26 Haziran 2007 Salı

sirius tan gelen kurbağa.....

rafta kitabı gördüm
biri benim için kitap yazmış dedim
gerçekten
çevremde
benim siriuslu olduğumu düşünen
insanlar var
bunu sık sık söylüyorlarda zaten
sende biraz garipsin
dememek için
siriuslusun sen diyorlar
kibar insanlar tabii
benim üzülmemi istemediklerinden
aslında aklımdan
kelime hazneniz yetmiyor
siriuslu olmak = prensipli olmak
demektir diye bir düşünce geçer
çocukken bile
prensip sahibiydim
bizim evimizde
benim saçlarımı taramam diye
bir problem vardı
saçlarımı ne tarardım
nede tarattırırdım
annem
keçeleşmiş saçlarıma bakıp
bitleneceksin derdi
prensiplerime sadık kalmak adına
hala
evet
hala
mecbur kalmadıkça saçlarımı taramam

bu yazının tek ciddi bölümü burası
sirius tan gelen kurbağa
tom robbins in
benim okuduğum üçüncü kitabı
ezber bozdurup - tersten düşündürüyor
hiçbirşeyin göründüğü gibi olmadığını
dünyamızdaki altüst olmuş değerleri
trajikomik bir dille sorguluyor
okurken kahkahalar attırıyor
tom robbins bilge birisi

bu bölüm önemli
o yüzden koyu renkle yazıyorum

irem
afrikanın bir ülkesinde
bozo diye bir kabile varmış
ve sirius yıldızıyla ilgili
sırlara binlerce yıldır vakıflarmış
diyorumki
sen bir araştırsanda
uygun bir zamanda
bir gezi ayarlasak
gidip bozo kabilesinin
insanlarıyla görüşsek
benim
zaman zaman aklıma takılıyor
ya bana siriuslu diyenlerin
bir bildikleri varsa diye

yazının bu bölümünün hiçbir şeyle alakası yok
öylesine içimden geldi
bilmiyorum
bu siriusta olağan bir durummu
bazı sabahlar uykudan
şarkı söyleyerek uyanıyorum
bu sabah öyle bir sabah
dilime takıldı

festival gibisin katılmak istiyorum
önlerden yer kapıp gözünü kalbime bekliyorum
asaletinin bedeli çok gören var belli biri
hem biraz deli azdan çokda serseri

sizinle paylaşmak istedim

böyle işte
son günlerde kendimi
dalaylama nın kızı gibi hissediyorum

25 Haziran 2007 Pazartesi

kapadokya hikayesi

en son kapadokya seyahatim 2003 te filan yapmisim. NATO asker grubunu goturmustum. ondan once bir kac sefer gitmistim ama boyle bir kapadokya hikayem olmadi zannedersem. yani kolay kolay unutmam.

diesel araba kiralandi, ankara trafiginden cikmak icin sabirsizlaniyorum. tehseena turkiye'nin bir kac kosesine gezmis, hasta da olmus ve tamamen kendini teslim etmis durum da bulunuyordu. bana soruyor "ee trafik pakistan trafigine benziyor mu?" bundan bir gun once zeynep bana anlatiyor "bak irem kayseriye giden yolda tir soforler ve tipler oluyor, bayan sofore acayip bakiyorlar dikkatli ol" demisti. tehseena'ya ne diyecegimi bilemedim.

arabada dualarimizi yaptik. yola ciktik. kasetlerimiz hazirdi. depoyu euro diesel'le doldurduk. kendimi arabada direksyona ellerimi sardim ve dedim "ben araba istiyorum ve sevdigim arabami kullaniyorum su anda" dedim (secret'teki visualization egzersizleri uyguluyordum). aa hemde araba cekilis varmis, ona katildik! sarki soyleye soyleye gittik. hava sicak, yollar tek serit, tuz golun kurumus bir hali vardi. urgup'e vardik ama otelimizi bulamadik. arabalar yol kenarinda park edilmisti, ben de park ettim. otelimizi aramaya basladik, her tarafta bisikleticiler... yaris varmis hafta sonu. razziye evi nerde nerde derken romy'i aradik. romy isvecli hanim, razziye evin sahibi, 11 senedir turkiye'de ve turkcesi cok tatli. bizi hamam onunde buldu ve goturdu. ne kadar cici bir yer! magara icinde odalar ve ozenle koyulmus esyalar. odalar buyuk, oturma grubu da vardi, disarda oturulacak yer, bahce cok sevimli... cok sevdik. simdi arabamiza gidelim de yerleselim dedik. o sicakta geri yuruduk. o yolda tek bizim araba kalmis, arkada bir tane daha var, camimda bir kagit "trafik polise acil gidin" gibi bir yazi. park edilmeyecek bir yerde etmisiz. uuuuufffffffffffffffffffff inanmiyorum! 10 dakika olmus geleli yani. oturan bisikletciler "simdi geldi koydu, esnaflardan birinde takiliyordur, buralardadir" dedi. tehseenayla aramaya basladik. bulamadik. romy'e gittik. o fatma'ya sordu "fatma ne yapcaz simdi? polis'in cezasi mi bu? genelde 1 lira verilir ve park edilir" dedi. cantasini aldi hadi gidelim polise dedi. bizimle birlikte geldi. o yuruyus belki 7 dakika surdu ve o 7 dakika icinde hayatinda ne olmus ne bitmis herseyi ogrendik. cok sevdim kendisini. polise gittik o konusttu. sonra ben kagidi uzattim, trafik polisi "bu sadece uyari, elemana soylerim ceza kesmez size" dedi. romy cikarken bize "urgup'e hosgeldiniz mesaji veriyor" dedi.

tehseena sadece gulumsuyor. kapadokya ile ilgili film izlemis ve ayni yerde bulunmasi ona pek inanamiyor. bana da olmustu yeni zelanda'ya gittigimde. her gun annesi ariyor karaci'deki haberleri iletiyor. evlerindeki kadinin stresli halini, hangi yemek pismis, yagmur yagmis bir tane cam kirilmis filan, alis veris merkezde yangin cikmis biliyormusun!.... tehseena telefonu kapatiyor bana soyluyor. kac gundur ne televizyon izliyor ne de hangi gun oldugunu biliyor. tatil budur iste. hatta arabada tuz golune geldigimizde hangi ulkedeyiz diye kendime soru sorarken yakaladim. nasil bir sey bu seyahat?

tehseena'nin gelmesi hayatimda onemli bir yeri var. onunla paylastigim universite seneleri ve her gittigimde olan olaylarin bir kismini unutmusum. yeniden anlatmasi beni cok guldurdu. ne kadar degismisim. tehseena ne kadar degismis. bugun ona bye bye demek zor oldu. daha dogrusu bye bye dedim ve işe verdim kendimi. insan cok cabuk alisiyor.

23 Haziran 2007 Cumartesi

Yeni icatlar çıkarma başımıza...


Herkes aslinda birşeyler bırakmak istiyor geride.. İyi birşeyler.. Başarının da, çocuk büyütmenin de, iyi anılmak istemenin de altında geride iyi birşeyler ya da iyi anılan bir ad bırakmak olduğunu düşünüyorum..

Küçükken en büyük icadımız ( ki bunu bize babam öğretmişti icat sayılmaz) iki kibrit kutusunu orta yerinden delip, birbirleri arasına ip gerdirerek telefon aksamı kurmaktı. Kulağını kibrit kutusuna dayayan, karşı tarafta kibrit kutusuna konuşanı duyardı. Artık ipin verdiği titreşimden mi oluyordu bu bilmiyorum.. Gerçi telefon çoktan icat edilmişti ama, biz ablamla evin belli koşelerinde iki kibrit kutusunun uzaklığı mesafesinde " alo aloo duyuyormusun " diye çok deneme yapmıştık. Amacımız neydi bilmiyorum.. Babam bizim mucit ruhumuzu yakalamak istemiş olabilir.. Olmadı baba.. İkimizde hiçbirşey icat edemedik..

