıyorum.

Bakışlarım ufukta kulağım ise yüreğimde.... aradaki mesafe bazen çok uzun bazen de bir nokta kadar yakın ve biliyorum ki her iki mesafede aslında aynı sürede aşılabilecek uzunlukta...
02.10.2007

20 Kasım 2007 Salı

Hindistan’dan sonra gelen değişimler

Bu sabah abim’den mail geldi, bak şu web site’ye dedi. http://www.ireakt.com/ . Açtim. Baktım. Nedense şaşırdım. Şaşıracak bir durum da yok aslında. Doğuduğundan beri şiir yazan bir abim. Kitapları da var. Onu da biliyorum. Ama website’de hepsini bir arada gormek beni duygulandırdı. Bu kadar çok kitap yazmış, yerel gazete’de köşe yazarı olarak yazdığı parçaları da var.... okudukça ağladım. Anlattığı Karaçi sokakları, Amerikan kültürü ve çocuklarına hissettiği sevgi, hepsi bana yakın geldi.

Bu aralar herşeye ağlamak geliyor. Öyleee yani. Dün bir arkadaşla çorba içiyorduk, 2 aydır görüşememiştik. Özlem dışındaki gelişen bir duygu oldu and göz yaşlarımı durduramadım. Nil Avunduk seminer’de meditasyon’da affetme, korku, sevgi içeren bütün aşamalarda bi pıtpıt akan sular oldu. Yoga tatillerde ağlamak solar plexus çakrayı temizleyen bir eylem denilmişti. Evet olabilir. O bölge’de “çalışmalarım” (hehe çalışmalar dediğim zaman artık gülmek geliyor valla) olduğu zaman kafa duruşu yapmak çok daha kolay oluyor. Ha tango workshoplara katıldığım zaman o kadar dans ettikten sonra otobüs’te de pıtpıt geldi.

Kendime sorular soruyorum her adımda. Ama her adımda. Bunu neden yapmak stiyorsun, seni bunu iten neden nedir- korku mu sevgi mi? Düşüncelerimi izlemeyi öğrendik, şimdi izlerken de yorum yapmamayı öğreniyoruz. Yorum yapmayınca da oooff ne boşluk yaratılıyor, nasıl zormuş o boşluğa alışmak! O boşluk’ta yüzmek, onun tadını çıkarmak.... Barış yürüyüşçü arkadaşım Chandelle dün Amerika’dan aradı. Arkadaslarım’la 2 sene sonra buluştuğumda ne kadar değiştiğimi farkediyorum dedi. Uyum sağlamakta zorlanıyorum dedi. Bir sefer görüştük sonra da aramadık birbirimizi ve zorlamıyorum hiçbir şeyi dedi. Bana da aynalık yapıyordu o anda. Ne komik. Herşeyimizi dışarda görebiliriz, içimizi yansıtıyor sonuçta.

Çok ağır konular bunlar. Fazla konuşmamayı öğreniyorum. İçimdeki değişimler hızla gerçekleşiyor, yorum yapamıyorum ama değişimlerin olduğunu biliyorum. Belirsizlikte rahat olmaya çalışıyorum, yaratma gücüm kendisini orda belirleyecek.

19 Kasım 2007 Pazartesi

*COK SEVMELI OYLEYSE, COK SOYLEMELI...



*Metin Altiok (Yerlesik Yabanci/1991)


Bir onceki yazimdan oturu belli ki cok uzulmus ve“niye keyfin yok, bana dogruyu soyle” diyor Gulcin telefonda..Sesi cok endiseli geliyor.. “Inan bana yazdiklarimin disinda hicbirsey yok diyorum.. Insan hergun cok keyifli olamaz ki.. Eger oyle birsey olsa endiselenmek gerekir bence”.. Inanmiyor biliyorum.. Gulcin’i ablam oldugu icin degil, insan ozelliklerinden oturu cok seviyorum ve aramizdaki bunca mesafeye, hem kendimiz hem de cocuklarimiz icin uzuluyorum..

Hayat, cok buyuk sevincleri bekler, buyuk acilardan korkup kacarken yasanan siradan(!) gunlerin farkina varmadan gecmemeli.. Kucuk denilen mutluluklarin aslinda payimiza dusen en buyuk mutluluklar olup olmadigini nereden biliyoruz..? Duygularimi dinlemeyi, onlari anlamayi ve anlamlandirmayi seviyorum ben.. Kizginliklarin, kirginliklarin, kiskancliklarin, karamsarliklarin, kacmalarin, karin agritan kahkahalarin, kopmalarin, kucuk kavgalarin, kalp agrilarinin ve “k” harfiyle baslamayan daha bir cok durumun ve duygunun kendilerine gore bir tadi ve anlami var benim icin, Cunku hepsi benim (burada Tarkan’in sarkisi dinlenecek ) ve ben hepsiyim..

Bunlari dusunerek araba kullanirken cevre yolunda cikisi sasirip, kendimi Napoli’ye dogru hizla giderken buluyorum.. “Hizla giderken” tanimlamasi 2 kilometre sonra kendimi “salyangoz hiziyla giderken” buluyoruma donusuyor. Cunku yolda tamir var ve trafik neredeyse durarak ilerliyor (yani arkadaki ondekini itiyor). Enyakin cikisin 6 kilometre sonra oldugunu tabeladan okuyunca, universitedeki dersimin ilk iki saatini kaciracagimi anliyor, once bir benzin istasyonunda kahve-kruasan molasi veriyor, yanimda “koy bir kaset, nesemizi bulalim” diyecek bir Semra hanim olmadigi icin de , kendi CD’mi kendim koyuyor ve Fatih Erkoc’un o guzelim sesini dinleye dinleye otoyoldan cikip para oduyorum, tekrar Roma istikametinde otoyola girip, tekrar para oduyorum. Gec kaldigim icin park yeri bulamiyor, semsiyemi benzincide unuttugumu anliyor, “olsun uzun zamandir semsiye kaybetmemistim” (yaklasik 1 haftadir) diye kendime aferin diyor, derse sirilsiklam ulasiyorum.

Aromaterapi dersinde konu bir ara nar esansina, bu esansin zor bulunduguna, cok pahali olduguna filan geliyor. Fatih’in Federico’ya hediye ettigi nari dusunuyorum. Tomurcuklarinin cicegi donusmesi neredeyse 1 ay suren, soguga, ruzgara, yagmura dayanan bu nari cok seviyorum ve birgun guzel bir bahcede agaca donussun, Fatih, Cosetta ve Ambra gelsinler, onlara nar ikram edelim, “bak Fatih, bu senin hediye ettigin nar, oglen yemekte de senin bana sus biberi diye verdigin ama dolmalik biber cikan biberden yaptigimiz dolmalari yiyecegiz diyelim..”


