30 Eylül 2007 Pazar

Fink Fink 2

bir küçük kuş kalbim
telden kafeslerin içinde
yeşil yaprakların uzağında
kırların uzağındayım şimdi

Michele’nin karisi kahveleri getiriyor, Fatih ne kahveye ne de kahveyi getirene bakiyor. Fatih beni suzuyor.

Bir ara yine kendi aralarinda konusuyorlar, gulusuyorlar bagirisiyorlar. Ama Fatih’in bir gozu hep bende. En sonunda “Michele, bu ne guzel ispinoz” diyor. Michele de “Istiyorsan al” diyor.

Kucucuk bir karton kutunun icinde kucucuk deliklerden nefes alarak Fatih’in evine variyoruz. Ambra, kahramani fok olan bir film izliyor, fokun adi “André”. Kutudan cikip yeni kafesime girdigimde Ambra benim kafamin renkleri ile fokun kafasinin renkleri arasinda ki benzerlegi farkedip benim adimi André koyuyor.

Cok buyuk ve tertemiz bir kafes,. Kafesin alti kumla kapli. Sivrisinekler beni rahatsiz etmesin diye Fatih kuma sardunya kokulari damlatmis. Michele’nin kafeslerinde ki gunlerden sonra kendimi sarayda hissediyorum.

Fatih az anasinin gozu degil. Bana cok iyi bakiyor. Kirlarda nasil yasadigimi, neler yedigimi, neleri sevdigimi biliyor. Ilkbaharda bana tohumlar cimlendiriyor. Nereden buluyorsa ari larvalari buluyor.

Ben zevkten dortkose en guzel sarkilarimi otuyorum. Cosetta sabahlari benim sesimle uyanmaktan rahatsiz Fatih’e “Gotur bu teneke gurultusunu, rahat rahat uyuyamiyorum” diyor. Ben cok uzuluyorum sarkilarimi guzellestiriyorum ama fayda etmiyor.

Fatih asik. Fatih herseyi seviyor. Kuslari seviyor, cicekleri seviyor, baliklari seviyor, sanati seviyor, kadinlari seviyor, kavga etmeyi seviyor. Fakat en cok benim Fink Fink icin soyledigim karsiliksiz ask sarkilarimi seviyor. Bu sarkilarda hersey var. Su sesleri, yaprak sesleri, akasyalarin cicek acarken cikardiklari sesler var. Bu seslerde agustos boceklerinin sanati, karincalarin isciligi Fink Fink’in yuva yapaken cikardigi sesler var. Bu seslerde mevsimler, mevsimlerin renkleri, mevsimlerin sicagi, mevsimlerin sogugu, mevsimlerin kokusu var. Bu seslerde hissedilmek, hissetmek, bugun var olup yarin olmamak var. Fatih sabahlarin korlerinde uyanip beni dinliyor. Bu seslerde onun cocuklugu, golleri, okulu kaytarmalari, lastik cizmeleri, ilk ask siirleri, yabani su sumbulleri, poyrazlar, lodoslar, lodoslarin kopuklu dalgalarina dokunan martilar, bogurtlenler, guvemler, kuzukulaklari, badem caglalari var. kirlardan dondugunde tepside buldugu annesinin yufka yufka actigi sicak ispanakli borek var.

Hic kimse, Cosetta da bu sesleri duyamiyor. Bir sabah gelip kafesimin kapisini aciyor. Ben saskin. Biraz da Fatih’e ayip olmuyor mu? Diye arkama baka baka ucup Piazza Vittorio’daki lubnan sedirinin en ust dalina konuyorum. Ne goreyim: Karsimda cocukluk askim Cink Cink var. Seviniyorum. Hem de biliyorum ki Fatih bana kizmayacak.

her seferinde böyle başlıyorum hayata
her seferinde yanlışlarla

ve her seferinde böyle aşık olurum
ne olur Fink Fink
beni bağışla

28 Eylül 2007 Cuma

HAYAT BU, BELLI MI OLUR !

Roma hava alanini o kadar cok severim ki, ne hayatimda ilk defa overbooking yuzunden ucak kacirmis olmak, ne de beraber oldugum iki doktor arkadasimin hic bitmeyen homurdanmalari keyfimi kacirabilir bu sabah. Evet kongreye gec kaliyoruz, evet ilk ucak taaaaa saat onikide, evet ustelik onda bile yedekteyiz ama oldu artik. Biz gelmiyoruz diyorlar, cocuklasmayin gidip guzel bir kahve icelim ve vitrin bakalim diyorum. Mis gibi kokan espresso ve elma recelli kruvasanlar dunyaya daha olumlu bakmamiza yardim ediyor ve kendimizi heryil ortalama 32 milyon kisinin gectigi bu parfum kokan havaalaninda, yunlerin, ipeklerin, kasmirlerin, derilerin, parfumlerin, rujlarin, sapkalarin, eldivenlerin ve tabii ki ayakkabilarin rengarenk dunyasina atiyoruz.

Milano havaalaninda hayatimizin rutininde yer almayan bir de luksumuz var. Soforumuz hosgeldiniz diyerek arabanin kapilarini aciyor ve Milano’dan Lago Maggiore (Buyuk Gol)’ye dogru yola cikiyoruz. Yolculugumuz yaklasik 1 saat suruyor ve masal kitaplarindan firlamis izlenimini veren Stresa’ya ulasiyoruz. Hemen ustumuzu degistirip kongre binasina gitmemiz gerek ama odamdan gozuken manzaraya dayanamiyorum, sezlonga uzanip 1 saat ruhumu dinlendiriyorum.. Oylesine sessiz ki ortam, sessiz diye dusunmek bile gurultu yaratiyor.

Ben dersimi evde calistigim icin biliyorum, Lago Maggiore sadece Italya’ da kalan kismi dikkate alindiginda Italya’nin en buyuk golu degil. Golun 1/3’u Elvetica Konfederasyonu sinirlari icinde. Borromee adalari uclusu (Isola Madre “ana ada”, Isola Bella “guzel ada” ve Isola dei pescatori “balikcilar adasi”) dunyanin heryanindan binlerce turisti ulkenin bu uzak noktasina getiriyor.
Elimdeki programda aksam yemegini balikci adasinda yiyecegimiz yaziyor. Sadece biran icin, kendimi sansli bir kedi gibi hissediyorum ve aksam yiyecegim baliklari dusunurken, gerine gerine ilahi tembelligin tadini cikartmak istiyorum ama, ne yazik ki Mehtap halime donup, topuklu ayakkabilarim ve olabildigim en profesyonel halimle kongreye dogru yola cikmam gerekiyor.

Kongre cok renkli, cok yuklu, cok tartismali ve cok kosusmali geciyor herzamanki gibi. Aslinda Italya’da ilk kez uygulanan bir yontemin ve bu amacla ilk kez kullanilan bir aletin uygulama grubu sorumlusu olarak orada olmam gerekiyor ve oldukca heyecanli ve gerginim ama aklim biraz da disarda kaliyor. Tartismalar uzadikca uzuyor, hava karariyor. Sadece otele kosacak, dus alip yemek icin hazirlanacak kadar kisa bir zaman kaliyor bana.

Balikcilar adasinda, deniz mahsullu risotto ile baslayan yemek gec saatlere kadar suruyor, falanghina sarabi iciyoruz, sonra Dr. Gargiullo’nun dogum gunu oldugu anlasiliyor ve teknede acilan sampanyaya otelde ikinci bir sise ekleniyor ve eglenmek icin hicbir firsati kacirmayan Italyan’lara birkez daha hayran oldugumu bildirip uyumaya gidiyorum.

Sabah kahvaltisini tek basima yapip kendimi erkenden Stresa sokaklarina birakiyorum.
Demir cagina kadar uzanan tarihi, uzerinde Celtiklerin, Romalilarin, Isvicrelilerin, Avusturyalilarin biraktiklari izlerle dopdolu bu masalsi kasabada, siyah pantolon ceketim, topuklu ayakkabilarimla cok yabanci kaliyorum sabahin bu saatinde.

