31 Ekim 2007 Çarşamba

Gelecek sefer hırsızı çaya davet edecegim

Korktum uykumdan uyanıp bir tıkırtı sesi... Birinin evimde olmasi bunu bilmek ve o sesin kendi evimde çıktıgını onaylamak...yarım saat önce aklımdan geçen düşünce “beni koru hırsızlardan” demem sonra da mantralar ve olumlamalar...çok enteresan bu acil korku durumlar, düşünceler çok açık ve net çıkıyor. Sese doğru gittim, kapıyı açtım ve adamın karanlık figürünü gördüm. Beni görmemişti. Daha pencereden yeni giriyordu. Her taraf karanlık. Kapıda durdum ve sadece bunu duydum “simdi çığlık at, ŞIMDI”. Bilinçli düşünmek mümkünmüş meğersem. Böyle durumlarda sakinlik içinden çıkar ve teslim olurmuşsun meğersem. Uzunca çığlık attım, adam geri dönüş yapıyordu, gitme kararı almıştı. Ikinci cığlık attım ve pencereye doğru koşmaya başladım, elimi uzatmıştım, öfke patlaması yaşıyordum. Aramıza tül perde girdi, adam maymun gibi bahceye atlamıştı, elim ona dokunmak üzereydi ama olmadı. Karanlıkta kayboldu. Inanamıyordum. Düşünceler bu kadar çabuk gerçekleşebilir mi? Ben korkularımla yüzleşmeye hazırmıydım? Affetme meditasyonları ciddiye almanın zamanı gelmişmiydi? Evet gelmişti.

Çok şeyi varsayıyoruz. Bu arkadaşlıkta bir gün sana teşekkür etmemesi anda allah allah neden öyle davrandi ki düşünmek, ya da sevgilin kuru temizliğini bir gün almadığı zaman kırılmak, işteki çaycının hasta olması ve sabah çayını getirmemesi ve ihmal edilmiş hissetmek, gibi hisler uyandığı zaman varsayımlarımız çoğalmış ve “şükürler olsun herşey için” duamız azalma sinyali demek bence. Hırsız girdiği zaman güvensizlik duygumu ihmal etmişim ve güvendeyim olumlamayı varsaymışım. Inanmamışım. Nasıl kandırmışım kendimi! Kaç uykusuz gece geçirip sadece bir cümle çıktı. O da “güvende olduğum için girdi ve çıktı, hikaye orda bitti, gerisi sen yaz ŞIMDI”.

Gelecek sefer ışıkları açacağım ve farklı davranacağım. “Buyrun sadece yeşil çayım var içmek isterseniz...” diyeceğim.

28 Ekim 2007 Pazar

SEHIR TUTSAKLARI....


Yagmur yagiyor.. Hava acaip derecede soguk. Yorgunum.. Evde dursam, hicbirsey dusunmesem, hicbirsey yapmasam sadece yumusak bir battaniyeye sarilip gazete okusam, yeni aldigim naneli yesil caydan icsem keyfim yerine gelecek biliyorum ama Federico ve Antonio’nun beni evde birakmaya hic niyetleri yok. Karar coktan verilmis, sinemaya gidilecek..

Oglen yemegini de orada yiyelim diyor Antonio ve bu fikir hepimizin hosuna gidiyor. Federico ile sinemaya gidildiginde hep, Roma havaaalani yolu uzerinde 18 salonlu bir Amerikan sinemasi seciliyor. Yemegimizi hizla yiyip film saatini beklemeye basliyoruz. Antrede oturacak degil yaslanacak bir cikinti bile yok. Ayakta durulacak, daha dogrusu durulmayacak, hergun yenilerinin eklendigi kucucuk kornerlarda para harcanacak sekilde kurgulanmis hersey.. Antonio ve Federico kitapciya giriyorlar, ben kirmizi biberli dahil olmak uzere (yedim ve hic begenmedim) herturlu garip cikolatanin satildigi dukkana.. Birara deniz eskilerinin satildigi yerde karsilasiyoruz, onlar spor salonunun uyelik kosullarini sormaya gidiyorlar (hala sinemadayiz), ben atkilar, esarplar satan dukkana. Giysiler, bujiteriler, saatler, mobilyacilarin standleri, sapkacilar, bilgisayar malzemeleri…. Sadece bakmak bile yoruyor insani.. Neyseki film cok keyifli, koltuklar cok rahat, Federico kahkalar atiyor, Antonio hemen uyuyor, ben eskiden gittigimiz, antresinde sadece bir bar ve sadece sacher turtasi ile kahve satilan kucuk sinemayi dusunuyorum. Erkenden gidip, pastamizi yiyip, gunluk gazetelere goz attigimiz, kitaplari karistirarak filmi bekledigimiz zamanlar gerilerde kalmis coktan.

Film bittiginde koridordaki bir kapiyi aciveriyor Federico. Kendimizi inanilmaz buyuk bir supermarketin ortasinda buluyoruz. Aaaaa diyoruz ucumuz bir agizdan. Supermarket ucsuz bucaksiz ve kelimenin tam anlamiyla insan kayniyor. “Kacalim diyor Antonio, sinema bizi yutacak”. Guluyoruz..Federico arabada hemen uyuyor. Fiumicino koyune dogru gidiyoruz. Yagmur yagmaya devam ediyor..

Fiumicino gercek bir balikci koyu. Sokaklar bombos. Yagmurun altinda iyice grilesmis denize bakarak caylarimizi iciyoruz arabada. Federico uykusunda guluyor. Dusunsene diyorum, 1,5 saatlik film icin 5 saat gecirdik icerde. Sinemadan kitap, esarp, portakalli cikolata aldik. Benim gibi onsezileri guclu bir insanin, olacaklari coktan anlamasi gerekirdi aslinda. Oysa ben, mahalle kasabimiz, dukkanin bir kosesine cok iyi bilinen kirmizi saraplari dizdiginde bunu sevincle karsilamis, ne iyi bir fikir demistim, eti al, sarabini da al, dogru eve.. Kasabimiz dukkanin koselerine once donmus sebze, sonra sut, sonra ev makarnasi filan ekleyip kasap olarak tanimlanamaz bir hale geldi coktan.

Kuaforde kaktus ve corap satiliyor, pantolon pacalarini bastirmak icin terzi supermarketin icinde, ayakkabi tamircisinde cilingir isleri yapiliyor, postanelerde kitap-CD-oyuncak-takvim vs standleri var, pastanenin vitrininde satranc takimi, durbun, mucevher kutusu koymuslar. Hicbirsey bize sosyal bilgiler dersinde ogretildigi gibi degil artik. Kimin neyi nerede yaptigini anlamak cok zorlasti. Yeterki tuketelim.. Biz tuketelim diye hersey heryerde.. Nereye ne icin gitmis olursak olalim, o an aklimizda olmayan bir seyi de sunuyorlar bize. Icerde kalalim, etrafimiza bakalim ve alalim.. Sehir bizi tutsak ediyor.. Biz sehire tutsak oluyoruz..

Cok yakin arkadaslarimiz Roma’nin merkezinde Pantheon meydanindaki milyarlik evlerini satip, Roma disinda bir koy evi aldilar iki yil once. Pasquale, universitedeki isinden ayrilip, enginar, karnabahar, uzum, findik yetistiriyor. Cocuklari coban kopeklerine sarilip uyuyorlar. Ekmeklerini evde yapiyorlar. Ben boyle bir secim yapabilecegime, boyle bir degisim gecirebilecegime inanmiyorum. Sehri seviyorum aslinda. Sehirde yasamayi, onun bir parcasi olmayi seviyorum. Bahcemiz olsaydi maydanoz yetistirirdim belki ama hepsi o kadar. Sadece sehir beni tutsak etmesin, kandirmasin, mevsimleri calmasin istiyorum. Kis geldigini , vitrinlerden degil; gokyuzunden, agaclardan, kuslarin uctuklari yonlerden anlayayayim istiyorum . Pantolonumu terzi kisaltsin, sinemada film seyredilsin, sebze manavdan, oyuncak oyuncakcidan, pasta pastaneden alinsin istiyorum. Sehir beni yonetmesin, ben ona istedigim kadar karisayim istiyorum.. Merak edeyim, ben arayayim, ben bulayim, kesfedeyim istiyorum..