Ben boyle hayal kurarken ikinci ders basliyor. Gozleri cok az goren Profesorun iki asistani var. Biri kizi, oburu de yegeni.. Peruggia’dan geliyorlar bu ders icin.. Birara ayaktan boyuna dogru lenf drenajini gostermek icin icimizden birini yanina davet ediyor. Epeyi arandiktan sonra, bir doktor hanim sedyeye uzaniyor. Dik yakali kazagi cekistirile cekistirile iyice sunduruluyorsada , boyun alt bolgesine ulasilamiyor, ve bu mucadeleden biraz bunalan 50’li yaslardaki doktor hanim, onca kisinin onunde birdenbire siyah kazagini cikartiveriyor. Bu programda ders gorenlerin cogu orta yas civarinda ve iclerinde, bolum baskanlari, hastane yoneticileri, profesorler filan var. Birdenbire bir alkis kopuyor. Yanimdaki plastik cerrah (Burberry’s in canli katalogu da diyebiliriz) “Eyvah !” diye ellerini yuzune kapatiyor. “Siyah kazagin altina beyaz sutyen giymis, inanmiyorum!..” Hemen kendi camasirlarimi dusunuyorum.. (ohh neyse, hersey yolunda).. Yani hayat bu, belli mi olur? Doktor hanim, perizom giydigini soyleyerek, ust bacak bolgesini bilimin hizmetine sunmuyor, bu kez iki erkek meslektas araniyor ve biri gonullu genel cerrah, digeri biraz itile kakila gonullendirilen, kadin dogum bolum baskani sahneye iniyorlar. Pantolonlarini cikartiyorlar, biri mavi kareli boxer, oburu beyaz slip giymis. Kahkahalar, alkislar girla gidiyor. Ceketleri, kravatlari, kol dugmeleri altinda ciplak bacaklariyla gercekten de komik bir durum olusturuyorlar ve yan anfiden sesimize gelen tip ogrencileri de izleme pencerelerinden olaya dahil olup, karmasayi daha da artiriyorlar.

Bana boyle birseyi kabul ettirmek icin once iki sise votka icirip, sonra da siseleriyle kafama vurmak gerekir. Aslinda 10 yil once degil boyle birseyi yapmak, yazmak bile imkansizdi benim icin.. Demek ki 10 yil sonra Tofu’da size (hala benden bikmadiysaniz) bir bilimsel streap hikayesi anlatabilirim.. Ortada olan ben olmadigim icin cok mutluyum ve herkes gibi guluyorum ben de..


Eve dondugumde Federico’nun kapiyi acisindan babasiyla birseyler karistirdiklari hemen anlasiliyor. Odanin daha dogrusu halinin ortasinda bir kafes duruyor ve Federico “anne, bak bak ne aldi ben baba kricet kricet” diye bana turkce sevimlilik yapmaya calisiyor. “Kricet kricet” dedigi bir cesit kuyruksuz fare ve Italyancasi criceto. Herzaman yaptigi gibi turkcesini bilmiyorsa italyancasini buduyor. Bir tane degil iki taneler ve kardes hatta ikiz(!)olduklarini,ayirmaya kiyamadiklarini, aslinda geride biraktiklari 4 kardes icin cok uzgun olduklarini filan anlatip duruyorlar. “Keske onlari da alsaydiniz” diyorum, Federico hemen ayakkabilarina dogru kosuyor. (Cocuklara ironik sakalar yapmayin diyor psikoloji kitaplari) Kafes kurulmus, baba ogul fotograflar cekilmis, minicik mikroskopik ikizler (!) yataklarina alismislar bile.. Gercekten o kadar sevimliler ki, bu beklenmedik misafirlerin isimlerini soruyor, bos akvaryuma ne oldugunu merak bile etmiyorum..

Aksam yattigim yerde elimde haftalardir surunen kitabimdan sadece ama sadece iki satir okuyabilip (kitap okuma hizi konusunda Berrin’i cok kiskaniyorum), kendimi uykunun sicak kollarina birakmadan once dusunuyorum… Ne guzel sey su yasamak dedikleri.. Hic birsey olmamis gibi gecip giden bir gunden, ne cok sey kalmis aslinda.. Dusunecek, gulumseyecek, kas cattiracak kucuk kucuk ama aslinda bir butunun parcalari olduklari icin buyuk ne cok sey.. Herkesin, hergun bir benzerini yasadigi, ama asla birbirinin ayni olmayan yasam kesitleri.. Hani Burcu diyordu ya, “gectigin yolda gordugun manzaralardir yasam” diye.. Oyle galiba..

*Olsem ayiptir, sussam tehlikeli
Cok sevmeli oyleyse, cok soylemeli..

Mehtap Pasin Gualano

Roma’19/XI/2007

Ne Gokte Ne Yerdeyim


Asit, tiner, alkol, petrol kokulari; metal talaslari, recine tozlari, yagli murekkepler ile verdigim savasta nerede oldugumu anlamak icin beyaz kagitlari islatiyorum. Davetkar bir kadin gibi suyu emen kagitlar; sisiyor, genisliyor, yumusuyor, canlaniyor; iki gramlik renkli toprak tozlarinin, uzerlerinde anlamlar yaratmasini bekliyorlar.

Bir sanatcinin kendisi ile yuzlesmeyi goze aldigi zor bir andir bu.

Guvercin gravurleri yapiyorum. Kaliplari guvercin bicimlerinde kesip beyaz kagitlar uzerinde ucuracagim. Eski yunancada peristera denen guvercinler umarim benim de perilerim olurlar. Yoksa guvercin beslememi engelleyen anne-babamin bana tattirdiklari uzuntuyu yasayacak; yine guvercinsiz kalacagim.

Kaliplari murekkeplendiriyor, prese yerlestiriyorum. Sonra kagidin uzerindeki fazla suyu almak icin gerekli olan temiz, su emici kagitlarimin kalmadigini farkediyorum. Bu is icin eski gazeteleri kullanmaktan baska carem yok. Eski bir gazeteyi alip islak kagidin uzerine koyuyor, fazla suyu beyaz kagidin uzerinden aliyorum.

Aman tanrim. Gazete kagidinin uzerine yazilmis bazi notlar ve karalamalar, beyaz gravur kagidina geciyor. Tertemiz beyaz kagidim kirleniyor. Ters donmus harfler, susam tanelerinin biraktiklari yaglar, cay tabaginin izi ve ters donmus bir telefon numarasi.

Telefon numarasini duzeltiyor, bir kenara kaydediyorum.


●●●

Fuarda cok yoruluyorum. Basimin uzerinde yuzlerce ampul, uzerime hava ufleyen gurultulu vantilatorler. Gunduz onbirden aksam sekize kadar suren uzun bir gun. Disarida yagmur yagiyor.