Ustumde ates kirmizisi upuzun, kabarik bir elbise olsa, omuzlarimdaki yunlu sala sarilmis, alti atin cektigi bir arabayla, sagdaki fotograftaki evde yasayan sovalye sevgilime hoscakal demeye gitsem tabloya daha uygun olurdum gibi geliyor bana, ama kirmizi uzun bir elbisem olmadigi gibi, o evde hangi sovalye yasiyor bilmiyorum.
Bu arada sehir de yavas yavas uyaniyor. Vitrinler aciliyor, essiz incelikteki danteller, uclari rahibe isleriyle bezenmis carsaflar, zarif boyunlari susleyecek mucevherler, altin varakli aynalar, tablolar, porselen biblolar yeniden gune cikiyorlar.Kendime her gittigim sehirde yaptigim gibi, bir baykus biblosu aliyorum alelacele.
Ben Italya’yi seviyorum. Asla anlayamadigim ve bazen anlasamadigim yanlari olsa da, Italyanlari da seviyorum. Encok, hayati hafife alabilmelerine, gerginlikleri uzun surdurmemelerine, kendilerine vakit ayirabilmelerine, yaraticiliklarina, sergilediklari herseyi bir gorsel solene donusturmelerine hayranim. Sergiledikleri sadece makarna bile olsa....
P.S: Bu yazidan da anlasilacagi uzere, ben gezi yazisi yazma yetenegi olmayan biriyim. Gorduklerim degil de, hissettiklerim giriyorlar hep satirlara.. Eniyisi siz klasik Roma-Firenze-Siena-Milano-Venedik degil de bir Lago Maggiore gezisi planlayin.. Cok hosunuza gidecek, eminim.. Valizinize kirmizi tafta bir elbise de koyun her ihtimale karsi.. Hayat bu, belli mi olur..
Mehtap Pasin Gualano

Roma’28/09/2007

27 Eylül 2007 Perşembe

hüznüme hüzün katıyorum...




Bugünlerdeki aşkım hüzün... hüznüme hüzün katıyorum, hüzünlendikçe özlemim artıyor, özlemim arttıkça daha çok aşık olup daha çok dinliyorum...

Onunla ilk ne zaman ve nerede tanıştık tam hatırlayamıyorum ama 1991-1992 sergimde sürekli onun müziklerini dinlettiğime göre epey zaman olmuş tanışalı... Bunca yıldır hiç bıkmadan, hiç sıkılmadan ve ilk günki aşkımdan hiç eksilmeden hep aynı coşku, aynı hüzünle buluşmaya devam ettik.

Farklı dilleri konuşuyoruz, sözlerini anlayamıyorum ama çok derinden hissediyorum. Her nefesi her tınısı yüreğimin derinlerine işliyor. Sesindeki özlem benim özlemim, sesindeki acı benim acım, yüreğinden kopup gelen name benim de yüreğimden birşeyler koparıyor...


Arada bir mola veriyorum, biraz keyif depoluyorum, kendi kendime salınıyorum mırıldanıyorum Cesaria Evora ile birlikte, ama sonra gene tutkuyla ona dönüyorum ve aşkla dinlemeye devam ediyorum Amalia’yı...

Birkaç sene önce öldüğünde sanki çok yakın bir dostumu kaybetmişcesine gözlerimden yaşlar süzüldüğünü hatırlıyorum, aynı duyguyu bir de henüz 10 yaşlarında bir çocuk iken Louis Armstrong için yaşamıştım, zannedersiniz ki oyun arkadaşımı kaybettim... hala anlam veremem bu zamansız duyguya...

Amalia için o gün Portekiz’de tüm işyerleri tatil edildi, ulusal yas ilan edildi, devlet töreni ile yolcu edildi. Tüm fadolar onun için seslendirildi... Bu kez yolcu edilen denizciler değildi... Aşklarını, sevgililerini, kardeşlerini, babalarını denize yolcu eden kadınların özlemini, dönemeyenler için isyanlarını, ağıtlarını, aşklarını seslendiren, yüreklerinden taşanları dile getiren fadista kraliçesi Amalia Rodrigues idi bu kez yolcu edilen... Portekiz’in kendi küçük, sesi büyük Edith Piaf’ı...

Genellikle doğaçlama söylenen, alın yazısı anlamındaki fadolar, açık denizlere giden ve birdaha evlerine dönemeyen denizcilerin eşlerinin, sevgililerinin özlemini, aşkını dile getiren ağıtlar... içlerinde yoğun hüzün, acı ve özlem duyguları taşıyor... fado barlarda, fadistalar sahneye çıkıpta ezgilerine başladığında herşey susuyor, çatal bıçaklar bırakılıyor ve sadece havada özlem dolu hüzün asılı kalıyor...

Son haftalarda yine Amalia ile aşkım coşuyor... Yine yüreğim hüzün doluyor, yine uzaklardaki, çok uzaklarda yüreğimin derinliklerindeki ilahi aşkıma özlemle yüreğim kabarıp kabarıp coşuyor...




Müzik ilave etme fikrini verdiğin için teşekkürler Sevgili Brajeshwari :)

Sayılarla TOFU

Sevgili Tofucanlar

Bir yilimizi doldurmaya şurda birkaç ay kala Tofu'da olanları sizinle de paylaşmak istedim. 23.12.2006 tarihinde actigimiz Tofu, kocaman oldu.. Büyüdü.. Aşağıdaki rakamlar bir başarıdır bence.. Umarım sizde bu keyfi yaşıyorsunuzdur.

*
23 Aralık 2006'dan bu yana..

toplam 290 yazi
670 yorum
9 eski +5 yeni üye=toplam 14 yazar
şu dakikaya kadar siteye 9972 hit

*
23 aralık 2007 tarihinde Tofu'nun birinci yaş kutlaması için sitede parti verelim. Bu güne özel yazılarınız olursa seviniriz..Tofu'yu anlatan, bizi anlatan, her gün bu siteye uğramayı, yokluğunu hissedebilieceğiniz birşey haline gelmesini... Beraber paylaşmayı, üretkenliği ve büyümeyi belki de..


sayılar hep artar, biz hiç bir zaman eksilmeyelim yeter ki..
Sevgiyle kalın...

25 Eylül 2007 Salı

Yansıma ve Yanılsama



bu sarkiyi dinlerken yazdigim bir şiiri yolluyorum tofuya....
sitenin muzigini sağ alttan stoplayıp, play'e basıp dinleyebilirsiniz.

Yansımalar/sarkının ismi : Onsekiz

hayata karsi duruslarim
icimdekilerin yansimalaridir oysa
herkes gibi
illa sozlerle anlat diyorsan
sen hayatin neresindesin diye
hayat benden farkli birsey degil ki
anlatayım sana tutundugum kosesini ...

içimdeki topraklarda yetişen
aslında yaşadığıma dairdir..
ektiğim ne ise
biçtiğim ve beslendiğim...

Eğer bir çicek ekmişsem
Kokusuyla beslenirim...

hayatın neresi varsa
kaçırdığım
yetişmeye çalıştığım
aslında hepsi illüzyondur..

hayat benim içimden akar
ben
hayatın içinden geçerim..

her yanılsama gibi
gördüğümün sadece kendi aksim olduğunu
düşündüğümde
içimdeki nehirler durur
dinler
kendi yansımamın
göremediğim gölgesini..

gölgeler korkutur ya insanı
korktuğum
görmeye alışkın olduğum suretimdir...
asıl görmeye çalıştığımda
kendi gölgelerim..

içimde nehirler akar
ben hayatın içinden geçerim

sen hayatin neresindesin diye sorarsan
hayat benden farkli birsey degil ki
tutundugum kosesinden
anlatayım sana
yanılsama da görünen süretimi
yada içimde ki yansıma da
sureti olmayan
gölgelerimi...

Burcu / Brajeshwari

23 Eylül 2007 Pazar

Fink Fink

Gunler uzamaya, havalar isinmaya basladi. Topraga, suya cemreler dustu.
Guruldeyen irmaklarin kenarlarindan,
pembe-beyaz baharlar acmis badem agaclarinin uzerinden,
nisan yagmurlarinda islanarak,
hindibag yapraklari yiyerek,
ilkbahar gunesi uzerimde,
ask nagmelerim yuregimde ben geri donuyorum.

Orta Italya’da, bir dag evinin bahcesinde kendime bir selvi sectim. Ortalikta kediler yok.

Ev sahipleri kibar insanlar, balkonlarina sakiz sardunyalari diziyorlar, gulleri buduyorlar, cit kenarlarindaki defnelere ceki duzen veriyorlar. Ben kendime bir es buldugumda bu yil burada yavrularimizi buyutecek kadar yem ve su olur mu? Etrafta bizi rahatsiz edecek insan ve hayvanlar varmi? diye arastiriyorum.