Ben sehire tutsak bir sehirli olmak istemiyorum…


Mehtap Pasin Gualano

Roma’ 27/X/2007

22 Ekim 2007 Pazartesi

ERMİŞLER DİYARI


Şimdi Hindistan enerjisi bizi Rishikesh e getirdi ermişlerin diyarına. Rishikesh hemen kucaklıyıveriyor bizleri. Kutsal Ganganın doğduğu yere sadece 60 km mesafede olmak o muhteşem enerjiyi hissettiriyor tüm hücrelerinizde.Ve işte aradığım yer burası diyorsun kendine kendine.
*
Gelirgelmez atıveriyorum kendimi sevgilinin kucağına.. Kutsal su Tanrı Shivanın saçları çok soğuk ama içinden çıkmak istemiyorsunuz nedense.. Ganga Ana yaratan besleyen büyüten yıkayan HARİ GANGA... 1968 ler Dünya değişim programlarının önemli tarihlerinden biri bu zaman diliminde Öncü bilinçler bir koldan siyasi ve politik hareketle sokaklarda özgürlük sloganlarını hep bir ağızdan söyliyerek deneyimlerken, bu enerjinin diğer öncüleri de hippilik ve meditasyonla bu mücadeleyi başkaca bir yolla, gerçek özgürlüğü, ruhun özgürlüğünü deneyimliyorlardı ve Rishikesh, kutsal ganga bu arımanın merkezi olmuştu. O zamanlarda Risihkesh'den doğan ve dünyaya yayılan 2 şarkı vardı. Beatles in söylediği ''Happy Rishikesh song" ve "The İnnerLight'' Beatles topluluğu 1960 lar da keşfetmişdi Rishikesh'i, bir anlamda ruhsallığı...

*
İlk günümüzün akşamında kaldığımız mekanın yoga derslerine katılıyoruz biraz yorgunum ama yoga beni kendime getiriyor. Her yıl şubat ayında Uluslararası Yoga Festivali Rishikesh de yapılıyormuş.Bu yüzden buralı bir hocayla yoga yapmak ayrı bir sevinç benim için. Akşam Ganga Kutsama Aartisine katılıyoruz ve kendimi bu muhteşem enerjide kaybediyorum.Tanrının Şarkılarına, Ganganın büyük bir enstüriman gibi eşlik etmesine şahit olmak, kelimelerin kifayetsiz kaldığı anı şimdi kelimelerde yaşatmak benim için ne kadar mümkün bunu sizlerden duymak isterim doğrusu. İlk gecenin sonunda sabah artisinin davetkar sesiyle uyanıyorum.Sabahın karanlığı devam ediyor ama bu kutsal diyarın insanlarının içsel ışıkları çoktan yanmış bile..Hemen giyinip kendimi otelden dışarı atıyorum. Artinin sesi şimdi daha yakın ama nereden geldiğini bulmam lazım..Dar ve karanlık sokak da sadece bir inek ve yavrusu var onlara sormak geliyor içimden masalsı bir düşünceyle... Sonra biraz korkuyorum karanlıktan, ama artinin dayanılmaz melodisi bana bir pusula gibi yön gösteriyor ve aşramı buluyorum...İçerisi insanlarla dolu ve bir didibana eliyle evrensel bir dille gel diyor ve ben, ne büyük bir sevgi kim olduğum hiç önemsemedi diye düşünüyorum. Korkunun ve yargının bizi ne kadar gerçeklerden uzaklaştırdığını öğrenmelerime katıyorum..
*

Bu yaşlı didiciğin yanına küçük bir çocuk gibi sokuluyorum. Huşu içinde geçen 1 saat den sonra herkes dualarla ganja doğru yürüyor, tabii bende. Günün ilk ışıkları ancak arkamızdaki himalayalar dan süzülmeye başlıyor ve ben o insanlardan biriyim.. çok mutluyum mantralarla şükürlerle ganganın kıyısınadayız ve herkes gibi bende sulara bırakıyorum kendimi.. O anda bütünü görüyorum kadın yok erkek yok dil yok din yok ülke yok ailem yok tam bir evrensellik, mutluluk ve sevinç içindeyim. Bu coşkunun aynı anda yaşanmasının hazzının, ruhsallık ve gerçeğin ta kendisi olduğunu öğreniyorum Hindistan okulunda..

*
Aynı günün öğleden sonrası ganganın iki kıyısını birleştiren( RamJhoola ve Laxman Jhula) asma köprü mimarisiyle yapılmış ve bu coğrafyaya bu kadar yakışan köprülerden geçerek ganga kenarında bir trekking yapıyoruz parkur bitince yine kendimi kutsal suda buluveriyorum yorgunluğumu alıveriyor.
*
Hemen beni kucaklamasına şükrederek en kısa sürede tekrar dönmek üzere Ganga Anayla vedalaşıyorum Ve Rishikesh den ayrılırken konuşmamanın gizemini ve şimdi nereye doğru gittiğimi bilmeden gitmenin, öğrenmenin merak etmek değil, kendini akışa bırakabilmek olduğunu deneyimlerken hindistan okulunun öğrencisi olduğum için sadece seviniyorum..
**
*
Navanalini

21 Ekim 2007 Pazar

Yaşamak


Ağaçlarda yaprakların kıpırdamadığı sıcak bir yaz günü; hallaçın dutun gölgesine çöküp, kirişin gerilmiş ipine tokmağı ile tınk tınk vura vura pamuğunu attığı; kartonlardan kesilmiş desenlerle bombeler yapılarak dikilmiş, koyu kırmızı yorganı annem salona sermiş, çarşaf kaplıyor.
İçinde sevinçlerimizin, üzüntülerimizin gözyaşları; rüyalarımız, terlerimiz, şehvetimiz, mahremiyetimiz; kendi yaratılışımız ve yarattıklarımızın örtündüğü çarşaftan annem başını kaldırıp bana doğru çeviriyor. Bir şeyi kafası almamış olacak ki, bana duvardaki gravürlerimi gosterip “Fatih sen bunlarla mı yaşayacaksın?” diye soruyor.
Annemin derin göl suları gibi yeşil gözlerinin içinde, denizlerden getirilmiş renkli çakıltaşları var.

Akademiyi yeni bitirmiş, beş yıldır donemediğim ülkeme yeni donmüşüm. İçimden evet dediğimi biliyorum da, anneme ne dediğimi anımsamıyorum.
Aslında ben zaten gravürle yaşıyorum, annemin kastettiği ise geçinmek.

Çinko kalıpların üzerine sapsarı reçine tozu serpiyorum. Sarı reçine bulutlarından, çinkonun üzerine düşmesi gerekenlerin hesabını her zaman tam yaptığım halde, ciğerlerime gidenlerin hesabını bir türlü yapamıyor; nitrik asitler kaynayan kabarcıklarla çinko kalıpları oyup gravüre dönüştürürken, gravürle yaşamak ne kelime, ben de içim dışım oyularak gravür oluyorum. Eğer ağzımdan iki kelime dökülüyor ise o delikler yüzünden ağzımda tutamadığım; kağıtların üzerine bir iz bırakabiliyorsam o oyuklarda gravür mürekkepleri kaldığı içindir.

Bügünkü gibi ne zaman Piazza del Popolo’dan geçsem Santa Maria del Popolo Klisesine girer, bir mürit gibi doğru Capella Ceras'a giderim. Capella Ceras’ta Caravaggio’nun iki tablosu var. Bu iki tablo önünde diz çöker, sonra yoluma devam ederim.

Kiliseden çıkıp, meydana girrmek için otomobillerin arasından yaya kaldırımı iki kızla birlikte geçerken, kızların şehir planina bakarak kendi aralarında türkçe “birisine sorarız” dediklerini duyuyorum. “Buyrun bana sorun” diyorum. Bunlar kalplerini suprizlere açmışlar. “Via Babuino nerede?” diye soruyorlar. Gösteriyorum. Benim Roma’da ilk kişisel sergimi açtığım Cafe Notegen orada. Meydanda bir Mısır obeliski var. Hiyeroglifler bana İlhan Berk’in “Mısırkalyoniğine” yaptığım gravürlerimi anımsatıyor. “Kartaca” adli şiirinden “defterlerimde ilk gemilerin dolaştıgı denizlerdi aşk,” aklıma geliveriyor.
Bugün pazar. Yarın İstanbul’a hareket edeceğim. En son gravürleri de dosyalara koyuyor, atölyeyi temizliyor, ayak altında kalmaması gereken malzemeyi raflara yerleştiriyorum. Birden, Annemin, henüz bitiremediğim gravürünün deneme baskısı ile yüz yüze geliyorum. Sabırla bakır kalıbı hazırlayışım, sonra bakır kalıbı yavaş yavaş mıskala ile ezerek annemin yüz hatlarını ortaya çıkarışım. Annemin gözleri, göz kapakları, burnu, dudakları, alnı, yanakları. Islak kağıtlar, terebentin, tiner, petrol, mürekkep kokuları. Ve annemin portresini bir türlü bitiremeyişim.
Birden annemin sesini duyuyorum “Fatih ne olur beni kandırma. Bu arada kaç tane gravür bitirdin. İsteseydin benim portremi de şimdiye kadar bitirmiştin. Oysa sen, benim gözlerimin içine bakmak, yanaklarıma dokunmak, dudaklarımdan iki kelime işitmek istiyorsun. Beni bitirmemenin nedeni bu. Gravür de aşk gibi, yenisine başlamak için eskisini unutmak zorundasın. Hadi sağ üst koşeye bir güvercin koyuver, bu gravür de bitmiş olsun, İstanbul’a birlikte gidelim.”