Angelo ile Giorgio biz Taksime gidiyoruz istersen sen de gel diyorlar. “Bu aksam eve gidip dinlenmek istiyorum, ustelik evde lufer var.” Diyorum. Yalniz giderken beni eve birakin.

Otomobilin islak camlarindan parcalanmis sari isiklar giriyor. Silecekler, bizim camlari degil de sanki onumuzden akan otombillerin kirmizi isiklarini siliyorlar. Dogru durust disarisini bile gormedigim herhangi kiralik bir otombilin icindeyken “Istanbul’da olmak, anne evinde olmak gibi bir duygu.” diye dusunuyorum.

Telefonum caliyor. Ses “Fatih ben bir saat sonra Taksim’de olacagim, gelebilecek misin?” diye soruyor. Tamam, bir saat sonra ben de oradayim. “ diyorum . Eve telefon edip “bu aksam italyanlarla olacagim” diyorum. Italyanlar suratima bakiyorlar.

Sanayi Odasi’nin oraya geldigim de Eren’e telefon ediyorum. Bulundugu noktayi tarif ediyor. Eski bir dost ile sokak ortasinda bulusup kucaklasiyoruz. Beni Ece’nin Bar’ina goturuyor. Sohbetler ediyoruz. Sonra Ece Hanim da sohbete katiliyor. Herkes hem sehirde, hem de sehirden uzakta olmak istiyor. Ben sadece sehirden uzakta olmak istiyorum. Herkes sehirden uzakta, dunyayi yakalayamamaktan, dunyanin gerisinde kalmaktan korkuyor. Ben dunyayi yakalamak istemiyorum. Biliyorum dunya cok kocaman. Ben dunyanin bir kosesinde kendi hesabima kendi sarkimi soylemek istiyorum. Eger simdiye kadar kendi hesabima yasamissam, neden bir sarkim olmasin.

Ece Hanim’in etsiz mezeleri cok lezzetli. Annemin zeytinyagli domates dolmalari ile yillar sonra tekrar karsilasiyorum. Kuzu kulaklarinin mayhos lezzetleri beni cocukluk yillarima goturuyor. Bir kuzukulagini taniyana kadar yedigim butun baska otlar, onlarin karmakarisik tadlari aklima geliyor.

Roma’ya dondugum de Eren’e bir e-mail ile bu gece icin tesekkur ediyorum. Eren de yanitinda “benim programim da oldukca yogundu.yilbasi yaklastikca yuz islemleri artiyor..bir kez bile gorusmus olmak gene de cok iyi geldi.” diyor.

Eren’e yuzlerini, vucutlarini duzeltmeye gidenler, acaba Eren’in onlarin ruhlarini da duzeltebilecegini biliyorlar mi?

●●●


27 Kasim’da Roma’da kisisel bir sergim var. Beni yakindan taniyan galericilerim, serginin adini “Neverwhen Neverwhere” koymuslar.

Galiba Turkcesi:
"Ne gokte ne yerdeyim
Bir garip seferdeyim" olmali.

17 Kasım 2007 Cumartesi

hayatın içinde mi dışında mı...

Hangisi doğru? Hayatın içinde varolup, kaybolmamak, herşeye – tüm kaoslara rağmen yol alabilmeye çalışmak için sürekli mücadele etmek mi yoksa herşeyden, hayattan izole olup, kabuğuna çekilip korunmaya çalışmak ve olduğun yerde hazır lokmaları bekleyip ilerlediğini sanmak mı...

Evet, hayat kolay değil, sürekli mücadele gerektiriyor, sürekli dikkat gerektiriyor... Ama bu mücadele ve dikkat değil mi insanı insan yapan, köklendiren, güçlendiren...

Havuzda yüzmek, hayatta kalmak kolay ama önemli olan okyanusta, dalgalarla boğuşarak hayatta kalabilmek değil midir... insanı insan yapan güçlendiren de bu dalgalar değil midir...


Hayatın içinden çıkıp, yarattığımız havuzda rutin bir döngünün içinde kalıp, emek sarfetmeden, çaba harcamadan bilgi lokmalarını alıp çiğnemeden yutmak insanın kendisine de bilgiye de yaptığı en büyük haksızlık değil midir... Emek harcamadan yaşanan hayat ne kadar hayattır, emek harcamadan edinilen bilgi denenmezse – çiğnenmeden yutulan lokma ne kadar yararlıdır...

Hayat – bilgi hepimize, herkese ait... Sırası gelen herkes, sırası geldiğinde yaşaması gerekeni yaşıyor, alması gereken bilgiyi alıyor eğer havuzda olmanın verdiği mahmurluk yerine okyanusta olmanın dikkat ve uyanıklığını yaşıyorsa, farkındaysa... Ve yaşadığı deneyim, aldığı bilgi o kişinin yolunu açıyor ve ilerletiyor... Hayatın dışına çıkıp, mahmur mahmur havuzda debelenmek ise bir arpa boyu yol bile ilerletemiyor ne yazık ki...

Yok mudur bu ikisinin ortası?
Hem hayatın içinde hem hayatın dışında, dengede kalmak mümkün değil midir?
Hayatın içindeyken, okyanusda dalgalarla mücadele ederken hayatın dışında kalabilmek, dalgalardan en az zararla ve güçlenerek çıkabilmek... çok mu zor?
Hayır hiç değil...
Korkularından, öfkelerinden, hırslarından yani yüklerinden arınmış hafiflemiş ve paylaşmayı, vefayı bilen kişi zaten hayatın içinde gibi olsa da aynı zamanda aslında hayatın dışında değil midir...
Yükler varsa havuzda debelenmek ya da okyanusta mücadele etmek neyi değiştirir, sadece yeni dalgalar yaratır, dalgalara dalga katar, boşa güç harcatır, enerji tükettirir...


Yüklerinden kurtulmayı başarabilen, hafifleyen ise havuzda da denizde de okyanusta da olsa dinginliği ile suları durultur ve uçar gider...

Yaşayıp, farkeden, düşünen, çözüm üreten ve yaşamına aşkla adapte eden gelişmeye açık değil midir? Hazır bilgiyi yaşamadan kopyalayan ise ancak anlık ve sadece bir arpa boyu yol almaz mı?
5 Nisan 2007

15 Kasım 2007 Perşembe

HIC KEYFIM YOK...