Bu bahceyi gozum tuttu.

Selvinin en uc noktasina cikip mavi basimi, yesilkuyrukustumu, demirpasi kahverengi sirtimi, gulkurusu gogusumu,siyah-beyaz kanatlarimi guneste parlatip en guzel sarkilarimi soyluyorum. Amacim bu yil da Fink Fink’in gonlunu calmak.

Ama ne zaman selvinin tepesine ciksam baska bir ispinoz gelip karsimdaki selvinin uzerine konuyor. Benim kadar guzel renkleri, benim kadar guzel nagmeleri var. Renklerimi daha fazla parlatsam o da renklerini parlatiyor. Sarkilarimi daha da guzellestirsem o da sarkilarini guzellestiriyor. Dayanamiyor uzerine saldiriyorum. O da bana saldiriyor. Ben Fink Fink’i kiskaniyorum.

Her gogus goguse karsilasmamizdan sonra Bayan Sandra’nin avucunun icinde ayiliyorum.

Bayan Sandra her sabah balkonda baygin bir ispinoz buluyor. Oksuyor kendine gelmesini sagliyor ve saliveriyor. Ama ertesi gun ispinozu baygin sekilde tekrar balkonun ortasinda buluyor.

Bayan Sandra ne oldugunu anlayamiyor. Bana telefon ediyor.

- Ne olur bana yardim et. Neden her sabah balkonda baygin bir ispinoz buluyorum.

- Teleslanma Sandra. Sadece balkonun penceresinin camlarini ayna gibi parlatma. Ispinoz ayna gibi camda kenisini gorup rakibi saniyor.

20 Eylül 2007 Perşembe

19 / 09 çiçeklerim...

09/09/2007 de kapımızın önündeki kaktüs tek çiçek açmıştı...

Aynı kaktüsün evimizdeki kardeşi ise, harika bir “eve hoşgeldin sürprizi” yaptı ve 6 tomurcuk ile karşıladı bizi... biri aceleci, hepsinden önce 18/09 da açtı ve “kuantum sıçrayışı”na öncülük etti belki de.

Bu hızla diğerleri de sıçrayarak 19 / 09 da hep birlikte açtı, günün anlam ve önemine eşlik etti...

Akşam Sri Radhastami kutlamasından eve döndüğümde gördüm ki ben evden ayrılırken tomurcuk halinde olan tüm çiçekler Srimati Radharani’nin güzelliğine tüm güzellikleri ile eşlik etmek üzere hep birlikte açmışlar....

VARANASİ'Yİ SOLUMAK‏

Merhabalar,
Varanasi Parkurumuz da en önemli noktalardan biriydi. Sabaha kadar devam eden tren yolculuğumuz bizi Varanasiye getiriyor. Hepimizin merakı ölü yakma törenleri...

Geniş merdivenler bizi ganj'ın kenarına indiriyor önce pazar yerini benzer bir görüntü ile karşıkarşıyayız. Tüm Hindistanda genel bir algılama tüm sahneler içiçe satıcılar dilenciler hemen yanında ganj da yıkanan bir çocuk, biraz ileride çiçekleri yemeğe çalışan bir keçi, bir arka planda tüm içselliği ile oturan bir sadu ve biz Varnasinin ghatlarındayız. Merakla etrafıma bakıyorum ganga bütün İhtişamıyla akıyor yine ama nedense burada biraz durgun sanki alması gerekenleri bekliyor gibi ve Varanaside HAVA KURŞUN GİBİ AĞIR farklı bir enerji hissediyorum.

İşte yaşamın yanıp kül olduğu yer burası ne kadar bilsek de bir belgeselde izlesekte enerjiyi hissetmek başka.... Sonunda bindiğimiz kayık bizi ölü yakma ghatlarına yaklaştırdı. Hepimiz suskunduk fotoğraf çekmek yasak demeden bir kaç poz çekiveriyorum hemen.. Biraz ileride canlı bir ateş ve bir beden yanmakta, sanki parmak uçlarımızda yürüyoruz sessiz olmamız gerekiyor gibi bir duygu hakim hepimizde..

Büyük bir sessizliği simsiyah bakan iki göz bozuyor. Dilenen küçücük bir çocuk, ben ve grup arkadaşlarım şaşkın ve üzgün.. Halen yanan bir beden ve yanmak üzere hazırlanan birine bakıyoruz şaşkınlığımız geçer geçmez de izlemeye başlıyoruz. Yanmak üzere getirilenlerin çiçeklerini yemek üzere bekleyen keçiler hemen yere düşen çiçekleri yemeğe başlıyor ..
Ortalıkta gezinen bir kaç tavuk görüyorum sonra biraz önce dilenen çocukların yanıp bitmiş olan ateş içindeki bedeni daha iyi yanması için karıştırmalarına ve bunu oyunlarının bir parçasıymış gibi bir çabuk yapmalarına, hemen yan ghat da vücut gösretisi yapan hintli erkeklere biraz şaşkın gözlerle bakıyoruz .

Ölümü kabullenmeyi çok küçük yaşlarda buralarda öğrenilmiş olduğunu çok iyi anlıyorum çünkü ölmek diye bir şey yok diyorum kendime... Elbiseyi bırakıp gitmek var belki de daha da önemli bir görevle tekrar geri dönmek üzere diye düşünürken ikinci tutuşturuluyor derken ücüncüyü getiriyorlar.. Ağlamak yok ağlamayı gerektirecek bir şey de yok zaten, hayat tüm canlılığıyla devam ediyor etmesine de düşünceler farklı dökülüyor dudaklardan.. Burada bildiğim kelimeler farklı anlamlar taşıyor Varanaside.


Ayrılıyoruz rikşalara binip şehrin başka bir yerine giderken rikşanın altına küçük bir köpek yavrusu girip eziliyor ve onun bağırışlarını duyuyoruz.Ama rikşa yoluna devam ediyor.. İçim çok açıyor ve ghatlarda dilenen çocuğun bildiği bir şeyi bilmediğimi anlıyorum.
...
VARANASİDE HAVA KURŞUN GİBİ AĞIR ve Hindistan okulunda birbirini tamamlayan farklı bilinçler aynı anda eğitimlerine devam ediyor..

Navanalini

19 Eylül 2007 Çarşamba

Roma Geceleri


Bir arkadasim telefon edip bana ressam bir arkadasini tanistirmak istedigini soyluyor. Neden olmasin diyorum. Telefon numarasini alip ressami ariyorum. Bana aksam ustu Via Salaria ile Via Po’nun kesistigi kosede saat 17.30’da bulusalim diyor.

Saat 17.30’da belirledigimiz kosede sanatci olma olasiligi olan yada olmayan bir kadin yok. Telefon edip geldigimi ve kosede bekledigimi soyluyorum. Stefania da bana Via Po’da 31 numaradaki doktorun muayenehanesine gelmemi cunku isinin uzadigini soyluyor.

Muayenehaneye cikip sekretere “Bayan Stefania ile gorusmek istiyorum” diyorum. Buyrun salonda bekleyin diyor.

Roma’nin luks semtlerinin doktor muayenehanesi de boyle olur diye dusunuyorum. Tavan dekoratif yagli boya tablolarla kapli. Salonda artik kullanilmayan radyatorlu cini bir soba, duvarlarda bu salona yakismayan cercevelenmis posterler ve bantla yapistirilmis afisler var. Koltuklarda bekleyen hastalar dergileri karistiriyorlar. Ben hala Stefania’nin doktor mu? Hemsire mi ? Oldugunu bilmiyorum. Canim sikkin bir sekilde bir yirmibes dakika bekliyorum.

Sonra esmer bir kadin parmaklarinin uzerinde yukselip gulumseyerek beni arayinca ben de ona dogru gidiyorum. Opuserek selamlasiyoruz. Hemen anlatmaya basliyor ve o anlatirken beni oradan oraya surukluyor. Merdivenleri inmis yolun karsisina garaja gecmisiz bile, arabasina biniyoruz.

Dort yil once kansere yakalandiginda suluboya calismaya baslamis. Ogretmenmis. Kanseri sanatla yendim diyor. Kolunu, futbolcularin gol attiklarinda yaptiklari gibi kansere dogru salliyor.