Fatih Mika

Berrin'in Doğum Günü / 21 Ekim



Sevgili Berrin
Yeni yaşında,
baktığın pencereden her zaman ki gibi hep güzel renkler görünsün sana ,
kendi içinde barındırdıklarından bambaşka...

ve o pencereden baktığın herşeyde, hani seni sen yapan
biraz ironi, biraz sitem olsun ayrıca...

Şiirler yazılsın sonra bu yeni yaşında da....
Yeniden şiirler yazılsın,
olmadı methiyeler düzülsün sana..

Evin ve gönlün hiç çiceksiz kalmasın,
çikolataların yanısıra..

Ayrıca bu yaşında kendini hep yollarda bulursun dilerim
elinde fotograf makinanla..

Bir de
ne bizi, ne de misafirlerini
misafirperverliginden ve ilahi tatlarından mahrum bırakmazsan
seviniriz ayrıca..

Guzel bir yaş geçirmeni diliyoruz..
Bizimle, bizle beraber yine...

İyi ki doğdun Berrin'cim..
Nice güzel,
aydınlık
ve mutlu yaşlara..

19 Ekim 2007 Cuma

merkurun bendeki etkisi


merkur gerileme konusu beni geriyor. yani bu sene ay tutulmasi, gunes tutulmasi falan filanlari cok sukur atlattik. merkur gerileme bu sene ucuncu kez yasiyoruz. arada bi icim daraldi. gecen ay ve bu ay cok farkli bir ay oldu hayatimda. cok hizli gelisen olaylar, hic ilerlemeyen konular ve de ortada "olumlu dusunmeye calisan indrani". kendimden biktim. olumlamalar, icimdeki ses, farkindalik, reiki, nefes calismalari, yuksek benlik, evren'e guvenmek, yapmadan once neden yapmak istiyorsun diye sormak, izlemek, karmik baglar, paralel evrenler, dunyevi konular, kucuk sacma dramalar... baya daraldim. yeteeer artik ya diye bagirmak istedim.

evet yine de sakin sakin tunali, venedik, bodrum sokaklarda bu icsel yolcululugumu her tarafa tasidim. her tarafa. venedik'te o kadar cok kopru, labirent sokaklar, kose kafeler, guvercinler, kiliseler, guzel kapilar, balo maskeleri vitrinlerde vardi ki... ha maske gordum ve hemen aklima "maske alma burdan, maskelerden kurtulmak istiyorsun" dedim. opera vardi, agladim ve bunu dedim "agla ama duygunu izle". bodrum'da deniz ve ruzgar hissetmek cok daha farkliydi. doga'nin icinde oldugum zaman kendimi orda "tam ve butunum" diyecek kadar guc ve inanc bulabiliyorum.


ihlamur ve ada cayi karisimini iciyorum. nil avunduk seminerlerini hatirliyorum. onun direk cevaplari kendi sesimi guclendirdi. sesim bana "hindistan'a gitsen yine, daha erken gitsene" diyor. ben de tamam tamam ilk eren'i londra'da gorecegim sonra da hindistan olur ya da arjantin mi olsun....

17 Ekim 2007 Çarşamba

Hayat kaçıyor...

Belki hoşlanmıyorsunuz, belki gereksiz buluyorsunuz ama son bir kez daha, bir aşkımı daha paylaşmak istiyorum sizlerle. Sevdiğim bir filmi, sevdiğim bir yazarı, sevdiğim bir müziği, müzisyeni paylaşmak hoşuma gidiyor; sizlerin sevdiklerinizi de paylaşmanın hoşuma gittiği gibi...

Sufi müziğin bu büyük ustasını okul yıllarımdan beri takip ediyor, severek dinliyorum. O yıllarda bir müzik festivalinde, İspanyol bir grup ile birlikte verdikleri “tasavvuftan flamenkoya” konulu konseri ise hala gözümün önünden geçmekte hala sufi müzikten flamenko müziğine ve tekrar sufi müziğe geçişteki ustalık ve içiçe geçişin ruhani, yüceltici etkileri zihnimde... ve hala o albüm sürekli dinlediğim albümler arasında baş köşelerde...

Dünyaca ünlü neyzen Ahmet Kutsi Ergüner’in sadece müziği, sayısız albümü ya da dünyaca ünlü sayısız yerli ve yabancı sanatçı (Sting, Peter Gabriel, Fazıl Say....) ile dünya genelinde verdiği 1000 in üzerindeki konserlerinden daha fazla beni etkileyen, hayat görüşü... Doğu ve batının birbirinden ayrı değil içiçe olduğunu her konserinde her söyleminde ortaya koyuşundaki inceliği... Doğunun batıya batının ise doğuya olan özlemine karşı duyduğu hayreti “benim için doğu ve batı güneşin doğduğu ve battığı yer, dünyanın neresinde olursanız olun güneş doğudan doğar ve batıdan batar ve bulunduğunuz yer aslında hem doğudur hem de batıdır, birbirinden uzak-ayrı değildir.” İtalyan lisesi mezunu olan, sufizm kültürü ile yetişen ve 37 yıldır Paris’te yaşayan Ahmet Kutsi Ergüner’in yaşam hikayesinin özü, bence bu sözleri.

Ney üstadı bir ailenin ferdi. Dedesi Süleyman Ergüner, babası Ulvi Ergüner, kardeşi Süleyman Ergüner... ve hepsi neyzen... ney üfleme tavırları tekke usülü olan neyzenler...

1970 yılında ilk kez Paris’e gider, babası ve dönemin önemli sufi müzisyenleri ile Türkiye dışındaki ilk mevlevi ayini gösterisine müzikleri ile eşlik ederler. Bir müddet sonra ise Stockholm’den İstanbul’a bir konser dönüşünde Paris’te mola verir. Halen devam etmekte olan 37 yıllık bu mola süresinde ise Paris’te önce mimarlık sonra müzikoloji eğitimi ve her iki konuda da doktora, 20 yıllık bir müzik okulu ve yetiştirdiği sayısız öğrenci, geçmişin değerlerini günümüze aktardığı sayısız albüm ve 1000 in üzerinde konserin yanısıra harika bir eş ve 3 te evlat yer alır.

Bu dolu dolu otobiyografiler beni müthiş etkiliyor, müziğini dinlerken daha fazla haz alıyor ve biraz da düşünüyorum... ben mi hayatı kaçırıyorum hayat mı beni kaçırıyor... sonuçta bişeyler kaçıp gidiyor da ben ne kadarını, neresinden yakalayabiliyorum ve neleri kaçırıyorum... ve gözüm panomda asılı söze takılıyor;

“Ve hayatımız, hayatı ne şekilde elimizden kaçırdığımıza göre kurulur.”
*
***
*
Dinle neyden,
Zira o birşeyler anlatmada
Ayrılıklardan şikayet etmededir...

16 Ekim 2007 Salı

İçimdeki Yol

Devir liderleri izleme devri değil, devir insanın kendini takip etme devri”... Bu sözün içinde bin bir anlam buluyorum her seferinde..Ve kendi içimde de yollara sapıyorum ne zaman düşse aklıma bu söz.. o yollar ki, daha önce hiç gör(e)mediğim, bil(e)mediğim, hiç keşfetmediğim..

Yollar dışarıda değilmiş, ya da yönler.. Kitaplar okumuşum, hayat hocaları edinmişim, kişisel gelişim çalışmalarına katılmışım... Her birini kendi keşfimde, aracı etmişim kendime...Ama aracıyla ben arasındaki gerçek bağı unutup gitmişim o ara.. Kendimi...

Dinle demiş, dinle ve öğren kendim kendime... Ama içim ne diyor duymamışım. Kalabalık, bir uğultu ve kargaşa doğmuş sonra dışarıda benden.. Okunacak kitaplarım başucumda birikmiş.. Uygulayacağım kişisel gelişim metodlarını yapamadığım zamanlarda, kendimden ve kişisel gelişimimden geri düşmüş hissetmişim. Ve ben, beni dinlemezken, başka aracılarla dinlemeyi bir tutmuşum sonra kendimi kendi dışımda-dışarıda...