“Guzel gun sabahindan belli olur” derler Italyanlar. Olumlu bir cumle gibi dursa da, kotu giden gunler icin kullanilan bir deyimdir daha cok. Iste benim de gunumun nasil gidecegi, sabah uyanir uyanmaz, daha dun evimize gelen 3 kucucuk baligin cansiz govdelerini bulmamla belli oluyor. Her bir akvaryumun onunde dakikalarca durararak, herbirinin rengine, pullarina , nasil yuzdugune bakarak alip, sevincle eve getirdigimiz baliklara Federico, ALEX, FOX ve MAX isimlerini veriyor, gece yatmadan once “sakin korkmayin, ben yan odada uyuyorum” diye onlarla konusuyor.. “Biz neyi yanlis yaptik?, Federico uyaninca ne olacak?, baliklari nereye saklasam? diye dusunurken, kahve makinesini ciplak elimle tutuyorum ve once elim sonra da hizla ictigim kahve yuzunden dilim yaniyor.

Sacim duzene girmiyor, etegimin dugmesi kopuyor, Federico hickira hickira agliyor.. Oglum hic uzulmesin, hic aglamasin istiyorum. Bu baliklarin, Federico yesin diye gozunun icine baktigimiz levreklerden bir farki yok aslinda biliyorum ama ben levreklere de, tavuklara da, ineklere de uzuluyorum zaten..Budist dadimiz, onlarin tekrar dunyaya doneceklerini soylemege calisiyor Federico’ya ve o aglamaya devam ediyor.

Yagmur yagiyor. Genel grev yuzunden trafik karmakarisik Roma’da. Ben grev yapamiyan bir bolumde calisiyorum ve bu kesmekeste ise gec kaliyorum. Ise gec kalinan nadir gunlerin hepsinde oldugu gibi, bolum baskani beni kapida karsiliyor. Benim yuzum onunkinden daha asik. Cafeteryanin kahvesi herzamanki gibi yanik kokuyor. Konusmamiz gergin ve hergunku akiciligindan uzak geciyor.

Ogleden sonra Federico’yu yuzme havuzuna goturuyorum. Yol boyunca sessizce Elton John dinliyoruz. Ogretmeni butun gun soz dinlemedigini, yemegini yemedigini ve gunu siniftaki dolabin icinde oturarak kapadigini soyluyor. Daha dogrusu sikayet ediyor. Butun sikayet gunlerinde oldugu gibi, sadece dinliyorum ve ben icimden hep oglumu savunuyorum. Havuz cok kalabalik. Elime bir fincan cay alip, buyuk camekanin arkasinda oturup, Federico’yu seyrediyorum. Aslinda seyredemiyorum.. Yuzlerindeki boyalarla bizim evi badana edebilecegimiz annelerden olusan bir grup gelip tam onume dikiliyorlar. Onlarin popolarina bakmak istemiyorum hic. Elime metrolarda bedava dagitilan gezeteyi aliyorum. Haberler cok korkunc. cok uzucu, cok can sikici. Yanima Federico’nun grubundan Riccardo’nun babasi oturuyor. Riccardo’yu hep o havuza getiriyor, karisi da supermarkete gidiyor. “bana guvenmiyor alisveris konusunda diyor” ve her zaman oldugu gibi, MTV’de yayinlanan bir alman dizisindeki turk ailenin salakliklarini gulerek bana anlatiyor. Herzaman oldugu gibi dinlemeden bakiyorum yuzune. Kucuk oglunu camdan izleyen babalardan biri, agular, gugular yolluyor iceriye. Yerinde zip zip zipliyor, yuzuyormus gibi yapiyor, ellerini cirpiyor, garip sesler cikariyor. Icerde, aksamin bu vaktinde niye suyun icine kondugunu belli ki anlamayan oglu, bir de ustune ustluk babasinin cirpinislarini gorunce iyice sersemleyip, etrafina bos gozlerle, hatta biraz da alik alik bakiyor.

Antonio isini erken bitirmis, o da havuza geliyor. Ben eve donuyorum diyorum, isterseniz pizza yiyip gelin bu aksam eve. O nedensiz gibi duran butun keyifsizliklerin bir sebebi oldugunu bilecek kadar taniyor artik beni. Onemli mi diye soruyor?.. Hayir degil diyorum..

Hava soguk, yagmur sinsice yagiyor. Yani yagdigini gormuyorsun ama islatiyor. Federico’nun kumlu park adini verdigi cocuk parkinin onunde durduruyorum arabayi. Cocuksuz cocuk parki, kumlarin uzerindeki kucuk su birikintileri ve salincaklarin zincirlerinin gicirtisiyla huzun dolu. Arkadan semtin en buyuk supermarketinde zamansiz asilan Natale isiklari pirildiyor. 1.5 ay var Natale’ye.. Ama onlar bizi simdiden dusunmeye ve almaya zorluyorlar. Beklemeye ne gerek var, heyecana ne gerek var, simdiden basla alisverise diyor isiklar goz kirparak.

Eve donup, turk gazetelerine bir goz atiyorum. Saadet tepesini Suudilere satmisiz, birilerine daha devlet nisani vermisiz, telecom grevi devam ediyormus.. Iyi hicbirsey yazmiyor gazeteler..Uyesi oldugum bir sitede yazdigim bir elestiriye bence terbiye sinirlarini zorlayan bir cevap geliyor. Kiziyorum ama o kadar ofke dolu yazilmis ki, anlasilmayacagimi bildigim icin cevap vermek geregi duymuyorum. Koltuga oturup, butun keyifsiz anlarda yaptigim gibi ayaklarima bakiyorum.

Ayaklarima bakiyorum ve dusunuyorum.. Benim yasamim cok sik soylendigi gibi bir puzzle degil. Oyle birbiri icine gecen, birbirini tamamlayan parcalari yok.. Benim yasamim bir ebru gibi.. Bazi gunler yesiller, pembeler, morlar cikiyorlar on plana, bazen birlikte kahvelere, grilere, bejlere donusuyor gunler. Butun olumluluguma, butun gercekciligime ragmen, kimi gunler tekbir soze feda oluyor aydinligi gunumun. Ogrendigim hicbirseyin faydasi olmuyor keyfimi geri getirmeye.. Alisverise kosmanin, kuafore gitmenin, bir arkadasi aramanin filan da etkisi yok biliyorum. Bekliyorum sessizce, geldigi gibi gitmesini bu “blues”’un.. Kendimi serbest birakiyorum bazi gunler huzunlu olmaya, kizgin olmaya, kirgin olmaya.. Bazen keyifsiz olmaya da hakkim var diyorum, onemsiz seyler icin bile olsa.. Bazen… Sadece bazen..

Federico elinde butun kitir taraflari yenmis, soguk, esnemis bir pizza parcasi ile iceriye giriyor. “Annecim, bak bunu sana ayirdim “ diyor. Mmmmm.. Bayilirim soguk pizzaya diyorum.. Siki siki sariliyorum ogluma…

Yarin guzel bir gun olacak biliyorum. Roma’da sagnak yagis bekleniyor diyor televizyon haberleri, ama icimde isitmeye hazir bir gunes varken, disarda ne yagarsa yagsin, onemi yok.. Yarin guzel bir gun olacak.. Biliyorum..