Bir gun bir suluboyasini goren bir arkadasi “ben de bunun siirin yazmistim” diyor. Sonra bakiyor ki yaptigi suluboyalarla baska santcilarin baska yapitlari ortusuyor. “Sinestesismo” adinda bir sanat hareketi olusturuyorlar. Yaklasik kirk kisi kadarlar. Grubun gelecekteki toplantisina beni de davet ediyor.

Rita’nin salonunda bulusuyoruz. Konu “Ruya”. Ressamlar resimlerini, sairler siirlerini, heykeltraslar heykellerini, muzisyenler muzik aletlerini getirmisler. Benim de bir gravurum var. Mavi zeminli bir lale gravuru. Siirler okunuyor, muzikler caliniyor, heykeller ve resimler seyrediliyor. Sonra herkes yapitlar arasinda varsa “Sinestesismo” yu tespit ediyor. En fazla ortusen isler dereceye giriyorlar. Benim lale gravuru de Mario Mori’nin “Derin Mavi” siiri ile ortusup ikinci oluyor.

Sik bir salonda ickiler icip sanat felsefesi yapip, muzikler derken bakiyorum cok gec olmus. Kendimi garantiye almak icin hemen bizim taraflara gidecek otombilli biri varmi diye soruyorum. Misirli heykeltras Abdel Kalik birseylerin var oldugunu soyluyor, tesekkur ediyorum.

Gecenin ikisinde hersey bitip te elimde gravur ile sokaga ciktigimizda Kalik’in var dedigi seyin kucuk uc tekerlekli, kasali, motoguzi denen bir motorsiklet oldugunu goruyorum. Kalil’in bir de on yasinda Marco adli bir oglu var. Nasilsa ucumuz iceriye sigiyoruz. Ama motoguzi yuz metre sonra istop ediyor. Tekrar calistirmanin bir yontemi var. Kalil bir eliyle gaz verirken bir eliyle egilip jikteye basiyor. Fakat sorun motoguziyi calistirmakta degil, calisir halde tutmakta. Motoguzi bir muddet sonra tekrar istop ediyor. Gecenin ikisinde Nomenta Caddesinin tek seritli yan yolundayiz, her durusumuzda arkamizda otombiller birikiyor. Motoguzi, yuz metre ile basladigimiz istoplari her seferinde bir kac metre azaltiyor. Durum cekilmez bir hal aliyor. Ben havayi kirmak icin Marco’ya yarin ki okul odevlerini yapip yapmadigini soruyorum. Gecenin ucune gelmis durumdayiz. Marco “Baba eve gittigimizde ingilizce odevimi yapmama yardim edeceksin dimi? “ diye soruyor. Ben kopuyorum.

Tam Porta Pia’yi gecip Ingiliz Buyukelciligi’nin onune geldigimizde Motoguzi son sozunu soyleyip susuyor. Durum hicte hos degil. Calismayan bu demir yigini ile muttefik kuvvetlerin buyukelciligi onunde bir turk ve bir de misirli var. Her tarafta durma yasaklarinin oldugu bu yerden Kalik ve ben motoguziyi iterek uzaklastiriyoruz.

Ben iyi ama diyorum semt sinirlari icindeyiz., bir de park parasi odemek zorunda degilsin. Kalik’i avutamiyorum. Motoguzinin yarin kendisine gerekli oldugunu soyluyor.

ulus'u berrin'le gezmek baska

berrin'le kararlastirdik, fotograf cekecegiz bol bol, gozlerimizi ve zihnimizi gorduklerimizi resim haline koymaya calisacagiz. her resimde bir hikaye, her kare de renk oyunu, her klik!te gittigimiz yerden sesler ve kokularin anisi olacak. tabii bunu demedik te iste cok romantik bir cumle yarattim ya. vay be!

neyse ulus'a cok kez gitmisizdir ama gidilen her yer baskasiyla gidildigi zaman ayri. konusmalar, gordugun ve hissettigin noktalar, maceralar hepsi degisik. gittigimiz Kafe ve ordaki hanim, baktigi sokak kedi yavrusu "kadife", ailecek yürüttükleri cafe, perdelerin arasindan gelen isik... kendimi türkiye'de degil de baska yer, baska ulke bile degil, sadece oldugum yerin kimligi olmak zorunda olmayan bir yer. yururken nedense eski kapilar ilgimizi cok cekti. hemde koyu cirlak mavi kapilar. ara sokaklarda muhtesem bir hamakci bulduk. onceden gormustum ama yine gormek iyi oldu. bir gun ya buyuk balkonuma ya da salonda sadece o hamaklardan olacak. kralice gibi hissettim o hamakta. web sitesine koymuyormus, "fikirlerimi caliyorlar" dedi. akillica dedik devam ettik. ikinci el dukkanda cok eglendik. venedik maskeler takip resim cektirdik. kaotik bir yerdi, 1950lerden kalan cantalar, saten eldivenler, eski sahne kostumler. berrin el cek dedi, el cektim. liseden beri el cizerdim, tanistigim biri nasil tokalasir, elleri nasil konusur, parmak uclari yuvarlak mi sivri mi...annemi kucukken oje surerken izlerdim. simdide ellerine cok bakar ve bahcede calistigi icin binlerce eldiven eskitir ama ellerindeki olusan minik noktalardan da nefret eder. ellerim ayni degil artik der ve uzulur ama yine de guzeldir elleri.

neyse koptum orda. boncukcuda, takici da, cafe de berrin'in elleri surekli konustu. zeki muren calan bi yerde berrin fotograf cektirdi (plak caliyordu, cok nostaljik!), bir adam bize yaklasti "bu kadar cok resim cektiniz ne verceksiniz?" sordu, ben sok oldum ve agizimdan cikan da "sizin de resminizi cekelim bedavaya gelsin" dedim ve kactik. kale'nin icine girdik, berrin oturan kadinlari cekmek istedi ve hayiiiir cekmeyin dediler. izin yok yani. berrin de "ben izin verirdim biri beni cekmek istese" dedi....

eski binalar, kirilan pencereler, dokulen kapilar, paslanmis kilitler... cekecek cok tema var. berrin'i cekmek ayri bir zevkti :) sagol berrin. guzel bir gundu.

17 Eylül 2007 Pazartesi

GECELER YAR YAR....( Turkiye-1)

Gecelerle dostlugum ne zaman basladi tam olarak bilmiyorum ama, okul sonralari bir turlu evcillestirilemiyen, disiplin tanimayan ruhuma uyup, bos sokaklarini deniz basmis Akcay’in, deniz yildizi kapli kumsallarinda geziniyor, her turlu televizyon programini izliyor, sonra da aklimin sesine daha dogrusu cigliklarina mecburen kulak verip ders calisiyorum geceleri. Bu konuda tek destekcim babam ve yatagindan birkac kez kalkip, basimi uzerinde uyukladigim kitaptan yavasca kaldirip, hadi yarim saat daha calis, sonra yatarsin diyor.

16 yasinda universiteye gidiyorum.. 1979 yilinda teror Turkiye'yi yakip yikiyor.. Gazeteciler, profesorler, ogrenciler pespese vuruluyor. Ben kendisi de henuz bir cocuk -genc kiz olan Gulcin’in kanatlarinin altina siginip, herseyden korkarak, herseyden urkerek gidip geliyorum universiteye.. Geceler gercek bir kabusa donusuyor benim icin. Ya yurtta ogrenciler olay cikartiyorlar, ya da “arama” yapiliyor, uykunun en derin anindan kaldirilip, dolaplarimiz, cantalarimiz kontrol ediliyor. Herseyden korkuyorum ben.. Herkesten.. Encok da gecelerden.. Geceleri bombalar patliyor, geceleri birileri olduruluyor, geceleri olaylar cikiyor heryerde.. Bir sandalye devrilse, Gulcin yere yat diye bagiriyorum.

Istanbul’a, bu gerginlige dayanamiyacagima karar verip, herbiri ITU’yu 1.likle bitirmis, ailemizdeki butun Pasin’lerin, encok da ITU’yu kazandigimi bildirince kendi yakasindaki ari rozetini yakama gururla takan amcamin yuzunu kara cikartip, hemen her dersten kaliyor, lisede matematik bolumunu bitirmis bir ogrenci olarak, Ankara’ya tip okumaya gidiyorum.