Ve içimdeki ses susmuş mu? Küsmüş mü bana?.. Kimbilir.. O kadar çok sesin arasında duy(a)mamışım onu.. Her sessizlikte mırıldanırken belki de bana.. İlahi bir mırıldanmaymış halbuki duyamadığım.. Ney’in sesi gibi.. Duru ve berrak.. Mütevazı ve sevgi dolu.... Sesler karışmış birbirine.. O hep asaletini korumuş yerinde... Sevgide kalmış... Bağırmamış, beklemiş ben duyana kadar beni... Sevgiyi bulana kadar ben içimde..

An’ı yaşamanın, ya da an'daki farkındalığın, geçip giden-akan birşey olduğunu unutmuşum. An’da bana verilen dersler, öğretileri sorgularken bir sonraki anı kaçırmışım çoğu zaman..Ve akışıma müdahale etmişim.. O müdahalede “bunu gördüm kendimde“ diyerek bulduğum şeyleri, aynı çocuğun eline aldığı şeyi binbir parçaya bölerek algılamaya çalıştığı gibi didik didik etmişim.. Elimde binbir parça kalmış sonra, atılamaz, satılamaz, bin bir parça-her biri kendi içinde parça parça ..

Ve ne doğruymuş, kime göre doğruymuş gibi sorular başlamış kafamda... Öğretici olarak seçtiğim kitaplar –metodlar bana anlatmışta anlatmış... Peki sonunda hissettiğim doğru mu sağlamamı yap(a)mamışım, bir daha karışmışım... Kimse bil(e)memiş doğru olanı... Ne içim ne dışım.. Ben bile kendi içimde doğruyla yanlışı ayırt edemediğim noktalarda bulmuşum kendimi –içimden-merkezimden-özümden çok uzaklarda..

Ve aynalar... Aynalar beni göstermiş - ben ise gördüğümü gördüğüm olarak algılamışım.. Ne kadar güzel –ne kadar kötü derken, gördüğüm yansımamla – kendimi ayrı tutmuşum... Sanmışım ki aynalarda gördüğüm değiştirilebilir yada onlar benden başka...Sanmışım işte... Aynaya bakan benim, değişimimin; tüm yansıyanda değişeceğini bilememişim... Güzel de –kötü de olanın ben olduğunu, bende var olan olduğunu sonra...İkisinin de insani olduğunu... Hayata dair olduğunu...

Savaştığım şeylerin, aslında ben savaştıkça yok olacağını sanmış kahraman yüreğim... Savaştığım şeylerin ben(im) olduğunu –benden olduğunu ve ne kadar savaşırsam o kadar büyüyeceğini –devleştirdikten sonra anlamışım...O devleşen her şey ile yürekli bir konuşma yapmışım sonra... ”Sizde bendensiniz... Barışalım mı ” diye... Bu konuşma, savaştıklarım neyse büyümesinler artik diye değilmiş kurnazca.. Onları da sevdiğimden barışmak istemişim.. Benden oldukları için...Çünkü savaşanın da-savaştıranın da ve aracı olanında ben olduğunu anlamışım...

Yormuşum kendimi.... Bir ağacın kendi doğasındaki sukunetini isterken hayatta sadece...Yeşil ağaç hani, sokakta –köşe başında her gün gördüğünüz.. Bazen fark edemediğimiz.. Rüzgarda savrulan, yağmurda umarsız.. İsyanı da, mutluluğu da bir olan o büyük gövdeli ağaç.. Hayattan, sadece o köşe başı ağacının sukunetini isterken yorulmuşum... Didik didik etmiş ve çok şey yapmaya çalışırken yormuşum hayatı da... Hayatın aktığını unuturken, kendimi suyun üstünde debelenirken bulmuşum.. Su hiçbir şey yapmadan, kaldırırken beni yukarı oysa...

“Dışarda hiçbirşey yok” derdi meditasyon hocam... Nilambara’nın da aklımdan hiç çıkmayan bir cümlesi geliyor, her gün hatırladığım ilaç olan bana .. ”Sevgiyle-içinden gelerek yaptığın herşey doğrudur”..

Yol nerdedir peki..Dışarıda mı içeride mi?

Yolu bulmak için adım atmak gerekiyormuş, her adımda içinizde gideceğiniz yollar beliriveriyor aniden..Buna da hayat deniyor işte...Hayat dışarıda değil , içeride... Bilmece varsa o da biziz, cevaplarda bizde... içimizde...

Ve o ağaç akışa bırakır kendini.. İsyanı da doğaldır, mutluğu da... Güneş mi açmış, güneşi özümser yapraklarında.. Kar mı yağıyor, beyaza bürünür.. Ve teslim olur doğaya,.. Savrulurken direnmez dalları rüzgarda.. Üstüne konan kuşları kovalamaz "çekilin üstümden, huzur verin" diye... Ayırt etmez böcekleri,kuşları... Hepsini sever açar kollarını... Gövdesine çizik atar birileri, belki acıtırlar canını.... Bilir ki kabuk bağlayıp, yenilenir gövdesi yine....

ve o ağaç bir tanedir-eşsizdir
ama doğanında ta kendisidir
bir yolun köşesinde de olsa
ormanından çok uzaklarda...
*
Brajeshwari
* Bu yazı,Genç Gelişim Dergisi-Aralık 2007 sayısında yayınlanmıştır.

Fatih Mika- Sergi


beni isyan ettirmeyin.....

lütfen
gerçekten
asi olmak istemiyorum
aylardır
öyle
birşey yokmuş gibi davranıyorum
ne zaman
karşıma çıksalar
gözlerimi kapatıyorum
kafamı çeviriyorum
şarkı söylemeye başlıyorum
tv kanalını değiştiriyorum
görmemek için
değişik yollar deniyorum

ne şimdi bu
mütevazi olmakmı
eğlence çadırında
4000 kişilik düğün yapmak
hemde türk ülkesinde
arap düğünü yapıyorsunuz
utanmak
evet
utanmak


tesettür modacıları
sizleride yok sayıyorum
vizyon
denilen şey sizde yok
giydirdikleriniz
first leydi - ailesi
en üsttekiler
daha
yukarıda kimse yok
grace kelly e yakışabilecek
elbisenin
içine dik yakalı kazak giydirmek
nasıl birşey

insanlar
gazete okumalılar
dergileri karıştırmalılar
kitap okumalılar
düşünmeliler
müzik dinlemeliler
merak etmeliler
soru sormalılar
ne yanlıştır bilmeliler
samimi olmalılar
evet
illaki samimi olmalılar

benim gördüklerim
ılımlı falan değil
bayağı
suudi görüntülerdi

14 Ekim 2007 Pazar

Bahçem


Aralarından incecik ışıkların aktığı yağmur yüklu bulutlar, gökyüzünde birbirleri ile oynaşarak ilerliyorlar. Grinin tonlarından oluşan bu zemine, kırların ve ağaçların yeşili yanıt veriyor. Uzun kavakların dallarında şıkır şıkır ziller çalan yapraklar, rüzgarların gittigi yerlere gidemeseler de, rüzgarların olduğu yerlere ulaşmaya çalışıyorlar.

Iri yağmur taneleri su birikintilerinin üzerinde hava kabarcıkları yaparak düşmeye başlayınca, göğün biraz sonra boşalacağını anlıyorum. Tek tek yaprakların üzerine düşen ilk yağmur tanelerinin onları piyanonun tuşları gibi titretmesi; sonra yavaş yavaş yeşil yaprakları okşayıp, silip, temizleyip otların üzerinde son notalarını çalması hoşuma gidiyor.

Hazan bülbülünün nağmelerini işittiğimde, hemen iri iki taşı üst üste koyuyor, üzerine oturuyorum. Boylece yaşamımda bir dikili taşım ve bir bahçem olmuş oluyor.

Nasil ki güller bütün çiçeklerin güldüğü zamanda gülerlerse, kamelyalar da hiç kimsenin gülmediği bir zamanda gülerler. Hazan bülbülleri de tıpkı kamelyalar gibi bütün kuşların hecelerle konuştuğu bu mevsimde şarkılar söylüyorlar.

Halbuki bahara ne kadar çok zaman var. Biz, malta eriklerinin çiçeklerini farkedemeden mimozaların çiçeklerini bekleyecegiz. Bu arada yağmurlar, karlar yagacak; üzerimizden ordek sürüleri geçecek; pencerelerimize kuzey ülkelerinin kuşları konacak.