Benim icatların tamamen pratik zeka ürünleriydi. Üniversitede desen çalışmasında kullandığımız kalın duralite, bir karton torba taşıma ipi yapiştirarak güzel sanatlarda moda yaratmıştım. 50x 70 duraliti koltuk altı taşımak zordu çünkü.. Başka birşey ise, kullanmadığım kot pantolonları bacaklarından kesip dikerek canta yapmakti. Bu sonralari moda oldu. Şimdilerde bulaşık makinesinde meyveleri, ıspanağı falan yıkıyorum.. Pratik zekam bu şekilde çalışıyor sadece. Henüz birşey icat etmiş değilim.

Universite döneminde Leman dergisinde Zihni Sinir karakterini okurdum. Adam her hafta inanılmaz icatları "procelendirip"çizerdi.. Bence en iyi icatı, başa giyilen tuvalet kağıtlı şapka tasarımıydı. Nezle olana birebir bu icat, mendil arama derdinizi ortadan kaldırıyordu.. Harikaydı. 2000’li yılların başında Zihni Sinir bu projelerini gerçeğe dönüştürüp, taksimde bir dükkan açtı. Ama hiçbir icadını almadım sadece uzaktan takdir ettim..

İcat denilince anladığım şeylerin sonu bitmez. Evimizde harika bir atolye var aslında.. Buzdolabı , yiyecek malzemeleri, kaplar, mixerlerden ve daha sayamadığim bir sürü aletten oluşan mutfaklarımız.. Ben mutfakta yaratılan her yeni tadın aslında ciddi bir icat olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden Berrin’i hep çok takdir ediyorum. Esmer şekerin karamalize oluşuyla verdiği tad ile, tereyağının veya soya sütünün ne tad vereceğini bilmek bence bir mucit sabrı ve insanlara güzel tadları sunma arzusuyla kendini unutarak birşeyler üretme keyfini veriyor ona..

Mucit olmak neyi gerektirir bilmiyorum. Biraz merak belki, zeka, inanç ve başarma arzusu… Bunun için eğitimli olmak gerekmiyor.. Bu noktaya nasıl geldiğimi merak edenlere hemen söyleyeyim.. NTV’de yayınlanan Türk Mucit’in finalini izledim biraz once.. Uzun zamandır yayınlanıyormuş sanırım, finalinde ilk kez izleme şansı doğdu.. Gerçekten etkilendim. Finale kalanlar inanılmaz etkiledi beni.. Türk insanının birşeyler icat etmesi değildi beni etkileyen.. Finale kalanların eğitim seviyeleri, icatlarına inançları, ortaya çıkış öyküleri, yüzlerindeki birşey gerçekleştirmiş olmanın pırıltısı… Finalde neler mi vardı?

Urfadan gelen bir mobilyacı düz bir direğe iki elin boşta olarak tırmanabileceğin ve sadece yürürmüşcesine iki bacagini kaldirarak yukarı çıktığın bir merdiven icat etmiş.. Merdivenin adı geldiği şehrin adını koymuş "Urfa merdiveni".. Avanoslu ev kadını Resmiye hanımı " ekolojik lavoba" icat etmiş. Mutfak lavabonuzda iki gider deligi oldugunu düşünün. Bir deliğe gerçekten kirli yada detarjanlı olan suyu kanalizasyona göndermek için kullanıyorsunuz. Diger delik ise meyve sebze yıkadığınızda aslında temiz olan su için kullanılıyor. Temiz olan su haznesi sonra bahçeyi sulamak için kullanıyor. Ve Avanoslu ev kadını Resmiye hanım ekliyor "su kaynaklarımız biterken, bunu düşündüm ve yaptım"... Perde tak diye bir alet vardı icat edilen mesala... Elinizde perdeyi bir kornişe geciriyorsunuz.Bir tür tabanca sistemiyle kornişi gerçek takılacak kornişe bitişik konuma getirip, alttan düğmeyi çekiyorsunuz hoopp perde kornişe diziliyor..Ya da Konyalı bir amca "baca basmaz" bir baca sistemi yapmış. Poyrazlarda evin içine giren dumanı önleyen çok basit ve mantıklı bir çözüm üretmiş. “Böylece sobadan zehirlenme ölümleri bitecek diyor amca" ve ekliyor "nasreddin hoca göle maya caldı, o en buyuk mucittir " diye... Bir kapı kilidi icat edilmiş mesala.. Bu sistemle anahtarı evde bırakmanızin imkanı yok.. Bir digeri depremde kullanılacak olan "gaz keser" (Not: finale kalan mucitlerin projelerini izleyebilirsiniz. ( http://www.turkmucit.tv/ )

Beni en cok etkileyen Mardinli bir itfaiyeci olan Oktay beyin yaptığı icattı.. İsmi “Baca temiz".. Hava kirliliğini önleyen bir sistem... İcat beni çok ilgilendirmedi ama hikayesi içime dokundu. İtfaiye memurluğunu birakip bu proje üzerinde çalışmaya başlayan, 4 çocugunu geride bırakıp yarışmaya gelen ve belki de maddi kaynakları olmadığı için icadını sadece çizimiyle kekeleyerek anlatan Oktay bey.. İçimden ne mühendisler çıkıyor ama Mardin’den de böyle insanlar çıkıyor dedim.. Çok takdir ettim.. Gaziantep, Urfa ve Diyarbakır’dan yarışmaya çok katılım olmuş. Finalde sadece 3 muhendis vardı. Herşeyin sadece eğitimle olmadığını düşündürttü bana bu durum.

Daha önce otomatik kıble makinesi, alarmlı çocuk bezi makinesi ve hatta çiğ köfte yoğurma makinesi icat edilmiş olsa da, henüz hepimizin beklediği "zaman makinesi" icat edilmedi malasef.. Türkiyemin dört bir yanındaki mucitlere bunun üzerinde çalışmalarını öneriyorum. Çok tutar, harika olur.. Bir ileriye –bir geriye gider dururuz..

Ve denerseniz devamlı mucitmucitmucit dediginizde, çok anlamsız geliyor bu kelime... Deli gibi görünebilirsiniz, ama mucitlere de deli deniyor unutmayın... Benim icadım da dört yıllık üniversite, masterlarla işte bu kadar oluyor.. İdare edin..

Mucitmucitmucitmucit....

21 Haziran 2007 Perşembe

müziği sadece dinlemeyi bilirim.....

eğer bir gün
tamam berrin bu kadar
şımarıklık bitti
bundan sonra tek tür
müzik dinleyeceksin
seç bakalım derlerse
düşünmeden
kısaca
barok derim....
böyle bir tercih yapmak
zorunda kalacağımdan
değil
yok artık
dünya daha
o kadar bozulmadı
esas oğlan
barok müzik
ama
yelpazem geniş
herşey dinlerim
jazz - rock - teoman
pop
sadece
bu kimmiş
ne güzel söylüyor
sorusu gerek
gitar da severim
hatta
bu gezegenin
en iyi gitar soloları
top 10 listem var
liste başı
sultans of swing
bence
dünya planetinde
bugüne kadar çalınmış
en güzel
gitar solo
rock müzik de severim
rock müzik yapanlarıda
severim
sahnede
sanki
biz buyuz işte
kibar değiliz derler
hani
çok kibar insanların
içinizden
herşeymi normal
normal olmayan birşey yokmu
bu dünyada
diye çığlık attıran durumları
yoktur
rock müzikle
uğraşanlarda
dün akşam
duman
konserine gittim
kaan eşofmanıyla
çıkmış
sahnede
bu iş böyle yapılır
gitar denilen alette
böyle çalınır
diyordu

19 Haziran 2007 Salı

Babaannem...

Bugün biraz sakin bir gün ve bugünü sizlerle paylaşmak istedim. Biraz da değişiklik yaparak, stoktan değil, gündemden değil, geçmişten bir fotoğrafı paylaşalım istedim...