Geceler kabus olmaya devam ediyor 80 sonrasinda da. Yenisehir ogrenci yurdunda kaliyor, en cok ders calismak istiyorum. Ogrencileri potansiyel bir tehlike olarak goren sistem, hem herkes her anlamda uyusun istiyor, hem de ogrencileri gece nobeti tutmaya mecbur ediyor. 01-03, 03-05, 05-07 nobetlerini sirasiyla iki ogrenci tutuyor. Ben neye baktigimizi, neyi kontrol ettigimizi bilmeden, soylene soylene bu nobetlere kalkiyor, horlayan, gozleri ya da agizlari acik uyuyan kizlarla sonraki gunlerde icimden dalga geciyorum.

Bu tarz bir ortak yasama ve gereksiz-amacsiz-hoyrat disipline karsi gosterdigim uyumsuzluk sonucu o yurttan oburune suruklenip duruyor, hicbiryerde istedigim duzeni bulamiyor, uyuyamiyor, ders calisamiyor, banyo yapamiyor, ustelik bu hayati hicbirseyle degismiyecekmis gibi mutlu gorunen kizlara bakip, bende bir terslik var diye dusunmeye basliyorum. Sonunda tersligin asla ve asla bende olmadiginin bilincine varip, insan dogasina aykiri bu yasama bicimini bir daha hic acmamak uzere kapiyor ve kendimi ogrenci-ev hayatina atiyorum. Boylece yeniden bulusuyorum sevgili gecelerimle.

Ankara’da hava kirliligi had safhalara variyor, kaloriferler yanmiyor, Kibris sokaktaki cati kati evimizin icindeki cicekler bile buz tutuyor, geceleri yataga kardan adam gibi yatiyorum ama mutluyum. İstedigim kadar oturmaya, gecenin sesini ve sessizligini dinlemeye, buz tutmus parmaklarimi canim ne zaman isterse bir fincan cayla isitmaya firsatim var ve keyfim yerine geliyor. Gulcin’e upuzun mektuplar yaziyor, ondan upuzun cesaret veren mektuplar aliyor, doya doya kitaplar okuyor, hicbirseyin nobetini tutmuyor, sinavlardan iyi notlar aliyor, cok zor secip hayatima soktugum 3-5 arkadasimla buyuk sinavlar sonrasi sarap-peynir-siir geceleri yapiyorum. Geceleri uyanik kaldigim icin, Ankara’ya coken inanilmaz sessizligin ardindan kar gelecegini biliyor, doganin insanlara bir sakasi gibi gordugum kar tanelerinin dususunu ilk ben goruyorum.

Haluk, ODTU’de elektrik muhendisliginde asistanliga kabul ediliyor. O benim encok sevdigim arkadaslarimdan biri ve evimizin en ictenlikle hosgeldin denilen misafiri olarak bazen bizimle gec saatlere kadar kaliyor. Herkes kendi dersini calisiyor, o projelerini hazirliyor. Sonra gecenin bir saatinde Ankara’nin insani kesen, gozlerinin icindeki yasi bile donduran ayazinda, o saatlerde daha cok eglencenin dibine vurmus erkeklerle, gece aleminin kadinlarinin geldikleri Dedeman otelinin karsisindaki corbacida mercimek corbasi iciyoruz. Haluk ilk gencligi ve universite yillari Tunali’da gecmis bir Ankarali olarak, eniyi sokak koftesi hangi kosede yapilir biliyor. Bazen aclik basimiza vurunca gecenin bir vakti kofte yiyoruz. Bir gece, apansiz yagan kara dayanamayip, yurumeye cikmis, tam kugulu parkin onunde durmus koftelerimizi yerken, “birsey soyleyecegim ama uzulme” diyor, yuzune bakiyorum.. Once susuyor, ucusan karlari eliyle saga sola savuruyor, “ben Amerika’ya gidiyorum, Boston’a kabul edildim” diyor, Bu habere onun icin cok seviniyor, onsuz Ankara’nin ayni olamiyacagini bildigimden cok uzuluyorum. Aglama diyor.. Sen karisma ben agliycam diyorum.. Agliyorum.. O geceyi, o geceki kugulu parki, Haluk’un o geceki yuzunu hic unutulmayacak anlar listeme kaydediyorum. O gittikten sonra canim mercimek corbasi cekerse kendim pisiriyorum ve Haluk’u, onunla ettigim arkadasligi hep cok ama cok ozluyorum. Yillar sonra, beni gormeye Roma'ya geliyor.. "Seni gormeye geldim, Roma’yi degil" diyor ama ben yine de ona Roma’yi gezdiriyorum..

Sonra Bozkir’da mecburi hizmet geceleri giriyor hayatima. Kelebek magazasindan aldigim mobilyalar gelmedigi icin, ilk hafta yer yataginda yatiyorum. Ilk gece ruyama yasli bir kadin giriyor. “Buraya bir gelen bir daha gidemez, alismaya calis” diyor. Ter icinde uyaniyorum. Bozkir’da “gece” erkenden basliyor. Hem hayatin kendisiyle, hem dogayla mucadele eden kasabalilar, erkenden evlerine cekilip, perdelerini siki siki kapatiyorlar. Kenardan koseden florasan lambalarin soguk isigi siziyor yalnizca. Gece korkularim geri geliyor. Neyden korktugumu, niye bu kadar korktugumu bile bilmiyorum ama isik acik yataga girip, uzunca bir sopayla yattigim yerden isigi sonduruyorum. Bircok gece kapim buyuk bir gurultuyle caliniyor. Yuregim agzimda kalkiyorum, ev sahibim Habip bey cizgili pijamasinin ustune kocaman paltosunu gecirmis, benden once kapinin onune cikmis oluyor. Bazen atesler icinde bir bebek, bazen kanamali bir kadin, ama cogu zaman da kavga edip birbirlerini yaralayan genc erkekleri getiriyor polisler. Encok beni goturdukleri zaman korkuyorum. Gecenin karanliginda onlar bana birsey soylemiyor, ben sormuyorum ama hic hayra alamet gitmedigimizi biliyorum. Bozkir’da hep Mahler dinliyorum. O geceyi mi bestelemis, ben mi oyle saniyorum bilmiyorum ama bu zifir karanliga, bu inanilmaz sessizlige, bu cok uzaklardan gelen kurt ulumalarina yakisiyor Mahler..

Ankara’ya donuyorum.. Asistanlik yillari.. Oran sehri.. Sadece kendime ait bir ev.. Cok calistigim, cok yoruldugum ama gece keyiflerimin dibine vurdugum yillar. Bazen hic uyumadan ise gittigim bile oluyor. Tek basima gecirdigim bir yilbasi, yine tek basima tam gece yarisi sokaga iniyor, dort yolun agzinda bir oraya bir buraya kosuyorum. Acaip ise yariyor.. O yil ayni anda Oslo, Roma, Padova ve Londra’da basvurdugum butun hastaneler beni kabul ediyor, Oslo cok iyi de bir maas teklif ediyor, ben Roma’yi seciyorum..Roma’ya gelecegimi bildirdigim gunun gecesi balkona cikiyorum. Cok soguk.. Parmaklarim uyusuyor, burnumu hic hissetmiyorum..Yilbasi cok yakin. Gazetelerde buyuk otellerin yilbasi programlari var. Altin tozu serpilmis corba var menulerden birinde. 24 ayar altin tozunun uzak dogudan getirildigi yaziyor. Balonun fiyati neredeyse bir memur maasi kadar.

Ertesi sabah gazetede memur emeklisi Nail bey’in Ankara Numune hastanesinin bahcesine geceden sira almak icin geldigi ve donarak hayatini kaybettigi yaziyor. Nail bey’in cebinden 50 bin lira cikiyor. O gece gozume uyku girmiyor. Yilbasi birgun daha yakin. Birileri altin tozlu corba icecekler o gece.. Yasasaydi eger, Nail bey’in cebindeki para, altin tozlu corbanin dumanini icine cekmeye bile yetmezdi. “Cok ayip ettiniz Nail Bey, hic boyle olunur mu?” diye yaziyorum, icimde patlayan kizginliga dayanamayip. Mektubum Cumhuriyet gazetesinde yayinlaniyor. Ben 657’ye tabii oldugumu unutmusmuyum? Hayir, unutmadim, kusura bakmayin, birdaha yazmam diyorum. Sadece bu devirde, baskentin en buyuk hastanelerinden birinin bahcesinde... Cok aci, cok ayip, hepimiz icin cok utanc verici..