Birgün birdenbire bademlerin dallarının şişip parladıklarını, tomurcuklandıklarını ve ilk çiçeklerini açtıklarını görüp heyecanlanacağız. Ardından can erikleri, kirazlar, nisanın ortasında vişneler, mayısın basında akasyalar çiçek açacak. Akasya agaçlarının kokuları altında bülbüller dinlemek, akasya çiçekleri yiyip sonra seni öpmek.

Sonra ayva çiçek açacak, yaz gelecek.

●●●

Serin taşların üzerinde dalıp gitmişim. Bir kuş gelip bahçeme konuyor. Saşırıyorum. “Saşırma, *Yüreğinde yeşil bir dal saklarsan, şarkı söyleyen kuş gelecektir.” diyor. (*Çin Atasözü)

●●●

Serin taşların üzerinde dalıp gitmişim. Bir kuş gelip bahçemdeki en kuru dala konuyor. “Saşırma. Eger yeşil bir dala konsaydım, benim şarkılarımı duyan Fink Fink yaprakların arasında benim süslü parlak tüylerimi göremez. Nerede olduğumu bulamazdı. Bak, göreceksin, Fink Fink buraya geldiğinde bu kuru dal da yeşerecek.” diyor.

●●●

Serin taşların üzerinde dalıp gitmişim. Cep telefonum çalıyor. Mehtap “Fatih aklıma geldi de hemen söyleyeyim dedim. Benim arkadaşlarımın Tofu adında bir blogları var. Bir göz atarmısın?” diyor.

“Iyi de, zaten ben simdi Tofu’ya bahçemi yaziyorum” diyorum.


Fatih Mika


10 Ekim 2007 Çarşamba

MUTLU YILLAR INDRANI...

Sevgili Indrani,

Doğum günün kutlu olsun, için huzurlu, yüreğin aşk dolu ve yolun aydınlık olsun. Halil Cibran'ın bu çok sevdiğim öyküsünü sana hediye etmek istedim, umarım hepimiz öz lisanlarımızı tekrar hatırlar ve dinleriz.

Sevgiler,



Başka Lisan - Halil Cibran

Ben doğduktan üç gün sonra beşiğimde ipekliler içinde yatar ve etrafımdaki yeni dünyayı şaşkın bir korkuyla izlerken annem sütanneme, "Bebeğim nasıl?" diye sordu.

Ve sütannem cevapladı, "İyi, hanımefendi, bugün üç defa emzirdim; bu kadar küçükken bu kadar neşeli olan bir bebek daha görmedim."

Ve ben kızıp bağırdım, "Bu doğru değil anne; yatağım çok sert, emdiğim süt ağzıma acı ve memenin kokusu burnuma kötü geliyor, çok rahatsızım."

Ama ne annem, ne de sütannem beni anladı; çünkü konuştuğum lisan gelmiş olduğum dünyadandı.

Ve hayatımın yirmibirinci gününde vaftiz edildiğim sırada rahip anneme, "Oğlunuz bir hristiyan olarak doğduğu için çok mutlu olmalısınız." dedi.

Ve ben şaşırdım ve rahibe dedim ki, "Öyleyse cennetteki anneniz mutsuz olmalı, çünkü siz bir hristiyan olarak doğmadınız." Ama rahip lisanımı anlamadı.

Ve yedi ay sonra bir kahin bana baktı ve anneme, "Oğlunuz bir devlet adamı ve büyük bir lider olacak" dedi.

Fakat ben haykırdım, "Bu kehanet yanlış, çünkü ben müzisyen olacağım ve müzisyenden başka hiçbirşey olmayacağım."

Ama o yaşımda bile lisanım anlaşılmadı. şaşkınlığım çok büyüktü.

Ve otuz üç yıl sonra annem, sütannem ve rahip öldü (Tanrı'nın rahmeti ruhlarının üstünde olsun), kahin hala yaşıyor. Ve dün tapınağın kapısında ona rastladım ve konuşurken bana, "Sizin büyük bir müzisyen olacağınızı herzaman biliyordum. hatta siz daha bebekken gelecekte ne olacağınızı söylemiştim." dedi.

Ve ona inandım, çünkü artık ben de diğer dünyanın lisanını unutmuştum.

9 Ekim 2007 Salı

İndrani'nin Dogum Günü (10 ekim )



Sevgili İndrani

Yeni yaşın sana kalbinden geçen tüm güzellikleri getirsin dilerim.. Yolun hep maceralı, ama hep aydınlık olsun, öğretsin, huzur versin içine.. Hayata bakışın farklı olsun herkesten, bizi de-seni de güldürsün içten içe... Farkındalığın yüksek, aynaların içine doğru dönük olsun. Geçtiğin yollardaki manzaralar içini ısıtsın, mutlu etsin.. Aşk olsun sonra ve aşk olsun aldığın her nefeste, yaptığın işte, baktığın herşeyde.. Meleklerin hiç yalnız bırakmasın seni.. Ve tabi dostların olsun seni gönüllerinden sevsinler aynı bizim seni çook sevdiğimiz gibi..


İyi ki doğdun canım...
Güzel bir yaş geçirmeni diliyorum gönülden...
Mutlu ve aydınlık....

Aynaya bakarak....


Aynaya bakarak taklit ediyorum o anı... Gözbebeklerim büyüyor önce..” inanmiyorum.. gerçekten mi” diye soruyorum birkaç kez kendi kendime.. Kocaman oluyor gözlerim.. Aklım hala almıyor “nasıl” olduğuna.. Sonra ellerimle açık kalan ağzımı kapatıyor, şaşkınlığımı gizliyorum kendime. ” Aaa bak ya” diye diye... Kalbim daha hızlı atmaya başlıyor.. Gözlerim doluyor bir anda mutluluktan.. Elimi kolumu koyacak yer bulamıyorum..”Biraz oturayım bunu hazmedemeyeceğim böyle diyorum.” Gülümseyerek “ bak ya Tanrı’nın işine “ diyorum hala yarı inanır –yarı kandırılmışım gibi.. Gülümsüyorum.. İçimdeki herşey akıp gitmiş gibi.. Koca bir boşluk, bir anda büyük bir mutlulukla dolmuş gibi.. Gözlerim dolarak gülümsüyorum.. Deli gibiyim... İçim dolu dolu oluyor böyle.. Mutlu mutlu...Çok ağlamak istiyorum sonra.. Bu kez de mutluluğa ağlamak..”Şans mı –kader mi” diyorum..Tüm evren çok güzel geliyor ve ben herkesi kucaklamak istiyorum o anda... İçim içime sığmıyor.. En yüksek dağı aşabilecek, en derin kuyuya korkusuzca girebilecek kadar cesur hissediyorum kendimi... Mutluyum çünkü... Evren beni hediyelendirmiş... Sefasını sürüyorum bir gözlerimi silerek, bir gülerek, birden güçle doluyor içim.... İnancım artıyor mucizelere bir daha ... Teşekkür ediyorum...

Kimlere haber versem.. Nasıl versem diye düşünüyorum... Nasıl muzurluk yapsam... Sevinirler mi benim kadar... Haberi verdiğim andan sonra, sessiz kalıp onları dinleyeceğim geliyor aklıma.. Ne derler ki? Kalpleri benimle bir atar mı ki o anda... Annemin gözleri dolar.. Hisseder miyim ki... Babam gururlanır kesin tok tok konuşur... Ablam benden daha sağlamcıdır.. Kafası karışır.. Güçlü kalakalır yeşil gözlerini kocaman açıp sanki.. Selma, kocaman gülümser, içi sevinir biliyorum... Sonra siz varsınız haber verilecek.. Aklıma geliyor.. Tüm bunlar aklıma geliyor..Aynanın başındayim..