Babaannemi düşünüyorum günlerdir, hep aklımda... Hani bir söz vardır, “canı rahmet istedi” diye... Galiba çok istedi canı ki hep aklımda ve hep gülümsetiyor beni bu aralar. Herkesin babaannesi özeldir ama benim babaannem biraz da farklı galiba, bazen keşke biraz ona çekmiş olsam diye düşünürüm.

1903 doğumlu babaannemin, 18 yaşında evlenene kadar yaşamı köyde, at üstünde ve sırtında tüfeği ile geçmiş. Birinci Dünya Savaşı yıllarını babaannemden dinlemek büyük bir keyif ti, Yunan askeri Haymana Ovasına, köye kadar gelmiş. O yıllarda henüz 14-15 yaşlarında olan babaannem, tüm köy halkının mücadelesini anlatırken o acıları esprileri ile yumuşatarak tam bir keyfe dönüştürmeyi çok güzel becerirdi. Yeter ki tüm torunları (sayıca hayli kalabalık) dizlerinin dibinde olsun.

Çocukluğumda, babaannem dağ gibi bir güç timsali idi benim için. Uzun ve güçlü bedeni, dimdik omurgası, adımlarının kararlılığı, mağrur duruşu ve aile üstündeki yumuşak hakimiyeti... ve hepsinden önemlisi cesareti...

Dedem üç savaşa katılmış, bunlardan birinde Yemen’de esir düşmüş, kaçmış ve Suriye’li bir aile koruması altına almış. Dedemin anıları ise apayrı bir yazı değil roman konusu, neyse ki yaşamının son yıllarında babama sayfalar dolusu not aldırmış, o yılları anlatmış.

Buarada, 6 tane çocukları olmuş, en büyükleri babam. Ablam doğduğunda, dedem ablamın adını Dadüşe koymak istemiş, esaret sonrası dedemi koruması altına alan Suriye’li ailenin kızlarının adı... Ablamla hep babaannemi minnetle anarız ki dedeme engel olmuş ve ablamın adı Selma olmuş :)

Bu yazı çok uzar, daha kısa kesmeye çalışacağım söz :)

Babaanneme hayranlığım biraz da cesaretindendir. Yaşamının ilk yılları köyde ve sonrası ise hep asker yolu gözleyerek, buarada 6 çocuğunun sorumluluğunu tek başına üstlenerek önceleri Haymana’da sonra Ankara’da geçen mücadele dolu yılların, ikinci dünya savaşı döneminin sıkıntılarının içinden ailesini kanatları arasında koruyarak, tüm çocuklarını en iyi okullarda okutarak dimdik ayakta durmasındandır...

1960ların başında dedem de henüz hayattayken, halamı üniversite sonrası Amerika’ya master için yollamaları, tüm çocukları için yaptıkları fedakarlıklar ve babaannemin yakından şahit olduğum son 40 yılı...

Halam, master sonrası Erzurum Üniversitesinde Öğretim Görevlisi olarak çalışırken, Norveç’li Profesörü ile birbirlerine aşık oluyorlar, evleniyorlar ve babaannemin farklı ve hepimizi şaşırtan bir yönü daha ortaya çıkıyor. Halamın eşi Ottar, UN-FAO da çalışıyor ve dünyayı dolaşmaya başlıyorlar, 3 er 5 er yıl Pakistan, İran, İtalya, Belçika... Daha pekçok yer... Henüz, ilk gençlik yıllarımdayım, ‘70ler ve babaannem tek kelime yabancı dil bilmeden halamın ardından tek başına, onlar hangi ülkede ise o ülkeye gidiyor, geziyor ve hediyelerle dönüyor ve gezdiği ülkeleri tek tek bizlere anlatıyor. Sanırım bu gezgin yönüm bana babaannemden miras, yeni ülkeler yeni kültürler keşfetmeye ve gezmeye doyamıyorum... “Gökte düğün var deseler, merdiveni nerde derim” misali, bu yönüm kesin babaannemden miras... “Hasta olduğumu farkettiğiniz an beni arabaya atın gezdirin” derdi. Gerçekten de evden hasta çıkar ve gezmeden sapasağlam keyifli dönerdi.

80’li yaşlarında Hac’a gitmek için tutturdu, doktoru izin vermedi, kesinlikle yollamayın sağ dönenmez dedi. Babaannem bu, doktor ne bilsin, tanımaz ki o kadar da... Engel olmak mümkün mü? Havaalanında babaannemi yolcu edişimizi hatırlıyorum... Uzaak akrabalardan iki hanımla karşılaşıldı alanda, tesadüf aynı gruptalar, tüm aile babaannemi bu iki hanıma emanet etti, biraz mutlu biraz hüzünlü yolcu ettik babaannemi tüm evlatları, gelinleri, damatları ve torunları... ve büyük gün geldi, babaannem dönüyor çok şükür, gene tüm aile efradı havaalanına karşılamaya gittik... O muhteşem sahne hala gözümün önünde, uçağın kapısında babaannem göründü, o iki hanımın arasında ortada dimdik ve pırıl pırıl gülen bir yüz... Hepimizin yüzü aydınlandı ve biraz sonra kahkahalarla çınladı alan, babaannem ortada dimdik ti ama o iki hanım biraz bitkin hatta bitap düşümüş, zor yürüyorlardı, babaannemden güç alıyorlardı... :)

Nur içinde yat sevgili Babaanneciğim, biliyorum sen oralarda o esas alemde de gezecek yerler buluyorsundur, orada da her soyduğun salatalığın kabuğunu yüzüne koyuyor, ellerini salatalık suyu ile ovuyorsundur...

Aaa buarada aklınızda olsun, unutmayın lütfen, beni ne zaman biraz hasta, biraz keyifsiz görürseniz dinlemeyin atın arabaya, dilim naz yapsa da gönlüm hazırdır emin olun gezmelere gitmeye :)

18 Haziran 2007 Pazartesi

SERGİ DAVETİ

Fatih, bizi sergisine İtalya'ya çağırıyor..

Comune di Fonte Nuova
Il Sindaco è lieto di invitarLa alla mostra:

“CARTE D’ORIENTE”
opere grafiche del Maestro incisore
Fatih Mika

26 giugno 2007 - 5 luglio 2007
Vernice: Martedi 26 giugno 2007 – ore 12.00
Comune di Fonte Nuova
Via Machiavelli,1



fatihmika@libero.it
Tel. 347 8441276


Nato a Istanbul, studia a Sarajevo, vive a Roma. Per questo artista migrare è quasi un processo naturale accompagnato da sicuri punti di riferimento. Fatih Mika pare abbia scelto come tali la natura, rappresentata nelle sue semplici ed innumerevoli forme, ancora più varie per effetto delle tecniche diverse, talora personali, con cui la riproduce: pesci soprattutto, muti osservatori dell'ambiente, quasi indifferenti inquilini del mondo, eppure ovunque presenti nelle ampie distese d'acqua che collegano continenti e paesi; spaventati o altrimenti aggressivi, non importa. La fluidità dell'acqua che li ospita si attenua però nelle sue incisioni, la carta si marmorizza, fissa fredda un'immagine, si contrappone al movimento, rimanda a momenti di stasi, a fissi silenzi di tempi che si dilatano, come le macchie delle sue acquaforti e acquetinte, per ascoltare e dare spazio a gesti minuziosi e pazienti.

Così le altre fiere ed immote forme di vite, o i paesaggi, presenti nei suoi lavori. Gli stessi dervisci, catturati dalla filigrana delle lettere, appaiono sospesi.

Un invito a fermarsi e a ripensare forse, un rimando ai momenti di quiete della sua infanzia, certamente il naturale soccorso alla necessità di dover vivere più luoghi e confrontarsi con diverse culture.