Valizimi hazirliyorum yavas yavas.. Yakinda Roma’ya ucuyorum. Nilufer, geceler sarkisini soyluyor.. Hic uykum yok.. Keske bu gece kar yagsa. Oran sehrine kar cok yakisiyor diye dusunuyorum..

Mehtap Pasin Gualano
17 Eylul 2007'Roma

15 Eylül 2007 Cumartesi

Hala Tombouktou Gölü’nde miyim? IV


Anneannem mışıl mışıl uyuyor, ben sessizce üzerinden atlayıp pencereyi açıyor evden kaçıyorum. Dışarının, serin nemli havası burnuma çalı karanfillerinin kokusunu taşıyor. Onların hemen yanı başında çiçekler açmış kasımpatları, gökte yıldızlar var. Müezzin minarede sabah ezanını okuyor

Balkonun kenarına çıkıp asmanın dalından kayarak bahçeye iniyorum. Evden kaçışların en zor yanı bu değil, bütün sorun kaçtıgım noktayı gizleyebilmek. Kimse uyuyan anneannemin üzerinden atlayıp hemen yanıbaşında ki pencereden kaçabileceğimi düşünemiyor. Bu noktayı epey kullanıyorum.

Gecenin içinde ağ sopasına dizilmiş kafeslerin gıcırtısı ve uzaklardan gelen köpek sesleri var. Mezarlığın içinden geçen yol bu karanlıkta beni Menekşe’ye götürürken, bir ara kuşlara gösterdiğimiz öteki dünyayı da görüyorum.

Evden kaçmadan önce masanın üzerine, önümüzdeki dokuz gün eve gelmeyeceğimi, gölün karşısına gittiğimi bildiren bir pusula bırakıyorum. Etkili oluyor. Dokuz gün kimse gelip beni gölün karşısında aramıyor.

Gölün karşısında: Her gece sihirli bir el uyumayıp bütün otlara, çalılara, dikenlere, örümcek ağlarına çiğ damlalarından inciler diziyor. Güneşin ilk ışıkları Köşkler Burnu’na vurduğunda, nemli otların kokularını sürünmüş, inciler dizilmiş göğüslerde uyanıyorum.

Bir gölge oyunun figürleri gibi dalgalana dalgalana göç eden kırmızı rujlu sakaların, vişne çürügü göğüslü fanyataların, yeşil sırtlı ispinozların, sarı sürmeli floryaların, siyah alınlı isketelerin kümelerini; çığırtkanların gökleri yaran sesleri, üzerimize döndürüyor. “Bu perde çeşm-i ehl-i zahire bir nakş-i surettir.¹ Dikenin üzerine rengarenk çiçekler gibi doluşan kuşların milatı olacak ağ ipini çekiyoruz. “Sönünce şem’ eşhas-ı suver nabud olur birden / Cihanın bir bakıa olduğuna işte işarettir.” ²

Böyle bir sonbaharda, tuttuğumuz kuşları satıp yüz lira yaptığımızda bu parayı Uzunköprü’ye giden Ömer Ağbi’ye veriyoruz. Bize dört tane müre (evde yetiştirilmiş yabani yeşilbaş ördek) getiriyor. Bizim bildiğimiz ev ördekleri ile kıyaslandığında küçükler, ince kuş gibi biçimleri, yılanvari başları var.

Ömer Ağbi Uzunkoprü’nün Bayramlı Köyü’nden. Engebeli bir arazinin yüksekçe kısmına kurulmuş bu Bayramlı Köyü’ne, birgün Pele’yi alıp ben de ava gidiyorum.

Çeltik tarlaları yemyeşil, ayçiçeği tarlalarının üzerinde üveyk sürüleri bulutlar gibi uçuşuyorlar. İlk defa susam tarlası görüyorum. Tertemiz kumlu bir tarla. Üzerinde minicik yapraklı narin susam fideleri. Güneşten yanan ten ile bikini arasında kalan davetkar bir şefaflık, okşamak geçiyor içimden.

Bir kopay, tavşanın izini bulmuş, çığlığı koparıyor. Ardından cev cev diye havlıyarak tavşanın izini sürüp onu çevirmeye çalışıyor. Aslında sadece tavşanı kovalıyor. Tavşan, dönüp dolaşıp kalktığı yere, kendi ülkesine dönecek. Bunu bilen avcı tavşanın kalktığı yerde tavşanın dönmesini bekliyor. Bunu “Drina Köprüsü”nün yazarı İvo Andriç de biliyor. Bosna’yı terk edip Türkiye’ye kaçan Boşnaklara “Gitmeyin, gitmeyin güneş sizi hiçbir zaman doğğduğunuz yerdeki gibi ısıtmayacak” diyor. Bunu, ben de biliyorum.

Evler tek katlı köy evleri. Şarkılar “Ne bileyim ben senin cama geldiğini, camdan sevdiğini” diyorlar.

Ben de senin camlarına gelip, seni camlarından seviyorum. Sabahın körlerinde balığa çıkmadan önce senin gönlünü çalmak için bahçelerden laleler, güller, şakayıklar çalıyorum. Herkesin dünyadan ayrılıp sıcak yataklarında uyuduğu sırada dünyaya sahip çıkmak, canla gitmek, canan tarafından beklenilmek, camlarda sevişmek ne güzel.

Kışın ilk günlerinden biri, gökte beklediğimiz dolunay var. Müreleri gümenin önüne bağlamış mazgallardan ahşap-baskılar seyrediyoruz. Hışırdayan kamışlar, rüzgarın serpintisinin suyu titretmesi, karşılıklı bağırışan ördekler, ayın önünden geçen bulutlar, bizim müreleri çalmaya gelen puhu, herşey siyah-beyaz.

Yıllar sonra bir eleştirmenin gravürcülere “gecenin sanatçıları” dediğini öğreniyorum. Kelimeler gibi, siyah-beyaz bir konuşma sanatı. Yalansız dolansız. “Seversen beni böyle sev” diyemem. Biliyorum beni böyle seviyorsun.

Birden bire dişi mürelerin güçlü vakkk…vakkk…vaaakkk ları, erkeklerin veeekkk…veeekkk leri yabani ördeklerin seslerine karışıyor. Kendilerini gümüşi siyah sulara bırakan yabani ördeklerin suya inerken çıkardıkları şapırtıları duyuyoruz. Dişi müreler taka…taka…tak diye kur yapmaya başlıyorlar. Biz ses çıkarmasınlar diye kalplerimize “evinize gidin” deyip yabani ördeklerin kıyıya yanaşmasını bekliyoruz.

Beş küçük nokta yavaş yavaş büyüyorlar. Yabani ördekler kıyıya iyice yaklaştıklarında çiftenin horozunu kaldırıp tam tetiği çekecekken, bizim mürelerden birinin kündekten kurtulup yabani ördeklere karıştığını görüyoruz. Oyun bozuluyor. Bu siyah beyaz dünyada kendi ördeğimizi, diğerlerinden ayırma sansımız yok. Yabani ördekleri boş verip karanlığın içinde kendi müremizin peşine düşüyoruz. Kendini yakalatmıyor. Biraz üzerine gittiğimizde karanlığa karışıyor. Islanıyoruz, üşüyoruz, canımız sıkılıyor. Tekrar yakalamayı deniyoruz. Müre hemen karanlıklara karışıyor. Bizim mürelerin çağırdığı yabani ördekler, simdi bizim müremizi çağırıyorlar.

En sonunda yorulup Sinou’ların evine dönüyoruz. Niyetimiz sabah erkenden tekrar göle gidip müremizi bulmak, kanat tüyleri kesik olduğu için uçamayacağını, uzaklara gidemeyeceğini biliyoruz. Eve döndüğümüzde, müreleri kümese koyuyor, uyumaya gidiyoruz. Ama aklımız hep göldeki mürede, uyuyamıyoruz. Sadece elbiselerimizi kurutup günün ağarmasını bekliyoruz.