Bilkent üniversitesinde hazırlıkta okuyordum.Yeni yetme üretkenliğim hazırlıkta ingilizce okuyarak ölüyordu.Okulu sevmiyordum. Çünkü Hacettepe Güzel Sanatları kazanmak için 4 arkadaş iki yıl boyunca Muharrem Pire’nin atölyesinde ders almıştık. Beraber herşeyi yapıyor,beraber hayaller kuruyorduk. Öyle öz güvenliydik ki, hiç ayrılmayacağız sandık..2 kişi sınavı alabildi.Onlardan biri değildim.. Bilkent Üniversitesi Grafik Tasarım bölümüne girdiğimde hala tatmin olamamış ve mutsuzdum. Üzerine çiçeklerini kendi çizip boyadığım hippi kot pantolonumla , yeni yetme teyze görünümlü topuklu kızların arasında şaşkın kalmıştım. Ellerimde çıkmamış boyalar vardı,ojeler yerine... Arkadaşlarımı ve gerçekleştiremediğim hayallerimi özlüyordum.. Bir derste, çocuğun birinin kaş- göz oynatıp, elinde arabasının anahtarını sallayarak bana kur yaptığını algıladığım an, tekrar denemeye karar verdim.Tüm motivasyonum bu oldu..O yaz evde karşıma aynayı koyup, desen çizdim durmaksızın.. Ailem benim hayal kırıklığımın farkındaydı. Ama onlara hiçbirşey söylemeden, tatilden Ankara’ya dönüp gizlice sınava girdim. Sonra sınava girdiğimi unuttum..Ya olmazsa... Ayrıca önümde hazırlık atlama sınavım vardı halledilmesi gereken.. Güzel sanatlar sınav sonuçları açıklandığı günü tamamen unutarak yaşadım. Kursa beraber gittiğim yakın arkadaşlarımdan birinin telefonu ile o gün sonuçların açıklandığını öğrendim. “Gel de bak nereyi kazanmışsın” dedi sadece.. Heyecanlanamadım.. Heykel bölümünü kazanmışsam gidebilir miydim ki Hacettepe’ye diye düşündüm... Nereyi kazanmıştım ki.. Korkuyordum.. Bir kez o listede adımı görememenin verdiği umutsuzluğu tatmıştım çünkü..

Servise atlayıp, Üniversitenin yolunu tuttum..Bu okulu, taze hayallerimi ve onlara sahip olabilecek miyim diye çok düşündüm yol boyu.. Listeler rektörlük binasında asılıydı.Rektörlük binasına gitmeyi olağanca geciktirdim.. Bir çay aldım, sevdiğim bahçeye bakan bir bankta oturmaya başladım.. Etrafta sınavı kazanan mutlu yüzlerin yanında, kazanamayan çaresiz bakışları inceledim uzun uzun.. Hangisiydim.. Artık mesai saati son bulup, etrafta kimseler kalmadığı bir zaman diliminde listenin olduğu binaya doğru ilerledim.. Listelerde toplam 80 kişi vardı.. Her bölüm için 20 kişi almışlardı.. Derin bir nefes alıp, kendimi aramaya başladım.. Izdırabımı daha çok arttırmak için, Heykel bölümünden başladım parmakla aramaya.... Yoktum o listede.. Listede olmama hissini bildiğim için, bir yıl önceki aynı sızıyı hissettim içimde.. Arkadaşım dalga mı geçmişti dedim içimden.. Sonra hızlıca her isme bakıp, titreyerek merdivenlerden servis yolunu tuttum.. Dayanamayacaktım.. Elim ayağım durmuyordu.. Servislerin olduğu durağa vardığımda ne düşündüğümü hatırlamıyorum. İçimde ne ile savaştığımı ya da..Zaman durmuş..Kalbim atıyordu sadece, korkuyla, heyecanla, ümitsizlikle.. Üzerime çullanarak, bana sarılan bir beden beni kendime getirdi.. ”Kazanmışsın işteee...baktın mııı” diye bağırarak sarılan... “Bakmadım neyi kazanmışım” diye sordum artık çaresizce... Açlıktan dilenen biri gibi yardım istiyordum aslında.. Bakamadım...”Söyle n’olur..söyle hangi bölümü” Gözlerim dolarak soruyordum.”söylee”..

O an aynı tanımladığım mutluluğu dalga dalga içimde hissettim .. Ağlamakla karışık gülmek, inanamamak, yığılıp kalacak gibi olmak, kalp çarpıntısıyla binlerce teşekkür etmek evrene ve herşeye..Yeni hayaller kurmak, eskilerini de içine gerçekten katarak... Eve gitmek tüm toefl kitaplarını yırtarak kurtuldum sizden diye haykırmak... Bin bir düşünce... Sonra Annemin ağlayan sesi, Babamın tıkanışı telefonda, Ablamın hala sakladığım duygulu mesajı..

Böyle bir heyecan az mı yaşanıyor artık bilmiyorum.En son Selma’nın hamilelik haberine duygulandım böyle.. Ağlamakla karışık gülmek.. Mutluluk hissetmek duygulana duygulana.. Biri “ ne oldu biliyor musun? -bir haberim var sana ” dediğinde içim korkuyor..”Kötü haber değil değil mi ” oluyor ilk tepkim... Ben mi suprizlere tıkadım hayatımı..Yoksa sizde böyle misiniz benim gibi.. Hayat korkutuyor mu hep kötü haberler duyar olduğumuzdan yoksa.. Uzun zamandır böyle bir mutlu suprizin hayalini kuruyorum ben işte. Ne olacağını bilmiyorum. O haberin ne olacağını gerçekten bilmiyorum.. Supriz melekleri bu akşam bir de beni yazılı duysunlar diye yazıyorum.. Meleklerim, beni görseniz aynadaki taklidimde çok başarılıyım.. Hazırım yani.. Geçen gün dişlerimi fırçalarken taklide o kadar kendimi kaptırmışım ki, içim böyle mutlu mutlu, gözlerim dolarak gittim yatağıma..

Hayat gerçekten suprizlerle dolu... Bende çağırıyorum işte... Kafamda boş boş yaptığım hesapları al aşağı etsinler her defasında... Ben hazır aynada taklitlerle ve gerçekten inanarak suprizin yerini yaparken, ve hatta Aynadaki taklidimle Oscar’ı bile alabilecekken... Çağırıyorum.. Sonra bu taklit ile sevinecek bir sürü şey buluyorum gözlerimi dolduran.. Hayal edebiliyorum ya hiç olmazsa...bu bile yeter diyorum sonra.. Ve gönülden teşekkür ediyorum her güne ve yaşadığım suprizlere...

Hayat~;

Suprizlerini eksik etme bizlerden..
Onların farkında olmak yüceliğini bilelim hep.
Bak sonuna kadar açtım kapılarımı ...
Taklitte yapmayacağım söz..
Sadece beni şaşırt her defasında..
Böyle mutluluktan dola dola taşayım...
Belki Teşekkürüm az kalacak her defasında ..
Çünkü denk gelmeyecek içimde ki o kocaman mutluğuma..
Ama inan, O kadar sahici olacak ki o mutluluk
Hiç üzülmeyeceğim Oscar’ı almadığıma...


7 Ekim 2007 Pazar

Roma Leonardo da Vinci Havaalanı


İstanbul’dan, Aksanat’ın Cep Sanat Galerisi’nde açtıgım sergimden donuyorum. Elimde dosyalar, dosyalarda gravurlerim var. Bu sık sık yaptıgım bir sey degil. Genellikle İtalya’ya, geriye gravur getirmiyorum.

Her sey olagan bir sekilde giderken gumruk memurlarından biri “O dosyalarda ne var?” diye soruyor. “Baskı” diyorum. “Aç bakalım” diyor. Dosyaları açıyorum. Yuz tanenin uzerinde gravur ve bes tane de bakır kalıp var. Gumruk memuru ters bir adam. İnatlasmaya baslıyor. Bu durumda benim yapacagım hiçbir sey yok. “Esyalarını al beni takip et” diyor. İç taraflarda bir odaya gidiyoruz. Baska gorevliler de geliyor. Bana gravurlerin bedelini soyletmeye çalsıyorlar. Ticari degerleri olmadıgını. Bunları yapmak için kagıt, bakır levha ve murekkebe harcadıgım parayı soyluyorum. İnanmıyorlar. İçimden “ayıkla princin tasını” diyorum.

İtalya gibi bir sanat ulkesinde; onca galerici, sanat elestirmeni, akademi, muze varken; benim gravurlerimin bir degeri oldugunu bir gumruk memuru kesfediyor. Buna ben de sasiriyorum.

Bulundugumuz odada uç masa var. Bir tanesinin uzeri daha once yakalanmıs, kucuk torbalar içine konulmus, uzerleri etiketlenmis uyusturucularla dolu. Bir memur bunların arsiv isiyle ugrasıyor. Bir ara basını kaldırıp diger memura “tamam diyor uç ayrı çesit uyusturcu, fakat toplam agırlıgı suça giriyor. Oysa hakim tek tek degerlendirmis. O zamanda suç olmamıs”

Odaya kurt kopekleriyle gumruk memurları giriyor, çıkıyor. Uyusturucu ile yakaladıkları iki İspanyol gencini getiriyorlar. Yakaladkları uyusturcuları benim gravurlerimin uzerine koyuyorlar. Isyan ediyorum. Buradan ayrılırken tekrar kopekler tarafından durdurulmak istemiyorum. Uyusturucuları hemen dosyalarımın uzerinden kaldırıyorlar.