Angela Tangianu, Ankara 2006

(Presentazione del catalogo per la mostra alla Galleria d’Arte Sevgi)
--
(Fatih Mika, İstanbul’da doğdu, eğitimini Saraybosna’da tamamladı, şu an Roma’da yaşamaktadır. Göç sanatçı için sıradan bir olay, aynı zamanda çalışmalarında yararlanacağı bir olgu haline gelmiştir. Sanatçının yaralanacağı kaynaklardan biri de, kendi doğal halinde ve binbir değisik biçimde tasvir ettiği doğadır. Doğa sanatçının kendi geliştirdiği tekniklerle daha da farklı biçimlerde eserlerinde yer bulur. Özellikle balıklar; eserlerinde, çevrenin sesiz gözlemcileri, nerdeyse dünyanın kayıtsız canlıları. Ancak kıtaları ve ülkeleri birbirine bağlayan engin sularda bulunduklarında korkmuş ve hırçın görünürler. Onları barındıran su Mika’nın gravürlerinde yumuşak bir görüntüye bürünürken, kağıt mermerleşir, kalıplaşır. Harekete adeta ters düşer. İnsanı sesizliğe ve durgunluğa sürükler. Eserlerinde ki hayata, doğa manzaralarina ait şekiller de aynı etkiyi yapar. Harflerin filigranına takılmış gibi görünen dervişler asılı gibi durur. Belki durup düşünmek için bir davet, belki çocukluk dönemi anılarına dönüş. Su kesin ki daha çok mekanda yaşanması ve daha çok kültürler tanınmasına yönelik doğal bir çağırı.
(Ankara Italyan Kültür Merkezi Müdürü Angela Tangianu bu yazıyı Fatih Mika’nın Sevgi Sanat Galerisi’nde ki sergisi sırasında hazırlanan kataloğa sunuş yazısı olarak yazmıştır.)

16 Haziran 2007 Cumartesi

Eşyanın Doğası Gereği


Aslında yanliş bir başlık oldu bu.. Ama yazıma bu başlığa uygun gördüm.. Ayşe Arman gibiyim.. Böyle yazarım, yazdığım gibi olanı da uygun görürüm stili..

“Eşyanın doğası (tabiatı) gereği” lafını her yerde duyarım ama niyeyse bunu açıklayacak bir paragraf bulamadım. Hani öyle şeyler vardır ya ne olduğunu bilmezsiniz ama anladığınızı sanırsınız.. Bu tabir genellikle evrendeki herşeyin değişken olduğunu anlatmak için kullanılır, aslında son derece bilimsel bir yaklaşımla söylenmiş bir sözdür. Zira eşya kıpırtısız dursa da, barındırdığı maddenin en küçük yapı taşları ha bire kıpırdar durur içinde için için..

Benim yazmak istedigimse “eşyanın ruhu” varmıdır.. Doğaya çıktığımızda ağaçların bir ruhu olduğunu, çiçeklerin bize selam verdiğini düşünürüz de, niye bir eşyanın ruhunun olması, delilik olarak görülür.. Bu evrende olan herşeyin bir ruhu vardır bence.. Düşük enerjili yada değil..

Universite yıllarımda çok sevdiğim bir arkadaşım vardı.Kendisi o kadar sevgi kelebeğiydi ki, çayına koyduğu şekeri bile sevgiyle üfleyerek ikiye ayırdığını söylerdi. Bu kadar hassas bir yüreğin, böylesi bir dünyada çok üzüleceğini düşünürdüm hep.. onunla beraberken,yüzümde tebessümüm hiç eksik olmazdı.. Üzerine çay döktüğü sandalyeden özür diler, çizim çantasına isim takardı.. Sınıfta ne arıyorsun diye soranlara, kalemimi dediğini hiç duymamıştım.. Mutlaka o kaleminde bir ismi- bir ruhu vardı .. Tabi herkes onun bu haline uyum sağlayamasa da, tatlı bir insan diye düşünürlerdi kendi hayal dünyası içinde yaşayan..

Bende son zamanlarda eşyaların gerçekten ruhunun olduğunu düşünüyorum.. Evinizdeki koltuğun size o ferahlığı vermesi de, giydiğiniz ayakkabının rahat oluşu da o ruhun size yaşattığı bir konfor diye düşünüyorum.. Yoga hocam, enerjiniz değiştikçe kullandığınız elektronik eşyalar sizinle uyumlanamayıp bozulabilirler demişti. Bunun üstüne bize “bu eşyalara tekrar kendinizi tanıtın” demişti. Pek anlayamamıştık belki de bunu ilk duyduğumuzda.. Ama düşününce doğru olduğunu görüyorum. Güçlü’nün bilgisayarındaki sorunu ben halledemiyorum, o da benim bilgisayarımdakini.. bunu en kolay böyle örneklendirebilirim. Bununla ilgili İrem ile konuştuğumuzda, o da evindeki her eşyaya kendini tekrar tanıttığını anlatmıştı. Bizde Güçlü ile aynı şeyi yaptık. ”Merhaba tost makinesi, biz senin aileniz”.. ”Merhaba Buzdolabı, Naber”... Tabi bunu yaparken hayli eglendik. Onlar selamımızı alırken, sırf bozulup bizi zora sokmasın diye konuşmaktayız biliyorlarmıydı pek emin değilim. Genelde bozulunca konuşulur çünkü “ hadi be bozulacak zamanı mı buldun “ diye.. Bunu hiç söylememiş ve “ eşyadır bozulur” diyebilmişseniz, sizin için eşyaların bir ruhu yok. Ama ben biliyorum, arabası bozulunca tekerleği tekmeleyen adamlar çok gördüm .. Halbuki arabasını dinlese diyor işte " içimin yağları kirlenmiş, balatalarım haşat, ne vuruyorsun tekerleğime tekerleğime"..

Bu ruhu biz katıyoruz onlara diye de düşündüğüm çok oldu.. Mesala annemlerin evindeki deri koltuğu sevmeye çalışsamda benimle hiç iyi anlaşamadı. Koltukta otururken yatar pozisyona geçiş yaparken, deri yüzeyin verdiği matlıktan ses çıkıyor, ayrıca yaz aylarında teniniz koltuğa değince rahatsız ediyor ve hiç rahat bir koltuk değil kendisi. Ama babam ile iyi anlaşıyorlar. Babam onu çok seviyor, o da babama yakışıyor.. Bunlara birçok örnek verilebilir tabi ki.. Kıyafetleriniz, atamadığınız eski ayakkabılarınız, arabanız...

Anneannemi gormeyeli 5 yıl oldu. Anneannem eşyanın ruhunu abartanlardan biridir gözümde.. Yaşının gereği duvarlara tutunarak evin içinde yürür. Birgün ikimizinde mutfağa gideceği tuttu..O minik minik-duvarlara tutuna tutuna yürürken, ben arkada onu takip ediyordum.Tam köşeyi dönmeden “ çekil duvar” dediğine şahit oldum. Artık o duvar biz yokken hareketlenip, ona yol mu veriyordu bilemiyorum. Kuzenimle bunun üstüne çeşit çeşit geyik döndürdüğümüzü bilirim." hey sen yine iyisin, kaderde tuvalette duvarda olmakta vardı. Şimdi bir zahmet yol ver"- " yine mi sen, hep önüme çıkıyorsun be duvar" gibi.. Şaka bir yana yine de, biz yokken o duvarların anneanneme arkadaş olduğunu bildiğimden gülümseyebilmiştim tum bunlara sadece..

Peki sizin hiç alışverişte başınıza gelmedi mi?. Benim sık sık geliyor da. Ofisimin Tunalıda olması nedeniyle sık sık vitrin görme şansına sahibim. Bankaya giderken, yol üstünde göz ucuyla gördüğüm vitrinden “ heyy beni al, ben sana ne güzel yakışırım, bi denesen ” diyen ayakkabıyı, kazağı veya eteği aldığımı hatırlarım.. “Bankaya gidiyordum ya, ben bunu ne ara aldım” diye düşünürken, torbanın içinde “ yarın beni giyecekkk-yarın benii giyeceekkkkk ” diye sevinen yeni bir eşya edindiğim çok olmuştur.Gardroba yeni alınanı koyarken diğerlerinin “ aaa Burcu daha bizi bir kere giydin, ne bu şimdi” diyenleri de duyuyorum genelde.. Kadının doğası gereği, bende yapıyorum bu alışverişleri..:) Biz kadınlar haksız yere “alışveriş sever” diye markalaniyoruz bence, halbuki yufka yüreğimizden, bizi çağıran eşyaya kıyamadığımızdan oluyor bunların hepsi..