Gün ağarırken tekneye binip motoru çalışıtırıp göle doğru gidiyoruz. Bizim dün akşam ki ahşap baskılar, şiirleriyle birlikte kaybolup gitmiş. Yerine gürültülü devasa bir şehir fotoğrafı var. Sahiplenemediğimiz bu fotoğrafın kargaşasından, gölün ortasına geldiğimizde kurtuluyoruz. Tekrar sakarmekeler paletli ayaklarıyla suyun üzerinde koşarak sürüler halinde havalanıyorlar. Düşmanı daha bol olan yeşil ördekler, macarlar, çamurcunlar, patkalar daha önceden havalanmış gökte V’ler oluşturmuşlar. Biz sadece müremizi düşünüyoruz. Bütün derdimiz bir an önce Kotova kıyılarına, gümeye ulaşmak.

Gümeye doğru yaklaştığımızda kıyıda bir avcı görünce Sinou ve ben bembeyaz oluyoruz. Omuzunda tüfek, belinde fişeklik, askılığında bizim dişi müre sallanıyor.

Fatih Mika


¹ Karagöz Sunumundan “Bu perde çeşm-i ehl-i zahire bir nakş-i surettir.” (görmesini bilen kişi (Tanrının kurduğu) perdenin (dünyanın) bir hayal, güzel bir resim olduğunu anlar. )

² Karagöz Sunumundan “Sönünce şem’ eşhas-ı suver nabud olur birden / Cihanın bir bakıa olduğuna işte işarettir.” (Mum sönünce tasvirlerdeki kişiler birden yok olur (ya da perişan olur). Dünyanın bir dert, bir belâ olduğunun işaretidir bu. (Mumun sönmesi hayatın bitmesi, ölüm.)

13 Eylül 2007 Perşembe

Güneşin Hep Parlasın Sevgili Brajeshwari :)


Sevgili Brajeshwari,

Çok düşündüm sana ne sürpriz hazırlayabilirim diye... Ancak, senin gibi yaratıcı birine ne hazırlasam yeterli olmayacak, tamam oldu diyemeyeceğim...

Ben de senin gününe doğan güneşi armağan etmek istedim sana...

Bu sabah senin güneşin buralarda böyle doğdu. Karşılıklı selamlaştık, kumsalda 3 raund suryanamaskar senin için güneşi karşıladı, ardından güneşten “bugün gününü aydınlatsın, yüreğine neşe versin, seni coştursun, mutlu etsin” diye rica ettim.

Dilerim Güneşin ömür boyu parlar ve yüreğini, yolunu aydınlatır, güzel enerjisi ile besler, arındırır ve korur...

GÜNEŞİN DAİMA PARLASIN
SEVGİLİ BRAJESHWARİ...

Hayat zaten çok ağır, hayata neşe ve keyif katmaya devam et lütfen hiç nokta koymadan, olumsuzluklara aldırmadan sadece olumlu yönlere daha da değer katarak ve paylaşarak, "yeter"demeden...

Günün ve günlerin neşe ve huzur dolu geçsin... :)

12 Eylül 2007 Çarşamba

İyi ki Doğdun Burcu...


Ben son model bir tofucan olsam da dinazor bir dost olduğum için Burcu'nun doğum günü yazısının açılışını yapmak istedim müsadenizle... Bu fırsatı yakalamak için de 13 Eylül sabahını bekleyemedim...


"21 yıldır yanyana omuz omuzayız" desem yaşı ortaya çıkacak ama bu kadar gurur duyduğum birşeyi söylemeden de geçemeyeceğim... Benim can dostum, Efla'nın Ju Juu'su, hereksin Burcu'su, tüm evrenin Brajeshwari'si iyi ki doğdun canım... Yankınlarımda kalmaya devam et...


Seni seviyorum...

Deniz Mavi, Gök Mavi, Ben Mavi...

Kitabım kapalı yanımda duruyor, bense daldım gittim kayboldum bu uçsuz bucaksız maviliğin içinde... Deniz mavi, gök mavi, ben mavi hatta ufuktaki dağlar bile mavi...

O maviliğin içinden çok seneler öncesine gittim, dün gibi canlı anılara... annemle babamı Antalya havaalanına bıraktık ve tekrar Manavgat’a dönüyoruz... Ben, Selmoş (sevmem –oşlu konuşmayı ama 3 yaş ta olsa aramızda abla demeye o kadar alışmışım ki Selma demek zor-tuhaf geliyor, sonuna –oş ekleyince söylemesi daha kolay sanki) ve Kıbrıs’tan misafirimiz Ziynet... Yolda aniden Side’ye sapmaya karar verdik. Niyetimiz bir kahve molası verip, biraz yürüyüş yapmak, ana caddenin kalabalığını değil, kenar kıyı sakin sokakları keşfetmek... Tam yolumuzu kaybettik derken kendimizi sahile yakın bir tepede bulduk, ileride dağınık şekilde bekleyen bir kalabalık. Yaklaştıkça farkediyoruz ki herkes fotoğraf makinaları, film makinaları ellerinde hazır bekliyor... Nedenini anlamaya çalışırken başlayan hareketlenme ile tam karşımızdaki Apollon Tapınağının kalan son sütunları arasına girmeye başlayan güneş dikkatimizi çekti. Herkes makinasını hazırladı ve çekime başladı. Bense yıllardır adeta bütünleyici parçam haline gelmiş olan fotoğraf makinamı arabada unuttuğumu farkedip hayıflanmaya başladım. O büyüleyici manzara karşısında, kısa sürede makinayı da hayıflanmayı da unutup o muhteşem anın büyüsüne kapıldım. Tarifi zor bir manzara... İki tarihi sütunun tam ortasından batmakta olan kıpkırmızı kocaman bir tepsi halindeki güneş yavaş yavaş denizin üzerine kadar indi ve sulara gömülerek kayboldu... Üzerinden bu kadar zaman geçmesine rağmen o an hala tüm canlılığı ile zihnimde... Tıpkı çeltik tarlalarında olduğu gibi... O büyülü güzelliğin ardından, surların arasında tesadüfen farkettiğimiz, surların ardına gizlenmiş birkaç masalık küçük restoranda kahve keyfinden harika bir yemek keyfine dönüşen niyetimizi gerçekleştirdik. Garsonun siparişimizi getirmek yerine kurumak üzere olan palmiye yaprakları ile uğraşıp, onları koparmak için verdiği mücadeleyi hayretle izlerken hala gün batımının etkisinde, rüyada gibiyiz. Ve az sonra büyük sürpriz... Buz kovasının içindeki palmiye dalları ve çiçeklerin arasından çıkan şişe ile şarabımız kadehlerimize servis edildi. Yemeğin ardından gelen kahve keyfi ise günün gerçekten en hoş sürpriziydi belki de... Tam beklemekten vazgeçip kalkacakken biranda üçümüz de oturduğumuz yere çakılıp kaldık ve sabit bir şekilde garsonu takip etmeye başladık... garsonumuzun ortadan kaybolmasının sırrı taze koparılmış kokulu çiçekler ile dolu servis tabakları; çiçekler arasındaki bir fincan kahve, bir kadeh likör ve bir minik kırmızı mum ile masamıza yerleştirildi. Servis tabağının güzelliğinden gözlerimi alamazken gene hayıflanıyorum “fotoğraf makinam yok!”

Orta okul yıllarında, babamın siyah-beyaz 16 pozluk film alan eski kutu makinası ile başladı fotoğraf aşkım... İlerleyen yıllarda renkli filmler ile kendimce sanat resimleri çekmeye devam ettim... Yanımdan biran ayırmadığım ve gittikçe gelişen, modernleşen fotoğraf makinalarım sayesinde albümler ve kutular dolusu fotoğrafım oldu... Yanlış anlaşılmasın, çok azında ben varım, büyük çoğunluğu yakınlarımı dekor olarak kullandığım aslında esas niyetimin fonu yakalamak olduğu fotoğraflardan bahsediyorum. Ta ki ’96 da yaşanan açılımı gereksiz bir minik travma sonrası “ne için ve kim için” sendromu ile makina bir tarafa ben bir tarafa savrulduk... 2-3 sene önce laf olsun diye başlayan minik minik ısınma turları ise bu sene tekrar ve “kimse için değil kendim için, bu keyfi tekrar yaşamak için” diyerek ve dijital çekimlerin stoklama kolaylığı ile tekrar keyfe dönüştü...