Beni bırakmıyorlar.

Bir de beni, gravurlerime “litografi” demeye zorluyorlar. Cunku “baskı” deyince akıllarına litografi geliyor. Oysa uç kagıtçı sanat tuccarlarının butun orta sınıflara ve bu gumrukçulere de litografi (tas-baskı) diye benimsettikleri sey aslında sanatçı imzalı ofset tıpkı-baskılar (reproduksiyon). Yok diyorum bunlar asit oyma, kumlama, aratonlar teknigi, seker-çini. Zaten onlerinde bakır kalıplar da var. Hayatta en iyi bildigim islerden biri olan gravuru yeni dogmus cocuga bile anlatabilen ben; bunu gumruk memurlarına degisik tekniklerle yapılmıs yuzden fazla ornek ve bes bakır kalıpla anlatamıyorum. Gravurlerimi zabıtlara “litografi” olarak geçiriyorlar. Ve ben de sanat eseri kaçakçısı oluyorum. Daha sonra çok bilmis bir uzman “litografi”lere ciddi bir maddi deger biçiyor. Fakat bu uzmanın adını butun çabalarıma ragmen bulamıyorum. Yılda 35 milyon turistin bu sanat sehrine gelirken kullandıgı Leonardo da Vinci Havaalanı’ndayız. Benim gravurler uzmanların elinde tasbaskı oluyor.

Roman olabilecek kadar çok malzemeli bu oyku dort yıl suruyor. Gravurlere artık uzulmuyorum. Nasıl olsa yenilerini basıyorum. Uzuldugum, bes tane kalıbım. Cok sevdigim bu bes kalıp baskalarının eline geçmesin istiyorum. Bu kalıpları benden baska kimsenin kullanma hakkının olmadıgını, hatta imha etmeyi oneriyorum. Inanilmaz bir burokrasi, birçok dostum bana yardım ediyor. Hele hele gumruk memuru olan bir arkadasım kimligini belirtmeden benimle birlikte kaç defa o burolarda dolasıyor, meslektaslarına yanlıslarını anlatıyor. Fakat sonuç alamıyoruz.

Artik oyku kullenmeye yuz tutmusken TUYAP Sanat Fuarına Roma’lı Cagdas Sanat Galericileri Birligi (ARGAM) ile katılıyorum. Bizimle birlikte Heykeltras Gabriele de var. Bir sohbet sırasında Roma Havaalanı’nda ki Gumruk mudurunu tanıdıgını soyluyor. Derdimi anlatıyorum. Romaya dondugumuzde gidip bir soralım diyor.

Roma’ya dondukten sonra Gabriele ile birgun sozlesip havaalanına, arkadası gumruk mudurunu bulmaya gidiyoruz. Yanımda dort yıllık yazısmaları da goturuyorum. Tekrar butun yazısmalara bakıldıktan sonra çok geç oldugunu ve yapılacak bir seyin kalmadıgını soyluyorlar. Ama diyorlar ki. “Siz yine de bu isten sorumlu olan buro ile konusun ve gravurlerin ne zaman açık arttırmaya çıkarılacagını ve açık arttırmada sizin dosyalarınızın ayırılmasının olanaklı olup olmadıgını bir sorun.

Gabriele ve ben gidip benim isle ilgili buroyu buluyoruz. Kapıyı çalip kendimi tanıtıyorum. Fizik olarak degil ama dort yıllık yazısmalardan beni hemen tanıyorlar. Cok insani bir sekilde sorunu bu noktadan sonra nasıl çozebileceklerini dusunuyorlar. Karsılarında sanat eseri kacakçısı olmadıkları her hallerinden belli etten kemikten iki sanatçı var. Ilk once gravurlere biçilmis fiat artı yuzde yirmi gumruk vergisini cok uzun vadeli taksitlere bolmeyi oneriyorlar. Ben, samimi bir sekilde artık gravurleri degil de kalıpları dusundugumu, kalıpların manevi degerinin benim için çok buyuk oldugunu, bir baskasının eline geçmemesi gerektigini soyluyorum. Fıatı indirmeye çalısıyorlar. Yanımda besyuz eurom var diyorum. Bir sesizlik oluyor. Burodan sorumlu mudure ve yardımcısı bayan “Bizi bes dakika yalniz bırakın, sizi bes dakika sonra çagıracagız.” diyor.

Biz Gabriele ile birlikte ameliyathane kapısında bekler gibi buronun onunde bekliyoruz. Bir muddet sonra kapı açılıyor bize buyrun diyorlar.

Yeni bir teklif yapıyorlar. Once ben, ilk basta gravurlere biçilen fiat artı yuzde yirmi gumruk vergisini odeyip gravurlerimi ve bes kalıbı almaya gelmis olacagım. Sonra depoya gidip dosyaları aldıgımızda bu geçen dort yıl içinde gravurlerin rutubetten zarar gormus oldugunu tespit edecegiz. Zarar gormus gravurleri almam olası olmadıgı için kalıplara besyuz euro odeyip sadece kalıpları alacagım. Fakat gravurleri orada imha edecegiz.

Kabul ediyorum.

Havaalanının postahanesine gidip bana verilen hesap numarasına besyuz euroyu yatırıyorum. Sonra dosyaları depodan alıyor buroya giriyor kapıları kapatıyoruz. Gabriele ve ben yuzlerce gravurun ortasına oturup gravurleri mudure hanımın ve yardımcısı bayanın gozleri onunde yırtmaya baslıyoruz. Butun buro yırtık gravur parcaları ile doluyor. (Benim gozlerimi soylemeyeyim.) Mudure hanım bir gravuru gosterip “Ne kadar guzel” diyor. Henuz yırtılmamıslarından bir desteyi alıp yuksek bir dolabın ustune koyup odaya giren birisi olursa mudure hanım ve yardımcısı bu isten zarar gormesinler diye arka taraflara itiyorum.

Bir ara duvarda çarmıga gerilmis İsa Peygamber ile goz goze geliyoruz. İsa Peygamber çaresiz “Goruyorsun hala çarmıha çivili durumdayım, benim yapabilecegim bir sey yok. 2000 kusur yıldan beri Hristiyan Alemi de beni çarmıhtan kurtarmak istemiyor.” Diyor.
Fatih Mika
*

4 Ekim 2007 Perşembe

Düşlerimdeki Yaşam - 6

Sevgili dostlar, sizler değişen zamanın ve zaman içinde herşeyin değiştiğinin farkındasınız, hiçbirşey aynı kalmıyor ve sizler bu değişime uyum sağlamakta zorlanıyorsunuz. Sadece kendinizi değişime hazır hissedin ve açın, gelen değişimleri yorumsuzca kabullenin ve izleyin. Kabullendikçe anlayacak anladıkça idrak edecek ve idrak ettikçe özümseyeceksiniz ve değişime adapte olup yaşam şekliniz haline getireceksiniz.

Sizler değişen dünyanın içinde eski kalıplarla yetişmiş bireyler olarak değişime uyum sağlamakta zorlanmaktasınız. Ancak değişim kaçınılmazdır ve olacaktır, ancak eski düşünce ve duygu kalıplarınızı bıraktığınız takdirde değişime uyum sağlar ve yaşamınızı kaostan kurtarabilirsiniz. Hertürlü değişimi yorumlamadan ve yargılamadan kabul edin ve açık olun, kabullendikçe anlar anladıkça idrak edersiniz ve yaşamınıza adapte olur.


Sizler bu yeni dünyanın eski varlıkları olarak çok önemli bir göreve sahipsiniz. Yeni dünyanın yeni varlıklarına evsahipliği yapmaktasınız. Henüz çok genç olan yeni varlıkların sağlıklı gelişimi ve sağlıklı adaptasyonu için üstlendiğiniz görevi ciddiye almalı ve değişime istekli ve hazır olmalısınız. Onlar sizin sevgi ve şefkatiniz ile adaptasyonlarını gerçekleştirirken sizlerin de yeni dünyaya adapte olmanız da çok önemli etkileri ve faydaları olacaktır.

Onlar için tek yapmanız gereken yollarını daima açık tutmanız, onları engellememeniz ve en önemlisi derin sevgi ve şefkatinizi daima beslemeniz, esirgememenizdir. Sizler ve onlar birlikte gelecek dönemlere çok önemli bir altyapıyı sağlam bir şekilde hazırlamakla görevlisiniz.