Onlara eşya demekte kötü birşey sanırım. Alınıyor olabilirler mi..? Emin değilim.. Sizinde eşyanın ruhunun var olduğu ile ilgili düşüncelerinizi merak ediyorum açıkcası. Mesala siz de televizyonunuzu kapatırken ona iyi geceler diliyor olabilirsiniz değil mi? Kitapçıda karşınızda duran kitap, size hiç içinde yazanları fısıldamaz mı yoksa.. Yani küçükken bez bebeklerinizin canlı olduğunu düşünürken, şimdi bunu çocukça mı buluyorsunuz yada... Bunların hiçbirine katılmıyorsanız, olmadı delirmek üzere olduğumu söylemekten çekinmeyin lütfen.

Yazımı burada sonlarken, eşyalarım içinde en çok sevdiğim arabama ( Aslında arabamın bir ismi var, ama onu sizinle paylaşamayacak kadar kıskanıyorum...) benzin alıp evimin yolunu tutacağım şimdi... Benzinciye giderken de sevgili arabama” seni biraz şımartalım mı, yıkamaya girermisin” diye de sormayı düşünüyorum. Eğer gönlü isterse yıkanabilir..İstemezse zorla birşey yaptıramam ona.. E naparsınız, Eşyanın doğası işte... İstemeyince zorla olmuyor..Kendisi benim kadar titiz değil malasef:)

15 Haziran 2007 Cuma

med-cezir

Gravür_Fatih Mika


işte
sular yine yükseliyor



sular geri geliyor
ay yüzlüm korkuyor aydan



ay suları
______ sular anılar getiriyor


işte
sular yine çekiliyor



sular beni götürüyor
ay yüzlüm korkuyor aydan



ay suları götürüyor
______ kumsalda izler

fatih mika

YAZ GELMİŞ...



Yaz gelmiş… Evet, evet yeni fark ettim… Sınavlar, ödevler ve diğer gerilimler bitince, hastane işleri ertelenince… Kısaca, kafamı kaldırıp etrafa bakmaya başlayabilince… Baktım ki yaz gelmiş… Sıcak… Güneş…

Çocukken yazlar ne kadar uzun gelirdi… Uzun, sıcak ve güneşli günler… Hiç bitmeyecekmiş gibi gelen yaz tatilleri… Üç koca ay… Zaman kısaldı galiba gerçekten, şimdi her şey daha çabuk olup bitiyor sanki… Biliyor musunuz, eskiden “yıl”ın “sene”den daha uzun bir zaman olduğunu sanırdım… Sonradan öğrendim zamanın aslında bir tür kurgu olduğunu…

Evet, yaz gelmiş… İçimde kocaman bir şehirden kaçma isteği var… Biraz da bundan anladım, yaz gelmiş…

Çöle gitmek istiyorum ben… Çöle… O sonsuzluk gibi olduğunu sandığım kum tanecikleri ve güneşin arkadaşlığını görmek istiyorum… Orada zamanın duracağını sanıyorum bir de… Sözcüklere gerek kalmayacağını… Bir kum tanesi olmak istiyorum o sonsuzlukta… Sonra bir rüzgar çıksın istiyorum, savursun kum taneciklerini, hiç biri aynı yerde kalamasın… Serap göreyim sonra… Sonra bunun serap olduğunu anlayayım… Küçük Prens’le karşılaşayım, ona “gül”ünün nasıl olduğunu sorayım istiyorum…

Evet, yaz gelmiş ve ben çöle gitmek istiyorum…

14 Haziran 2007 Perşembe

annemle ben


annem burda. ankara'da. her gordugumde "ne kadar tatli bir annem var" diyorum. sasirtiyor. onun gibi anne olabilirmiyim diye de arkasindan soru gelir. her gordugumde ki senede 3 sefer en fazla oluyor, hediyeler, sevdigim seyler yaninda getirir, komik hadiseler'den eksik birakmiyor. 4 gün icerisinde o kadar cok yasamisiz ki günlüğüme yazacak zamanim yoktu. burda paylaşmaya karar verdim.

milli piyango bilet'ten 25 lira kazanmis, bana t- şört almis! ne seker... evde aspiratörün bacasi yok (zamaninda yapilmamis), arcelik servisi cagirdi ve karbon bilmem ne taktirdi. teyzem bluz dikmiş, onu getirmiş. kendisi kiminle görüsecekse onun icin mutlaka hediyesi var elinde. itirazlara ragmen ceragem yataginda taş terapi'ye ve kizil otesi isin terapi'ye gitti, ve kuskusuz kendini iyi hissetti. "bak anne indigo cocuklarla ilgili kitap var onu okuyabilirmisiniz?" kitabi bulamamis kutuphanemden, eve geldim Bhagavad Gita'yi eline almis ve belki indigo cocuklar hakkinda biseyler vardir diye baya bi okumus "kizim bunda indigo hakkinda bir sey yok" dedi. "anne ya indigo kitabi var, elinizdeki kutsal kitap". benim Krshna'nin minik biblosunu gordu, "ben de bunun buyunu ariyordum ama otekini aldim" (bahsettigi Ganesh). apartman'da yalitim yapiliyor ve eksik yapilmis yerlere yonetim rica etti haber verin dedi. annem'e de soyledim. işçiler calisirken ve kendisi yengemle sigara cay keyfi yaparken işçinin birine o kadar cok baski yapmislar ki adam fazlasiyla yalitim yapmis halbuki yapacagi tek sey sıvı cekmedigi bir kac nokta vardi.... "hiii ben duvarin bi kismi eksik kalmis zannettim"...

komiktir annem. istanbul'da arkadasinin oglu'nun dugunune gitti. siyah harika dekolteli ucu havali bir elbise almis. "giyerim sonra da irem'e veririm, tam tango dans kiyafeti" demis kendisine. gercekten de oyle! annemin yasina gelip vucudumun olculeri degismeyecek sekilde yasayacagim. kararliyim. koruyacagim. mimar dayima "amerika bileti yaparmisin" sormus. dayim unutmus, annem anlatirken alindigi belli. "neden aliniyorsunuz ki, bir kez soylemissiniz zaten unutmustur". "olabiliiir ama hic bir zaman kendimi tekrarlamam ve dayin da tekrarlanmasini istemez" dedi. sustum.

bazen anlamiyorum ve birakiyorum. genelde annemle kavga etmeyiz. tartisma cikarsa da "senin uzulmemen icin" der yani korumaya da calismiyor artik ama yine de... dun aksam bunu dedi "bak ganga'ya filan girmeye kalkisma, ben ayagimi sokmam, dikkatli ol" dedi. benim tepkim "üüff mummyyyy ganga'ya yaklasirsam bakariz" dedim. "tamam tamam karismiyorum ama iste annen olarak soylemek zorundayim".

anne olmak boyle bisey. annem'de boyle biri. "aseton'un nerde" sordu. soyledim. kendisine bakti "su tirnaklarimi sileyim, saclarimi yaptirayim, yarin kahve iceriz" dedi. cok guldum. sonra da ilk agda hikayesini anlatti, nasil agladini sonra da benim ilk agda yapildigi zaman ben nasil agladigimi anlatti. "cok benziyoruz anne" dedim.

sessiz kaldi.