Mehtap Pasin Gualano
Roma' 14/XI/2007

11 Kasım 2007 Pazar

Gökhan

Köpeğim Pele ile birlikte Basınköy’de gezinirken, liseden arkadaşım Gökhan’ı görüyorum, selamlaşıyoruz. Pele hemen Gökhan’ın üzerine atlayıp, şapır şupur yalamaya başlıyor. Gökhan Pele’ye kızacağına “bu köpek çikolata kokuyor” diyor. Çünkü Pele KLM’de çalışan Güngör Ağbey’in köpeği Cici ile birlikte aynı kulübede kalıyor. Cici’nin boynunda parazitlere karşı takılmış, o tarihlerde Türkiye’de pek bilinmeyen kokulu, plastik bir tasması var. Çikolata kokusu Pele’ye Cici’den geçme. Başka alemlerde boşanmalara neden olacak bu başkasının kokusu sayesinde benim Pele’nin de parazitleri yok.

Kayan toprağın yaptığı uçurumun kenarından ayaklarımızı sarkıtmışız. Arada bir Pele’yi yanımızdan uzaklaştırmak için aşağılara doğru taş atıyoruz. Av köpeği olan Pele uçurumdan inecek bir yol bulup her defasında taşı bize getiriyor. Arkamızda Yaşar Kemal’in, Mim Uykusuz’un, Çetin Altan’ın, Umur Talu’nun ve şimdi çok ünlenmiş daha nice gazeteci ve yazarın o zamanlar kooparatif olanakları ile sahip oldukları Basinköy’un evleri; önümüzde yılan gibi kıvrılarak göl ile denizi birbirine bağlayan dere: derenin üzerini ayna gibi aydınlatan ve göle kadar uzanan bir ışık; ışığın hemen arkasında kararmış tepelerle bütünleşmiş fabrikalar, fabrikaların bacalarından tüten siyah bulutlar, batan güneş ve onun kızarttığı gökyüzü var. Böyle anlarda herkes kendi iç dünyasına kapanır. Herhalde Gökhan Emine’sini ben Nesrin’imi düşünüyorum.

Basınköy ile bizim okulun arası herhalde iki kilometre kadar. Arada o zamanlar İstanbul’u Avrupa’ya bağlayan tek yol E5 var. Diğer adı da Londra asfaltı. Gökhan ve arkadaşları hergün o asfaltı geçerek okula geliyorlar. Yüzlerce binlerce defa geçilen yolu o gun Gökhan geçemeyip bir kamyonun altında can veriyor. Bütün oğrenciler yıkılıyoruz, en çok Emine ağlıyor. İlk aklımıza gelen, olayı protesto etmek ve oraya bir üst geçit yapılmasını istemek oluyor. Gidip Londra Asfalti’nın trafiğini kesip, yerlere oturuyoruz. Kendiliğinden oluşan eylemlerin hesaplanamayan yanları olur, bu defa bu hesaplayamadığımız şey bizim yararımıza oluyor. Ortasında gidiş-geliş trafiğini ayıran hiç bir engel olmadığı için birbirlerini sollayan şöförler asfaltın İstanbul tarafını da, Avrupa tarafını da tıkıyorlar. Polis bizi dağıtmaya bile gelemiyor. Biz kendimiz dağıldıktan altı saat sonra asfalt trafige açılıyor.

Bir gün sonra okul müdürümüz Ali Yılmaztürk okul çıkışında benzer bir eylemin olabileceğini sezip beni aramaya başlıyor. Ben de onun beni arayacağını sezdiğimden okulun içinde saklanıyorum. Eğer beni ikna ederse, ya da dışarı çıkmamı engellerse eylemin yapılamayacağını biliyor.

Tam son zil çalıp herkes okulun önunde toplanınca ben de ortaya çıkıyor topluluğun önüne geçiyorum, asfalta doğru yürümeye başlıyoruz. Trabzonlu Ali Yilmaztürk, baba adam. Eylemimizi engelleyemeyeceğini anlayınca o da benim yanıma gelip ogrencilerini yanlız bırakmıyor. Hep birlikte tekrar yolu kesip bir önceki günkü eylemimizi tekrarlıyoruz. Kararlılığımızı ve haklılığımızı anlayan İstanbul Valisi; Küçükçekmece Belediye Baskanı’nı, Müdürümüz Ali Yilmaztürk’ü ve içinde öğrencilerden oluşan bir grubu valilige kabul edip üst-geçit yaptıracağına söz veriyor. Ve bu söz tutulup üst-geçit yapılıyor.

Bir kaç Avrupa şehri gordükten yıllar sonra, E5’in üzerine yaptırdığımız bu ilk üst-geçite ve arkasından bütün E5’i kaplayan benzerlerine bakıp çirkinliklerinden utanırdım. Fakat bir gün bir sokak köpeğinin bile bu köprüyü kullanarak asfaltın karşısına geçtiğini görünce kendimi avutmuştum. Neyse, şimdi bu çirkinliği başkaları da farketmişler, bütün bu köprüleri estetik olarak daha güzel ve bir örnek yapmaya baslamışlar.

Bak Berrin aklıma neleri getirdin.

Işıklar içinde yat Gökhan.

9 Kasım 2007 Cuma

bugün cuma enseni kapa.....

kız
hayal kurmayı sevmektedir
küçüklüğünden beri
bakışları ile
sehbanın üzerindeki objeleri
hareket ettirebileceğine
düşünce gücüyle
ışınlanabileceğine inanmaktadır
gerçi hala becerememiştir
olsun
birgün olacak bilmektedir

lakin

son zamanlarda zordadır
işyerinin bulunduğu semtteki
yeni trafik düzenine alışamamıştır
karşıdan karşıya geçme problemi yaşamaktadır
cinnah caddesi otoban gibidir
ve
artık
karşıdan karşıya geçerken
uçması gerekmektedir
5 - 10 -15 dakika beklemektedir
karşıya geçebilmek için
ki
bu arada arabalar korna çalmaktadır
kız
sinirlenmektedir
kar yağdığında
neler olabileceğini düşünmek
bile istememektedir
sabahları kardeşi
yüzünde anlamsız bir gülümseme ile
sen vasiyetini yazmışmıydın diye sormaktadır
ve kız
nereden
geldiğini bilmediği sesler duymaktadır
duyduğu ses
savaş haberlerindeki fon müziğinin aynıdır
ve
rüyasında don kişot u görmektedir
yel değirmenleri neden
cinnah caddesindedir
anlamamaktadır
ve
sık sık
başarılı- yeni trafik düzenlemesinde
emeği geçen herkese saygı sunmaktadır
ve
sormaktadır kendi kendine
acaba
benin'in elinde
bu konuyla alakalı
bir affirmasyon varmıdır diye