Artık eski dünya kalıpları geçerliliğini yitirdi, sizin yetiştiğiniz hiçbir kalıp geçerli değil. Yaşam aynı devam ediyor gibi görünse de, yaşamın ana kuralları genel çerçevesi aynıdır, ancak o çerçevenin içindeki detaylar bambaşka bir yapıya dönüştüğünden ve bütünü oluşturan detaylar olduğundan başarılı ve sağlıklı bir yaşam için temel kural, bu detayların yani bütünü oluşturan duygu ve düşüncelerin daima izlenmesi kontrol edilmesi ve düzene uygun olması şartıdır. Sizler ve bizler bu yeni nesil için bunu yapmak zorundayız, dünyanın geleceği buna bağlıdır.

Şimdilik sadece izlemeyi ve değişimi kabullenmeyi ve istekli olmayı sürdürmeniz yeterli, göreceksiniz ki herşey olması gerektiği şekilde olması gerektiği zamanda zaten olacaktır. Sizlerin ellerindeki gücü artık anlamanız ve kabul etmeniz için zaman zaman önünüze fırsatlar çıkmakta, lütfen daima uyanık ve farkında olun, bu fırsatları iyi değerlendirin.
29.07.2006

***

Sevgili dostlar, sizler için yeni mesajımız sizlerin çocuklarınız ile olan bağınız birliğiniz hakkında.

Sizler bilmelisiniz ki artık çocuklarınız sizlerin çocuklarınız değil sizler onların çocuklarısınız. Artık sistemler, eski duygu ve düşünce kalıpları değişti demiştik hatırlarsınız. Artık sizlerin çocuklarınıza öğretecek pek birşeyiniz yok çünkü onlar zaten herşeyi biliyorlar, sizlerin onlardan öğreneceğiniz çok şey var. Onların görevi sizleri, siz yetişkinleri eğitmek ve yeni dünyaya hazırlamak.

Onlar için yapabileceğiniz en önemli şey onlara derin sevginizi vermeniz ve saygılarınızı esirgememeniz. Onlar çok daha üstün ruhlar ve saygılarınızı hak ediyorlar. Onları ne kadar sever ve sayarsanız bilin ki sizler daha fazla sevilecek ve sayılacaksınız.

Onlar için bu dünya çok basit ve sıradan, kolaylıkla tüm öğretilerinizi aşıp öğretme düzeyine geçebilecekler yeter ki onlara saygı ile yol verin, açın yollarını ve güveninizi esirgemeyin. Bizler sizlere zaman zaman ihtiyaç duyduğunuzda yardımcı olmaktayız ve bilin ki yardıma devam edeceğiz.
01.08.2006

3 Ekim 2007 Çarşamba

SESLER, YUZLER, SOKAKLAR...

Antonio telefonda ogleden sonraki isinin iptal oldugunu ve istersem Federico’yu onun okuldan alabilecegini soyluyor. Yani bu, ben bu ogleden sonra ne istersem onu yapabilecegim demek. İcimdeki benler hemen gorus bildirmeye basliyorlar. Anne ben “iyi bir supermarket alisverisi yapilabilir, bu arada Federico’ya havuz icin yeni bir mayo ve bornoz gerekli” derken, kadin ben “hemen kuafore kos, sansin varsa belki manikur bile yaptirabilirsin diyor, doktor ben “Superior Sanità Enstitusunden alacagin yayinlar icin uygun zaman” diye araya giriyor. İcimdeki Mehtap hep sona kalmaya aliskin, “bugun senin canin ne cekiyorsa onu yap” diyor. Neyseki icimdeki benler birbirlerini seviyorlar ve iyi geciniyorlar. Canim ne cekiyorsa onu yapmayi seciyor ve arabama binip, Soz Vermis Sarkilar (Murathan Mungan) albumunu suruyorum cd playere ve Roma’nin guneyine dogru gidiyorum.

Biz Roma’nin guneyinde yasiyoruz. Evimizin yakininda benim sevdigim Viale Europa, onun kestigi Viale Beethoven’in sonundaki meydanda Roma’nin en bilinen cafelerinden Palombini var. Ogleden sonrama orada baslama karari veriyorum. Cantamda henuz okumaya basladigim Yuzyilin Asklari (Can Dundar) var.

Begonvillerin altinda bir masaya oturuyorum ve bogurtlenli vanilyali bir cay istiyorum.
Kitabimi aciyorum ama okumak ne mumkun. Etraf kadinlarin kendi aralarinda “fico” diye tanimladiklari hos erkeklerle dolu. Hepsi aksam uzeri olmasina karsin, henuz dustan cikmis ve giyinmis kadar “fresh” gorunumlu, gomleklerinin kollari, mutlaka ceketlerinin kolundan daha uzun olan, cogunlukla kol dugmesi kullanan, hemen herzaman bronz tenli, bakimli elli, sampanya ya da hardal rengi tertemiz ayakkabili, mutlaka heryerde gunes gozlukleri gozlerinde olan, cok gerekliyse gozlugu baslarinin ustune degil de, burunlarinin altina kaydiran, hosluklarindan cok emin hos erkekler “fico”’lar.


Benim de gunes gozlugum gozumde ve kitabimi okuyormus gibi yapiyorum, bir yandan da cayimi yudumluyorum. Fotograf makinem cantamda ama neredeyse cantam kadar buyuk makineyi cikartirsam, herkesin caktirmadan birbirini suzdugu bu ortamda farkedilecegimi biliyorum ve hic tesebbus bile etmiyorum. Yan masada birbirlerine hic bakmadan sessizlige gomulmus bir cift oturuyor. Erkek cep telefonu ile oynuyor, kadin fincani ceviriyor tabaginda.. “Ne zaman baslar ayriliklar, dostluklar biter.. ne zaman? “ diye soruyor Murathan Mungan.. Iki masa otede, orta yasli, gorenek sahibi olduklari her hallerinden belli iki bayan dondurma kup yiyorlar, bir yandan da bir albumun fotograflarini ceviriyorlar. Ya torun ya tatil fotografidir diye dusunuyorum icimden..

Kalkip bir ucunda Palazzo dell'Esposizione (sergi sarayi), diger ucunda Palazzo dei Congressi (Kongre Mergezi) olan meydanda birkac fotograf cekiyorum. Siyah buyuk bir jipin icinden bir erkek bana gulumsuyor. “Sizi cekmiyordum diyorum”. “Evet, henuz tarihi eser sayilacak kadar yaslanmadim” diyor. Zaten bu meydanda en eskiler Mussolini zamanindan kalma.




Viale Europa’ya dogru iniyorum. Piyasa saati. Cadde dopdolu. Butun cafeler civil civil.. Milyonluk giysiler vitrinlerden, kurusluklar tezgahlardan alicilarina bakiyor. Yolun sonundaki kilise belliki tamir goruyor. Kilisenin ustune giydirdikleri elbiseye bakiyorum.. Gulmek geliyor icimden. Simgesi kaplumbaga olan bir canta markasi bu.


Viale Europa’dan gole dogru kivriliyorum. Caddenin adi Viale America.. Orasi da civil civil.. Gunun son gunesli saatlerini cimenlere yayilarak geciren gencler, torun gezdiren buyukanneler-buyukbabalar, yalniz yasayan yaslilar ve parali da olsa yine de onlarin can yoldasi olan yabanci bakicilar var burda da. Golun sulari isil isil.. Bir bankin uzerine oturuyorum. Ben de bu goruntunun bir parcasiyim simdi diye dusunuyorum. Benim onlari gordugum gibi, beni de birileri goruyor. Kitabi acik, ama kitabindan baska heryere bakan hos bir kadin olarak tanimlanabilirim herhalde.

Eve dogru yola cikiyorum. Yari yolda, tam da onlari dusunurken, Federico ve Antonio’yu yolun kenarinda goruyorum. Ben yavaslar yavaslamaz butun arabalar birden korna calmaya, ellerini kollarini sallamaya basliyorlar. Elimi camdan cikarip, yavas yavas yavas diyorum birkac kez. Hepsinin cinleri tepesinde olmali, anlamazliktan gelip bagirmaya devam ediyorlar.

Evde gorusuruz diye opucuk yolluyorum Federico’ya. Murathan Mungan cd’sini aciyorum yine. Zuhal Olcay, sesler, yuzler sokaklari soyluyor.

Bazen durmak ve sakin sakin etrafa bakmak gerek gunes gozluklerinin arkasindan bile olsa .. Sesleri, sokaklari, yuzleri gormek gerek bazen.. Bazen yavaslamak, ritmi yavaslatmak, goruntunun parcasi olmaya firsat vermek gerek bazen..

Mehtap Pasin Gualano

Roma’ 3 ekim 2007