13 Haziran 2007 Çarşamba

bu kötü bir yazıdır....

hiçbir konuda ayrım yapmayan biriyim
bu yazıyıda kadın olarak gördüklerim
beni rahatsız ettiği için yazdım

beyaz ayakkabım
olmalı diye
bir hisse kapılıp
alışverişe çıktım
favori mekanım da
tunalı
neyse
ben ve yanımda arkadaşım
ayakkabı satan bir
dükkana girdik...
ayakkabıcıda
rus bir bayan
yanında
bıyıkları olan
ve saçları siyaha boyalı
iki adamla ayakkabı alışverişi
yapıyordu...
ilgi çekiyordu
mağazadaki tezgahtar çocukların
tamamı da rus bayanla ilgileniyordu
giydiği kıyafetle
alakalı olarak
yani
ben poposunu gördüm
kalp şeklinde döğme vardı...
bir an aklımdan
insan poposunu
neden
herkese göstermek ister
diye düşünce geçti
buraya kadar olan kısım
beni pek ilgilendirmiyor
sonuçta neyi
tercih ediyorsanız
onu yaşıyorsunuz
eğer bir insan
bozkırın ortasındaki bu memur
şehrine gelip
fahişelik yapmak istiyorsa
problem yok
onun tercihi
yapabilir

bu bölüm uyarıdır
fakirliğin gözü kör olsun gibi
şeyler duymak istemiyorum...

tunalıdaki rus popülasyonu
iki türke bir rus şeklinde
nasıl ki bazı milletlerin
savaşçı gen taşıdıkları söylenirse
ruslarda da bunun gibi
bir durum olmalı

rus imparatorluğunun
bende çağrışım yaptığı şey
fuhuş sektörü..
ne nükleer tesisleri
ne köklü edebiyatları
ne baleleri
ne osu ne busu...

birileri
rusya devlet başkanını uyarsın
büyük devlet olmak
benim karizmam var demekle
olacak iş değil
judo falanda yapmasın
ayakkabıcıdaki kız
o kadar zavallıydıki
birileri

rus kadınının problemleriyle

ilgilensin

onları anlatmak için
ucuz kelimesi
yetmiyor

12 Haziran 2007 Salı

KARAR GÜNÜ



Bu günü sadece kendime ayırdım.Beynimi temizledim, yeni taze düşünceler ürettim, gereksiz olanları sildim, beni üzenleri cerrahi müdaheleyle kazıdım, ufacık bir parça dahi bırakmadım tekrar üremesin diye. Çareler buldum, hayatımı zehir eden bilgiler beynime girmesin diye, giriş kodlarını iptal ettim hepsinin.

Bulutlar seyredildi, ''I'M YOUR MAN'' filminin müziklerini dinlendi, Leonard Cohen sevgi ve saygıyla anıldı . On gündür ustalarla boğuşmaktan , hayatın tadının alınmadığı fark edildi. Uzun bir kayıp, on sıkıcı gün. Hayatın yatağını değiştirmenin gerektiğini hissettiren on gün. Yaklaşık bir senedir düşünülen,, kendime ait bir iş düşüncesini hayata geçirmenin tam vakti. Son beş yıldır her merak ettiğimi öğreneyim maymunluğundan kurtulup işe koyulmak gerekir. Bir iş üzerinde yoğunlaşmanın tam sırası.


Yapmak istediğim , yapabileceğim işlerin sayısı üçe indirildi. Şimdi gerekli araştırmaları yapıp doğru kararı verebilmekte iş. Değişik heyecanlar var yüreğimde bu konuyla alakalı.

Son iki yazıya bakarak biz insanoğlunda, hayat tatmininin ne kadar imkansız olduğunu görüyorum. Etrafımda çalışan herkes ki buna birçok erkekte dahil ev hanımı yada ev erkeği olmak istiyor. Çalışmayanlarda bu durum tam tersi.

Mükemmel hayatın tarifi var mı? Kimler ''tam da yaşamak istediğim hayatı yaşıyorum'' diyorlar. Zıtlıklar bunun için mi varlar acaba?Çalışmak, çalışmamak ne fark eder insan mutluysa........................


Beto

Evimi özledim...


Her akşam evimdeyim, sabaha kadar ama gene de özledim, evimi yaşamayı özledim.... Sabah kahvaltıdan sonra, pencerenin önündeki koltukta gazetemi okuyup kahvemi içmeyi, tembel tembel mecmua karıştırmayı, kanapeye uzanıp kitap okumanın lezzetine elmamın lezzetini katmayı, müzik cd’lerimi dinlemeyi, sinemada film izlemeyi, hatta bir türlü sevemediğim komşuculuk oynamayı bile özledim... koşturmadan yaşamayı özledim...
Zaman su gibi akarken, yarışmayı değil birlikte su gibi akmayı özledim...

25 yıl ne kadar çabuk, ne kadar dolu ve güzel geçti. Üniversite bitti, çalışmaya başladım hep evimin özlemini de içimde taşıyarak :) Emekli olur olmaz ayrılma, çalışmama kararı ile, bu kadar yıl boyunca, severek çalışsam da...

İlk yıl zorlu ama çok başarılı bir süreçti. Çok çok başarılı idi çünkü, aile şirketinde çalışmayı rededip gazete ilanı ile iş buldum, gittim görüştüm ve bu iş bayanlara uygun değil, yapamazsınız dedi müstakbel patronum. İlk kamçı geldi... aniden dört elle sarılıp, bay ya da bayan farketmemeli bu işte, doğru perfermonsla herkes yapabilir bu işi kararlılığı sergilendi... aradan birkaçgün geçti, aradılar “yarın gelin başlayın çalışmaya”... Mutluluktan coştum ve sonra duruldum... ikinci önemli aşama, babamın haberi yok bir işe başvurduğumdan, onu ikna etmek hayli zor olacak... sabah işe başlayacağım ve kıvranıyorum babama nasl söyleyeceğim... büyük an geldi çattı... yaklaşık 3-4 saat süren sohbetin son kararı “Peki, madem ki kendine bu kadar inanıyorsun, sana 1 ay süre, çalış dene bu 1 ayın sonunda tekrar değerlendirelim...” tekrar coştum... ve bu sektörde Ankara’daki ilk bayan eleman olarak çalışmaya başladım. İlk ayın sonunda maaşıma ilaveten iki katı prim aldım, çünkü bir patron olmaz yapamazsınız demiş ti bir de babam henüz net olur vermemişti, yapabileceğimi göstermeliydim... Bu bir ayın sonunda ne mutlu ki hem patronumdan hem babamdan onay alarak keyifle çalışmaya devam ettim. Aylar geçti, bir gün patronumuz beni ve daha sonra işe başlayan iki bayan arkadaşımı odasına çağırdı ve geleceğe dair planlarımızı sordu “başarılı bir iş hanımı mı başarılı bir ev hanımı mı olmak istiyorduk?” Her iki arkadaşım da “başarılı bir iş hanımı” cevabını verdi, ben cevap veremedim epey düşündüm, çelişkideyim... “başarılı bir ev hanımı ve başarılı bir anne olmak istiyorum” du cevabım aslında, zaten “başarılı bir iş hanımı olabileceğimi biliyorum artık”... ve farkına varmadan cevabım döküldü “her ikisi birarada olamaz mı, mutlaka birinden biri mi olmalı?”
Herneyse, seneler geçti, her iki arkadaşım da birkaç yıl içinde evlendi, anne oldu, uzun zamandır biri ev hanımı diğeri ise homeofisinde... :)

Seneler nasıl da su gibi akıyor... 25 dolu yıl geçti, coşkuları, mutlulukları, travmaları, hüzünleri ile... ve son 20 yılı kürkçü dükkanı aile şirketinde...

Ve bugün tam 13 yıl doldu, sevgili babamın gurur dolu son gülüşünün ardından...

11 Haziran 2007 Pazartesi

Gülçin'den haberler

Gülçin Tofu gruba e mail atmış. Hepinize çok selamları var.Şu sıralar kendi yoğunluğu nedeniyle yazdığı yazıyı bile yollayamadığını ve bir süre daha yoğun günlerin onu beklediğini söylemiş.. Davetimiz hala geçerli.. Kendisini mutlu ve rahat hissettiğinde yazabilir.Nasıl olsa biz hep buralardayız...
Gülçin'in sizden bir ricası var tofucanlar..
23 Haziran onun için önemli bir günmüş.. Ona reiki yollamamızı istemiş. Bende bu ricayı kırmayacagimizi soyledim. Biliyorum ki onu güzel enerjilerle donatırsınız...:)
Hepinize sevgiler..