8 Kasım 2007 Perşembe

Sevgilinin selamı: Nefes

"Nefes alışın şartı nefes vermektir...Ve nefes vermenin şartıda nefes almaktır... Yani bir sıkışmanın şartı açılmaktır... Göze karanlık sunulur sunulamaz aydınlığı ister... Karşısına aydınlık çıkarılınca karanlığı arar.. Hayatın ölümsüz formülü burda kendini gösterir..." Goethe

Sakin olmaya çalışıyorum.. Ne zaman kontrolüm dışında bir şey gelisse, kalbim pıt pıt hızlı atmaya başlasa... Derin ve daha derin nefesler alıyorum.. Kocaman bir zamana yayıyorum nefesimi.. 3 boyutlu dünyayı içime çekiyorum önce, dolaşıyor ciğerlerimde, veriyorum sonra, tüm hızlı birikmiş nefeslerimi yavaşça, bir nefesle...

Günde ortalama yirmiüçbin kez yapıyorum bunu ben, her insan ortalama böyle bir rakama ulaşırmış çünkü günde... Biriktirmeye başlamalı nefesleri.... Nefesle başlayan bir hayat, ve emaneti teslim alınan son bir nefesle bitmeden önce... Kalbimizin çarptığı, nefes aldığımız her an, umutla, aşkla, mutlulukla dolu bir hayat yaşarken ve bazen unutuyoruz ya şükretmeyi; aldığımız, alabildiğimiz her nefese...Ve o nefeste, aslında binlerce sır saklıdır.. Bize verildiği an’dan itibaren ve bizden alınacak zamana kadar bir ömür taşıdığımız...

Nefesimizi kontrol ettiğimizde, kalp atışlarımızı da kontrol ediyoruz.. Tıbba göre, İnsan kalbinin bir yaşam içinde atma sayısı ortalama olarak yedi milyarmış. Yani yedi milyar atış tamamlandığında fizik bedenimizin ömrü bitiyormuş. Yaşamı uzun tutmanın sırrı da işte burada ortaya çıkıyor. Uzun yaşamamız için kalbin atış sayısını yavaşlatmamız gerekiyor. Kalbimiz hızlı attığı zamanlar yaşamımızın süresinden çalıyoruz belki de.. Ve ne zaman nefes alışlarımız hızlansa, kalbimiz atmaya başlıyor hızla, hızlı.. Kalbimizi yavaş attırabilmek ya da kalbi yavaşlatmak için, zihni sessiz ve sakin duruma getirebilmek gerekiyor. İşte bu noktada nefes’in önemi çok daha anlam kazanıyor. Kalbimiz hızlı attığında, nefes alış veriş tempomuzu kalbimizin atmasını istediğimiz bir ritimde devam ettirmeli... Bir süre sonra kalp ve nefes ritimlerinin senkronize olmalı ve dolayısıyla kalp ritim hızının, nefes ritmimizin hızına düşmesini sağlamakta aslında elimizde...

Nefes, içinde kocaman bir sır saklarken bizi yaşatan ve bize verilmiş olan, bir de anahtarı veriyor yaşamı uzun kılmanın... Ama hayata dair de en anlamlı olan mesajı da içinde barındırıyor. Nefes aldığın sürece yaşarsın ve tabi verebildiğin sürece... Hayatta da, aldığın kadar- verdiğin sürece varsın...Beslediğin kadar da , katabildiğin ile....

Her nefeste istemsiz çıkardığımız “ h” harfi, Arapça’da Allah anlamına geldiği için, sadece nefes ile zikir eden dervişler varmış.. Ve biz her nefeste Yaradanın varlığını kalbimizden hissederiz aslında her yirmiüçbinde bir.. Ama ancak nefesimizi dinleyip, onu hissedebildiğimizde... Ve o nefestir kimseye veremediğimiz, hepimizde var olan ve hatırlatan bize dünyeviliğimizi.... Onu hatırlayanın kendine bakmaya başladığı... Karşısındakinde de var olduğunu hatırladığı... Ve bu bilinçten sonra benden çok “biz” demeye başladığı...

O an’ın efendisi...”İşte yaşıyorsun,şükret” demenin en yalın yolu... Ve büyüdükçe unuttuk nefes almayı.... Tıkandık... Soluksuz kaldık bazen....Tükettik mi nefeslerimizi.......Ve içimize çekip, verdiğimizi anlamlandıramadık mı çoğu zaman... Sıkıntıdan offlarken heba mı ettik nefeslerimizi ... Başka nefeslere ihtiyaç mı duyduk yoksa soluk alabilmek için.... Karşımızdakine nefes aldırmadığımızda olmadı mı aynı havayı solurken biz...

Nefes aldığımız sürece yaşıyoruz ve tabi verebildiğimiz sürece... Hayatta da; aldığın kadar -verdiğin sürece varsın... Beslediğin kadar da, hayata katabildiğin ile.... Hayat bize bunları öğretirken, biz nefes almaya devam ediyoruz... Bazen koklar gibi maviliği, bazen öper gibi rüzgarı.... Bazen kana kana, bazen dura dura, kesik kesik... Ve bazen aldığımızla algılıyoruz hayatı, bazen de sadece verdiğimizle... Oysa hayat öğretiyor ikisinin de eşitleneceğini bize.. Nefes alıyor ve veriyoruz... Aynı eşitlikte hayat dediğimiz yaşamın eşiğinde... Ve bu sırada sır hala saklı duruyor her nefesin çekiliş ve verilişinde.....
...
.
Brajeshwari / 08.11.07
*Bu yazı,Genç Gelişim Dergisi- Ocak 2008 sayısında yayınlanmıştır.

7 Kasım 2007 Çarşamba

Roma’ya Başlamak


Ambra sabahları okula gitmek için evden çıktıktan iki dakika sonra telefonum çalarsa; telefon edenin Ambra olduğunu ve mutlaka evde bir şey unuttuğunu anlarım. Ortaokulda okurken atölyemin onun okulu ile komşu olması sorunu çözmemi kolaylaştırıyordu.

Bu sabah, telefonum çalınca “aman tanrım” demekten kendimi alamadım. Çünkü, okulu oldukca uzakta.

Neyse ki, bu okul yılı yapılan ilk istek idi. Unuttuğu dosyasını ve kalemlerini alıp okula götürdüm. Bu guzel sonbahar günü, yaz güneşine benzemeyen, insana yukardan değil de egilerek bakan, ısıtmasa bile; binaları, ağaçları, tramvayları, yüzlerimizi aydınlatan bu güneşli günde Roma’ya da baslamış oldum.