Uzun sözün kısası, bunca fotoğraftan zihnimde kalan görüntüleri düşününce çok azını hatırladığımı farkediyorum. Oysa, fotoğraf makinamın yanımda olmadığı zamanlarda zihnime kaydettiğim görüntüler ise hala canlılığını koruyor, istediğim zaman sadece düşünmem yeterli, hemen arşivden çıkıp o anı bana tekrar yaşatabiliyorlar...

Sözüm şu ki Sevgili Mehtap, her obje, her parça ayrı ve harika anıya sahip, atmaya vermeye kıyamıyorsun ama gün geliyor farkediyorsun ki, o obje orada olsa da olmasa da birşey fark etmiyor, senin zihninde hep var... evet başkası ile paylaşması zor belki ama zaten sana ait olan anı en çok da seni ilgilendiriyor... ayrıca anlatmak göstermekten daha fazla duygu içeriyor, daha çok şey ifade ediyor...

Birkaç gündür anılar-biriktirmeler derken maviliklerin içinde yolculuğa çıkardınız beni ama değdi, teşekkürler... Mavinin huzuru ile gittim ve döndüm o günlerden bu günlere :)

10 Eylül 2007 Pazartesi

Nicole Kidman'dan özür dilerim :)

Sevgili Brajeshwari bu da senin için, ön sürpriz ;)

Ama öncelikle Demi Moore'dan, Nicole Kidman'dan ve sizlerden özür dilerim...
Çünkü, ben isimleri karıştırmışım...
Bu minik aslında Demi değil Nicole'müş... diğeri Demi imiş ki onun pek özel bir yeteneğine rastlamadım henüz :)

çiçekler - ek

Dün kapımızın önünde iki yeni çiçek vardı...


biri bir kaktüsün çiçeği... harikaydı... o güzel çiçek sabah açtı ve akşama soldu...


diğeri ise harika bir sarı çiçek... kuytuda, gölgede betona yakın yerde... o da sabah açtı ve akşama soldu...

tabii ki fotoğraflandılar...

tarihlere dikkat ederim, nedense sayılar dikkatimi çeker...

dün 09/09 / '07 idi.... ve bu çiçeklere 09/09 adını vermişdim dün ve Fatih'in çiçekler yazısı da 09/09 tarihli...

bu çiçekler de Fatih'in yazısına ek olsun...

9 Eylül 2007 Pazar

Çiçekler


“Hıdrellez den bir gün önce dileğinizin maketini gülün dibine koyarsanız, dileğiniz gerçeklesir.” derdi annem. Ben, dalları dikenler içinde, çiçekleri pembe katmerli, mis kokulu reçel gülünün altına küçük taşlardan bahçeli bir ev yapar, bahçeyi çiçekler ve ağaçlarla donatırdım. Hani köylüye sormuşlar “aşk nedir” diye? O da “İki genç sevişirler, evlenemezlerse aşık olurlar” demiş. Benim de böyle bahçeli bir eve aşkım hala devam ediyor.

Balkon kapısının yanındaki kumlu begonya ile koridorda ki kuskonmazı saymazsak, evde pek çiçegimiz yoktu. Oysa küçücük bahçemizde kasımpatlar, karanfiller, şebboylar, reçel gülleri, hanımeller, leylaklar ve zambaklar vardı.

Şehrin dışında bahçeli küçük evlerin serpiştirildiği bir yerdi bizim semtimiz. Belediyenin çöpçüsü at arabasıyla kimbilir kaç günde bir gelir az miktardaki çöpü alır giderdi. O yıl yenilen meyvaların çekirdekleri, o yıl temizlenmis bahçelerin çiçeklerinin tohumları orada kalırdı. Ben baharda filizlenen şebboyların, karanfillerin, akşam sefalarının, malta eriklerinin, vişnelerin fidelerini toplar bahçemizin bir köşesinde kendi bahçemi yapardım.

Okulumuz (ilk birbuçuk yıl) oluklu saçlardan yapılmış yarım silindir şeklindeki iki barakadan ibaretti. Bir de bu iki barakaya ek olarak yandaki kahvehane sabahları sınıf olarak kullanılırdı. Ağbeyim bu kahvedeki sınıfa devam ettiğinden okula değil de, gece yaşamına daha yatkın olarak büyüdü. Yağmur yağdığında içine su damlayan sınıfımızdaki sıralar ve sandalyeler toplama oldukları için hiçbiri birbirine benzemezdi. Odun sobası ile ısınan bu sınıflara kışın bir elimizde çantamız, diğerinde bir parça odunla giderdik. Okulun en güzel yanı tenefüsleri idi.

Bahar günleri hademenin elindeki sarı çanı çalması ile ben kendimi birden bire kırların içinde bulur; çiçekler, fideler toplar; ağaçlara kuşlara bakar; sınıfa dönmeyi unuturdum. Aklım başıma gelip te okula döndüğümde okulun bahçesi bomboş olurdu. Sınıfın kapısını çalar, boynum eğik içeri giredim. Sevgi öğretmen, beni yanına çağırır yanaklarıma tokatlar atar, tırnaklarını kulağıma batırırdı. Ben, yaptığı işin doğruluğundan emin, dayak yemekten utanmaz, hademenin elindeki sarı çanı çalmasını beklerdim. Hiç unutmam çok güzel bir bahar günü her tenefüste sınıfa geç döndüm, her seferinde yanaklarıma tokatlar yedim, kulak memelerim delindi.

Sevgi ögretmenimin kocası Ahmet başögretmen iyi bir insandı. Sevgi ögretmenin her yıl sonu beni sınıfta bırakmasını önler, benim farklılığımdan değisik bir şeyler çıkma olasılığını sezerdi.

Bir defasında Sevgi ögretmen tarih dersinde beni tahtaya kaldırdı. Sorular soruyordu. Ben kendi tarihimden başka hiç bir tarih bilmiyordum. Sıra dayağa gelmişti. Beni yanına çağırdı. Siyah okul önlügüm, geniş beyaz okul yakam vardı. Sevgi ögretmen beyaz yakamdaki kırmızı kan lekelerini gorunce kavga ettigimi sanıp “Ne yaptın?” diye kükredi. Ben sallanan dişimi çektigimi söyledim. Bana dayak atmadı.
Yeni, sahici, geniş koridorlu okul yapılırken, Sevgi ögretmen telaşlanır, ögretmenler birliginin toplantısında, yeni okulun birinci katının pencerelerinin ya benim kolayca çıkabileceğim kadar alçak yada atlamaya cesaret edemeyecegim kadar yüksek olmasını istermiş.

Bu yeni okul yapıldığında yeni yazı tahtaları, yeni sıralarla birlikte geniş koridora kocaman saksısı ile bir devetabanı geldi. O yıllarda bizlerin tanımadığı, evlerimize sığamayacak kadar büyük, kartal kanatlı, kökleri havada kocaman bir bitkiydi bu.

Ögrencilerini kırlardaki bitkileri tanımaya göturmeyen ögretmenler, bu devetabanından her sınıfa birer tane üretebilmek için, her havadaki kökün altına üzerinde sınıfı belirten etiketler yapıştırılmış su dolu kavanozlar koydular. Tabi ki hiçbir sınıfın devetabanı olamadı. Oysa benim, evimizin bahçesinin bir köşesinde yaptığım bahçemde şeftali ağaçlarım, şebboylarım, biber ve domateslerim vardı. Üstelik dayak yiyen de bendim.

Her zaman çiçeklerim oldu. Çiçekler bana sevmeyi, sorumluluk duygusunu, güzellikleri, bereketi ve herşeyin para olmadıgını ögretti. Hala, ondört yıl önce çekirdekten ektiğim zeytin ağaçlarım, nar ağaçlarım var. Hala begonyalarımın, mum çiçeklerimin dallarını kırar kırar saksılara diker, biber fideleri yetiştirir eşe dosta dağıtırım. Rüzgarların balkonlardaki saksılarından kopardıgı bir sardunyayı sokakta gorunce kıyamaz, öpüp başıma kor, eve getirir, bir saksının içine saplarım.

Elbetteki çiçekler sevgiyle yetişir. Hem de öyle bir sevgi ki, sardunyayı sevemeyenler orkideleri de sevemezler.

güller gül gibi kokmuyor artık
sen kokunla olduğun gibi kal gülüm

güller yıl boyunca rengarek açıyor artık

seni kokunu ve baharı beklerim ben
sen kokusuz açma gülüm
...
.
Fatih Mika