8 Haziran 2007 Cuma

Albert Durer Sergisi



30 Haziran’da Albrecht Durer’in sergisine gittik. Mehtap, Onay Sozer ve ben. Ben dersime calismistim fakat farkediyorum ki onceden sergiyi gormem gerekli imis.

Mehtap’in da dedigi gibi bilet kuyruklari filan yok, sakin bir gun. Albrecht Durer’in bas harflerinden olusan unlu (monogramma) “AD”den sonra henuz 19 yasinda iken yaptigi babasinin resmi ile karsilasiyoruz. Ben dayanamayip hemen soruyorum.

Fatih Mika- Sayin Durer(Baba) oglunuzun sergisi pek oyle kalabalik degil, neden daha albenili konular ve teknikler secmesi icin baski yapmadiniz?


Baba Durer- Biz eskiden beri kuyumculuk yapan macar kokenli bir aileyiz. Albrecht Durer’in de kuyumcu olmasi icin cok emek sarfettim, meslek ogrettim. Ama daha 15 yasinda benim atolyemi terk edip ayni sokakta atolyesi olan ressam Michael Wolgemut’un atolyesine cirak olarak girdi. Bu dusuncesinden bir turlu vazgeciremedim, emeklerim bosa gitti. Albrecht Durer’e 15 yasinda iken bile soz geciremedim.

F.M.- Sayin Albrecht Durer babaniza sordugum soruyu size de sorayim “Serginiz pek oyle kalabalik degil, neden daha albenili konular ve teknikler secmediniz?


Albrecht Durer- Ben 1471 yilinda dogdum, Ronesansin buyuk ustasi Leonardo da Vinci benden sadece 19 yas buyuk. Bu donem “Italyan Ronesansinin” yasandigi donem. Dini resimler ve gravurler yapmama ragmen yenilikci bir sanatci olarak bu konularin disina da ciktim. Gozumu dogaya cevirdim, mitolojik konulari ele aldim. Insanlar gelmiyor diye “Cifte Telli”ye, “Misket Havasi”na siganamam. Bir dizi kendi portresini yapan ilk ressammim ben.

F.M.- Portrelerinizde kendinizi pek bir kibirli resmediyorsunuz.


Albrecht Durer- Evet. Istiyorum ki elleri ile ureten ressamlar da, beyinleri ile ureten diger aydinlar gibi saygi gorsunler. 1498’de henuz 28 yasimda resmettigim “Eldivenli Kendi Portremde” de bunu anlatmak istedim. Benim ellerim de eldiven ile korunacak kadar narindirler.

F.M.-Almanya’da ciraklik donemini bitiren genc sanatcilarin ulkelerinden ayrilip deney sahibi olmak, baska ulke, degisik kulturler ve sanat eserlerini tanimak icin “Wanderjahre- Havai Yillar” denen geleneksel bir donem var, sizinkinden biraz bahseder misiniz?


Albrecht Durer- Evet,babamin Agnes Frey ile gorucu usulu bir evliligi gerceklestirmem icin yarida kestigi, cok kotu biten bir”Havai Yillar” donemi.

F.M.- Evet, babanizi dinleyip Agnes Frey ile evleniyorsunuz. Fakat daha birkac aylik evli iken karinizi veba salgini olan, 800 kisinin oldugu Nurnberg’te birakip italya’ya arastirma yapmaya gidiyorsunuz, ustelik karinizin getirdigi ceyiz paralari ile.
Albrecht Durer- (Tis yok.)

F.M.- Ama ogrencileriniz atolyenizden ayrildiktan sonra da onlara yardim ediyor, onlara kullanmalari icin desenlerinizi odunc veriyor, onlarin gravurlerini satmalarina yardimci oluyorsunuz.


Albrecht Durer- (Yine tis yok.)

F.M.- Italyan sanatcilar sizin ressam kisiliginizi gormemezlikten gelip, gravurcu yaninizi one cikartiyorlar.


Albrecht Durer- Haksizlik ediyorlar. Fakat su da bir gercek. Ben ortacag usulu meslek ogretilen babamin kuyumcu atolyesinde 15 yasima kadar calistim. Bir metal ve kazima sanati olan kuyumculugun inceliklerini gorsel sanatlarin kazima sanati olan gravure tasidim. Gravurun anlatim olanaklarini genislettim. Yeni bir teknik olan (Acquaforte: Nitrik asitin ortacagda ki adi) asit-oymayi da ilk kullanan sanatcilardanim. Bir kalip (Matrice) yapildiktan sonra cok sayida basilabilen gravurler benim unumun butun Avrupa’ya yayilmasina neden oldu.


F.M.- Italyan Resminin sizde ki etkileri?


Albrecht Durer-Yuzyillar sonra daha da kolay gorulecegi gibi ben onlardan onlar benden etkilendiler. Ben bir yandan Italyan Ronesansinin kuzeyde yayilmasina on ayak olurken, bir yandan da kuzey resminde ki bazi ogeleri italyan resmine tasimisimdir. Sergiyi duzenleyenler bu etkilenmeleri belirtmek icin baska ressam ve gravurculerin islerini de sergiye koymuslar.


F.M.- gerek resimleriniz de gerekse gravurlerinizde sanki dun yapilmis gibi bir tazelik var.


Albrecht Durer- 1509 yilinda Frankfurt’ta ki bir kliseye konmak icin benim bir resmimi satin alan tuccar Jacop Heller’e sunlari yazmisim:” Cok ozenle resmettim……..bulunabilecek en iyi boyalari kullandim……..Eger temiz tutulursa, taze ve isiltili bir sekilde 500 yil dayanacagini biliyorum.”


F.M.- Gercektende haklisiniz.

F.M.- Bir Turk gravur sanatcisi olarak meslegimin babasi olan size bu serginiz icin nasil tesekkur edecegimi bilemiyorum.


Albrecht Durer- Aradan 500 yil gecmis, insanlik bu arada yeni gravur teknikleri, yeni gravur tadlari yaratmistir. Sahi Ulkeniz Turkiye’de gravur ne alemde?


F.M.- Benim ulkemde gravurun oykusu matbaanin oykusune paralellik gosterir. Sanayi-i Nefise Mekteb-i Aliyesi’nin 1883’te orgutlenmesi sirasinda hakkaklik bolumu de acilmis fakat atolye ancak Fransiz Napier gelince calismaya baslamistir. Ilk ozel atolyeyi ise Bayan Lina Gabuzzi (Babasi Abdulhamid’in doktoru) acmistir. Gravur gorsel sanatlarin demokratiklesmesinde ve yayilmasinda uzerine dusen gorevi yerine getiremeden, once “Ozgun Baski Resim” adi altinda genellestirilmis, bu ad altinda tiraj olanaklarindan yararlanilarak unlu ressamlarin serigrafi ve foto-litografi(ofset)leri (reproduksuyonlari:tipkibasimlari) pazarlanmistir. Ne yaptiklarinin farkinda bile olmayan unlu galericiler bu yaptiklarini (bir zamanlar) televizyon programlarinda ogune ogune anlatmislardir.




Fatih Mika

5 Haziran 2007 Salı

şiir


kuru bir tohum olmanın atarak izini
itip toprağı çıkmak yeryüzüne
güneşe renklere bulutlara şaşkın şaşkın bakmak
daha kokusunu bile duymadan
yandaki çiçeğe aşık olmak


fatih mika

sümela manastırı....


her zaman düşünmüşümdür
bu ülkede neden shaolin tapınağı
yoktur diye
burası zengin bir ülke
temel kazarken
ya
antik şehir kalıntısına
rastlanır
ya
hazine çıkar
öyle bir yer türkiye
ama hiç shaolin tapınağı
kalıntısı yoktur
seyrettiğim birkaç belgesel
ve
filmlerde gördüklerimin dışında
shaolin tapınağı da görmedim
ama
neden bilmem
severim...
sümela manastırı
shaolin tapınaklarını
hatırlattı
kartal yuvası gibi
başınızı çevirdiğiniz heryer
yeşil
ve köpük köpük akan sular
ve bulutlar
yanıbaşınızdan geçiyor
sümelayı kayaların tepesine
inşa edenlerin
sebepleri farklı olsada
yer seçimleri mükemmel
manastırın kapısında
kemençe sesi...
içimden bir an
karadenize taşınsammı
acaba
diye bir düşünce geçti
ama
insanları farklı
hemde bayağı farklı
algılama
kapasitem yetmedi
çok hızlı düşünüyorlar
aynı hızla konuşamıyorlar
diye düşündüm...
konuşdukları
türkçede farklı
bizim ailenin karadenizliliği
nasıl birşey
onuda anlamış değilim
kısa bir geziydi
ama
bu kadar yoğun
yeşil görmek
gözlerimi ve
ruhumu dinlendirdi

4 Haziran 2007 Pazartesi

Çoçukça Ama...