İlkokulu da neredeyse Coleseum’un bahçesinde okuyan Ambra, liseyi okumak için yine aynı semte döndü. Çektiği fotoğraflardan; sınıfının penceresinden Coleseum’u, antik Roma harabelerini ve bütün yolların çıktığı Roma’nın merkezi Campidoglio’yu gördüğü anlaşılıyor.

Ben, Coleseum’un önündeki duraktan otobüse binip eve dönerken; belediyenin saksılara diktiği sapsarı açmış kasımpatlarını seyrediyorum. Birden aklıma, sıcak bir yaz günü bu kasımpatların çiçeklerine benzeyen üç beş sarı çiçek açan bir kaktüsüm aklıma geliyor. O kaktüsün çiçeklerinin beni; şimdi, çiçeklerinin çokluğundan yaprakları bile gözükmeyen kasımpatlarından daha fazla heyacanlandırdığını anımsıyorum. Tıpkı her akşam eve sarhoş donen bir kocanın, bir gün ayık dönerek karısını mutlu etmesi gibi. Belki de insan, dikenler içinde, yapraksız, dalsız, yere enlemesine serilmiş bu bitkiden böyle çiçekler beklemiyor.

Birden otobüsten inip, sanat malzemesi satan bir dükkana gidiyor, fakat aradıgım ölçülerde bir dosyayı bulamadan dükkandan çıkıyorum. Tam Dante Meydanı’ndaki postahanenin önünden geçerken, aklıma elektirik faturasını yatırmak geliyor. Sıra numarası veren makinanın düğmesine basıp, seksendort yazan sıra biletimi alıp, beklemeye başlıyorum. Onümde beklemem gereken tam otuzbeş kişi var. Simdi, ağırlıklı olarak yabancıların yaşadıgı bu eski semtimizin insanlarını süzerken birden Andrea’nın annesini görüyorum.

Andrea, Ambra’nin ana okulundan bir yaş büyük bir arkadaşı. Andrea’yı sabahları ana okuluna kıvırcık beyaz saçlı dedesi getirip, akşamüstüleri ana okulundan yine o alıyor. Günlerin kısa olduğu mevsimlerde Dante Meydanı’ndaki parkta karşılaşıp sohbet ediyor, o torununun, ben kızımın salıncagını; zincirlerin söylediği gıcırtılı, çocuksu, neseli sarkılarla itiyor; onlarla sevgilerimizi paylaşıyoruz. Havalar ısınıp günler uzayınca Coleseum’un yanındaki Colle Oppio Parkı’na gidiyoruz. Andrea’nın dedesi parktaki yaşlı arkadaşları ile sohbeti koyulaştırınca Andrea’yı unutuyor; sonra bütün çocuk bakıcıları, anneler, babalar, dedeler, anneane ve babaanneler; av köpekleri gibi parka yayılıp; lükstürümlerden, gül fidanlarından oluşan labirentlerin içinde telaşla Andrea’yı arıyoruz.

Andrea bir türlü kaçıp kurtulamıyor, her defasında onu buluyoruz.

Birgün, Colle Oppio Parkı’ndan hep kaçmak isteyen Andrea’nın kan kanserinden kaçamadığını öğreniyorum. Yaşamını yitirmeden önceki son isteklerinden olsa gerek; Andrea’nın parlak siyah tüylü, kırmızı tasmalı bir köpeği oluyor. Bizim küçük çocuklara olan sevgimizin aynısını parlak siyah tüylü köpeğine gostererek; hasta ve yorgun haliyle okulun kapısına kadar birlikte geliyorlar. Birgün okuldaki küçücük arkadaşlarının gözyaşlarından sahneden çekildiğini anlıyorum.

Oysa, semtin bir köşesinde ne zaman dedesini yada annesini parlak siyah tüylü, kırmızı tasmalı köpeği gezdirirken görsem; bugun oldugu gibi Andrea ve bütün bunlar aklıma geliveriyor.
.
Fatih Mika

6 Kasım 2007 Salı

başlıksız yazı....

son zamanlarda
üç maymunu oynuyorum
biliyorum
yanlış giden birşeyler var
hiçbirşey yapamamanın
tepkisi belki
aslında
herşeyin süper
olduğunu söylüyorlar
bizi yönetenler

etrafıma
şöyle bir bakıyorum
nerede umut
isyankar ruhum
duymuyor - görmüyor - konuşmuyor
sonbaharı severim
günlerce yağmur istedim
şimdi yağıyor
gülümsetmedi
savaşı kim severki
ama
üzgünüm - kızgınım - başım önümde
dahili ve harici bedhahların olacaktır
gençliğe hitabe de
yazanlar
birgün geldi
gerçek oldu
diyorumki
ciddi işleri
ciddi insanlar yapmalı
ki
devlet yönetmek çok ciddi
müsade ederseniz
sınırlarımı koruyacağım
diye izin istenilmemeli
bazı konularda
karar vermek başkalarına
bırakılmamalı
uluslararası konjonktür
ne derse desin
böyle işte
bedhahlar
size yazdım

4 Kasım 2007 Pazar

GOLDEN TEMPLE


İnandığım bir şey; Biz bir şey öğrenmeye hazırsak o şey bizden önce bizi orada bekliyor olacak.Bize düşen sadece onun orada olduğunu farkedebilmek,Baharat yolculuğum da tüm beni bekleyenlerden biri de Amritsar diyarı ve içindeki güzelliklerdi tabiki.

Yine uzun bir tren yolcuğundan sonra Amritsara varmıştık,ilk bakışta her şey aynı gibi ve tüm yüzler tanıdık kara ve sıcak bakışlar her zamanki gibi işlerini yapmaya çalışıyorlar ilk önce sizi karşılayanlar tren istasyonlarının kırmızı kıyafetli resmi görevli hamalları sonra hemen rikşacılar devreye giriyor. Sizi ruhsallığa getiren aracılar onlar ve biliyorumki bu kalabalık ve sesin arkasında bizi bekleyenler orada, olmaları gereken yerdeydiler. Her zaman güzel ve derin olan, keşfedilmek isteyen, farklı bir seneryonun hemen arkasında, kutsal düşlerin gerçek olması için katılmamızı bekliyordu.


Şimdi kapısında durduğumuz bu muhteşem yapıdan gelen şarkı ,bildiğim bir duyguyu çanlandırıyor: yaşam sevincimi. Ellerinde eski çağlardan kalma Mızraklarıyla sizi karşılayan sikh askerleri çok zaman önce bir görüntünün içine çekiyor bizleri. Terliklerimizi bırakıp, beyaz mermerlerde yürüyüp merdivenlere geldiğimde, suyun üzerinde yüzen sarayı andıran Sikh lerin kutsal mekanı Golden Temple karşıma çıkıveriyor. Çok etkilendiğim içimi çoşturan bu şarkıların titreşimlerinin önce onu kucağına almış kutsal suda sonrada hepimizin bedenlerinde titreştiğini çok iyi hissediyordum. Bu suda yaşayan kocaman kırmızı balıkların insanlara yakınlığı şaşırtıyor beni suyun kenarın da yürürseniz hemen size doğru yüzen bir kaç balık yakınınıza kadar geliyor. Burası Sikh dinine inanaların hac görevlerini yerine getirdiği bir yer yani adı her neolursa olsun inancın, inanmanın güzelliğinin yaşandığı yerlerden biri Dünyanın neresinden gelirseniz gelin, inancın hangi boyutunda olursanız olun kendinizi buradaki enerjiye koşulsuz bırakabildiğinizde orada sizi bekleyen şeyin aslında sizdeki pazılın önemli bir parçası olduğunu görüveriyorsunuz. İşte bir şey daha öğrenmelerime katmanın sevinciyle tapınağın etrafında yürümeye devam ediyoruz sonra irmik helvası dağıtılan bölümden 10 rupi bağışla helvamızı alıyoruz, ama hemen yemek yok çünkü biraz ileride artık tam temple'a girerken sizi bekleyen Sikh görevliler elinizde ki helvanın yarısını alıp büyük bir kazana geri atıyor ve diğer yarısını size geri veriyor ve elinizdekini başka birine vermenizi başkasındakinide sizin alıp yemenizi söylüyor binlerce insanın paylaşımı deneyimlemesine bundan daha güzel bir örnek olabilirmi?

Altın tapınak ın artık içindeyim tam karşımda ak sakallı bir dede bir masa büyüklüğündeki kutsal kitabı okurken ilahilerin çoşkusunda yine kendimi kaybediyorum ne kadar acıklı, ne kadar çoşkulu, ne kadar bildik bir melodi. Sanki söylenen şarkı, sana bildiğin bir şeyi anlatıyor herkes ellerindeki küçük kitapçıklardan bu ilahileri takip ediyor herkes aynı titreşimde artık bende bu enerjinini bir zerresiyim ve gerçekten içinden hiç çıkmak istemediğiniz bu kutsal mekanda ne kadar oturduğumu hatırlamıyorum.

Akşam üzeri akışın başka bir parçası olan Sınır kapatma törenlerine gidiyoruz Kendine has kıyafetleri ile Pakistan ve Hindistan askerlerinin bir tiyatroyu andıran bayrak çekme ve sınır kapatma törenlerini çoşkulu müziklerle, alkışlarla Hindistana özgü Danslarla izliyoruz, bir sınır kapatma törenine biz şahitlik ediyoruz yaşamlarımıza konan sınırlara bakarak ve bir an önce Altın tapınağa geri dönmeyi isteyerek.
Altın tapınağa geldiğimiz de Çoşkulu ilahiler bizi karşılıyor tekrar. Ruhsal titreşimin içinde olmanın tadını çıkarıyoruz Temple etrafında gezimize devam ederken ak sakallı dedelerin kutsal kitabı okumaya devam ettiklerini gece olmasına rağmen ziyarete gelen Sikh lerin baba evinin sıcaklığı ve güveni içinde pırıl pırıl yıldızlı bir gökyüzünün altında, günün sıcaklığında ısınmış beyaz mermerlerde masumca uyumalarına bakarken yüzyıllardır her gece yapılan bir tören başlıyor: Altın yazmalı DEV kutsal kitap kendilerine has bir törenle yerine konuyor saatler gece yarısını gösterdiğinde ve her gece olduğu gibi bu gecede süt ile silinmek üzere Golden Temple'ın kapıları ilahiler eşliğinde kapatılıyor.

Yatağıma uzandığımda ruhumu rahatlatan ilahileri dinlerken yarısını orada bıraktığım helvamın hangi insana denk geldiğini ve paylaşımı hangi ruhlalarla yaptığımı düşünürken uyuyorum.
*
Navanalini

3 Kasım 2007 Cumartesi

Kevin Costner


Bir bulaşmayan ben kalmayayım diye, Yeşilçam star adayı Kevin Costner hakkında yazmak isterim.Kendilerini, jetinin merdiveninde gördüğümde hafızamın dip derinliklerinde oluşan kıpırdanmalar sayesinde şahısla ilgili fotoğraf kareleri bir bir ortaya çıktılar.

Biz Türkler bu konuda tecrübeliyiz şanını, şöhretini kaybedenlerin son durağı Türkiye'dir. Bu gerçeği idrak etmiş olanlar için , ha eski Hollywood yıldızı Kevin gelmiş, ha eski beyaz saray yıldızı Bill gelmiş.

Ama bu en son, son durak ziyaretini organize eden şahsı kutlamamız gerek aslında.Türkiye'nin bu sayede yurt dışında adı geçmiş midir bilemem ama yurt genelinde Kevin kasırgası esmiştir. Gündem değişmiştir, şehitlerimize ağlarken, terör örgütü karşıtı gösterileri alkışlarken, birdenbire Kevin kasırgası esmiş ve hop herşey bir Hollywood yapımı filme dönüşmüştür; yılların zampara yakışıklısı yaşlandıktan sonra, genç eşinin dolduruşuyla, bugüne kadar fark etmediği birşeyi fark eder ''ben şarkıda söyleyebiliyorum!''Ama tabi bu yeteneğini gelişmekte olan ülkelere bahşetmelidir, yoksa balonu sönebilir.

Şahsı film yıldızı olarak tanımıştık. Sonra boyalı saçlarıyla, ünlü olduğu yıllarda stokladığı gözlüğüyle, demode kıyafetleriyle karşımızda patlayıverdi. Boğazda, Türkiye'nin en güzel otellerindenden birinin önünde çocuğuyla baba rolünde, elinde gitarıyla ve gerçekten vasat altı performansıyla rock starı rolünde konserinde, engin bilgisine dayanarak Atatürk ve Türkiye hakkında yorumlar yaparken ünlü Türkolog rolüyle basın önünde, Hüsnü Mübarek rolüyle başbakan ve devlet erkanıyla, Ankara'da otel lobisinde çocuklarla fotoğraf çektirirken eski bir star gerçeğiyle ve en sonunda Hülya Avşar'la konusu anlaşılamaz bir sohbetin içerisinde geyik rolüyle hayatının performansını sergiledi galiba.

Her insan hayat yolculuğunda zirvelere çıkıyor, iniyor. İnişleri kabul etmek zorluğu, kabul etmek gerçeğini değiştirmiyor malesef. Gerçeği görmezden gelmek, keşke değiştirse gerçeği. Gerçek, gerçek gerçek önümüzdeyken, ah değişse Kevin gerçeği......


Beto