Aşk ne zaman gelip buluyor insanı... Hiç hesabı yok.. Küçükken çocuklar sık sık aşık olur ya.. İşte onlardan biri de karşınızda duruyor.. Anaokulunda çok sevgili eskittim..

Babam beni anaokuluna bırakırdı. Evde beni giydirir, geniş sokağın ağaçlı kaldırımından sohbet ede ede okula giderdik. Bana ingilizce –almanca şarkılar söylerdi. Bende onları ezberlemeyi beceremez yuvarlayıp, uydurarak ona eşlik ederdim. Anaokulu sokağın sonundaydı. Babam ile okula doğru yaklaştığımızda ben şarkıyı bırakıp, heyecanlanmaya başlardım. Bir çok arkadaşımı giriş kapısında görürdüm ve her hafta babamın elini bırakıp, topuklarım popoma değerek koşararak, bağırırdım... ”Kereeeemmm”..... her hafta yeni bir favorim olurdu.

Babam sınıfa girene kadar arka planda beni izlerdi.. Ben ise artık Kerem’in yanındaydım ya, gözüm hiçbirşey görmez olurdu.. Bu uzun süre devam etti. Babam, kızlarını pek paylaşamayan bir adamdır. O zamandan işinin zor olacağını düşünmüşmüdür acaba..

“Çocukluk aşkı işte” deniyor ama.. Aslında bence o naiflik, büyüdükçe yok oluyor.. Güçlü’nün çocukluk resimlerinden bir hikayesi geliyor aklıma... Sınıfça fotoğraf çektirmişler. Fotoğraf gayet normal... Fakat anneannesine sınıf fotoğrafını gösterirken, parmağıyla yanındaki kızı işaret edip “ bak dizimi değdirdim ben ona” demiş.. Bir nevi diz temasıyla flört ettiklerini düşünerek utanmış sonra...

Ben çocukluğumu çok özlüyorum.. Bazen Annem ve babamın bize hatırlattıkları şeyler oluyor.. Tüm detaylarını merak ederek dinliyorum onları..

Geçen babam anlattı.. Ablam ve beni Anadolu medeniyetleri muzesine götürmüş. Ablam müze gezebilecek kadar büyükmüş.Ama ben babamın elinden tutup, camekan içindeki şeylere bakma sabrımı kaybetmişim. Babamda gördüğümüz herşeyi teker teker hikayelendirmiş, beni dahil edebilmek için..”Bak bununla o zaman çocuklar oyun oynarmış, Bu tokaymış.. bununla saçlarını toplarmış anneleri”... Ben tabi ,hayal gücümü çalıştırdığı için bundan hoşlanmışım. Sorular sorarak ilgilenmişim. Müzenin etkisinden olsa gerek, birkaç gün sonra gözden çıkardığım bir kaç oyuncağımı toplayıp, babamın yanına gitmişim bir beyaz kağıt ile... Ondan dediklerimi yazmasını istemişim “ benim ismim Burcu, bunlar benim oyuncaklarım.. Sizde benim oyuncaklarımı bulursanız lütfen müzeye götürün “... Sonrada gidip, evimizin bahçesine gömmüşüm oyuncakları ve mektubumu.... Birilerinin yıllar sonra bulacağını düşünerek mutlu olmuşum işte...

Böyle çok anım var.. Annem ve babamın o zamanlar keşke daha fazla zamanları olsaydı da, yazsaydı tüm bunları diye düşünüyorum. Sanırım bir çocuğa verilecek en güzel şey, anıları...

Aşkı da- flörtü de ve hayatın herşeyini de aslında dümdüz algılıyor çocuklar.. Hesapları yok beyinlerinde.. Doğru olan düşündükleri sadece... Ve biz “küçük şey diye” onları sevimli bulurken, aslında onların hiçte sandığımız kadar küçük olduklarını düşünmüyorum...

Geçen gün asansörde alt komşumuzun 4 yaşındaki konuşkan kızıyla tanıştım. Kocaman gözlerini bana dikerek uzun uzun inceledi..Sonra bana “ Sen nereye gidiyorsun” dedi... “ İşe gidiyorum” dedim gülümseyerek..Fakat cevabımın arkasından hiç düşünmeden “ bu saatte işe mi gidilir” diye sordu.Ne olduğumu şaşırdım..Nasıl anlatabilirdim ki, kendi işimi yapıyordum,saat 10.30 da bir görüşmem vardı ve o yüzden evden geç çıkmıştım.. Bakıcısı “annesi ve babası o uyurken işe gidiyor, ondan sormuştur.” demesi bile şaşkınlığımı dindirmedi..

Eminim hepinizin böyle komik anıları vardır.Bu yazı, yaz yaz bitmez aslında...Belki de kendimize dair bunları daha çok hatırlamak, hepimizi mutlu eden birşey olur diye, ben ilk önce kendi anılarımdan başladım..

Ve yazımı en sevdiğim anılardan biriyle bitiriyorum..

Yakın arkadasım Özge ile bluğ çağımızın en güzel zamanlarından birinde oturmuş, erkek arkadaşlarımızdan bahsedip, kıkırdıyorduk. Odada Özge’nin minik kuzeni Emre oturmuş arabalarıyla oynuyordu. Bizi dinlediğinin farkında değildik..

Sonra gülüşmelerimiz susturarak...Bize döndü..
“Özge apla, siz hiç sevgileştiniz mi” diye sormuştu..

Hala bu cümle aklıma geldikçe gülümsüyorum... Ne güzel bir tamlama yapmıştı diye..
Şimdilerde kimse sevgileşmediğinden belki de... ya da sevgileşmeyi başka şeylerle karıştırdıklarından..... Hala beni çok gülümsetiyor...


Bol sevgileşmeli günler diliyorum hepinize...
BuRCu

napoliden geçerken / Fatih Mika

Gruba, Napoliden gecerken yazdigim uzunca bir siiri ekte gonderiyorum. uygun gorurseniz blog'a koyun. Sairlige ozenirim ama sair degilim.

Fatih Mika



napoliden geçerken

napolide hep bugün yaşanır
bugün ertelenemez yarına
dün gece sevişirken
vezüvün lavları
bir yorgan gibi örtmedi ise sizi
bugünü ertelemeden yarına
yeniden sevişmeli
yeniden kavga etmeli
yeniden ölmeli ve öldürmelisiniz
napolide üç p el ile yenir *
sadece üç p değil
-aslında hersey kadın gibi-
her tarafına dokunmazsanız sizin değildir
*(pollo,pizza,pesce)
sen yasemin kokuyorsun
kok
koklarım
napolide hava yapış yapış
şarkılar kokular kadınlar yapış yapış
ben yapış yapışım
herşey yapış yapış
bu ıslaklık karıştırıyor bizi birbirimize
nasıl bir akrep bir fare bir örümcek ile ortak genlerimiz varsa
ve buna hiç şaşırmadan ayrı hayatlar yaşıyorsak
napolide buna hiç şaşırmadan
birbirine karışan hayatlar yaşıyorsunuz
kaktüs
sevdalar
çiçekler
dikenler içinde
mantar meşeleri
mantardan değil
sağlam güzel ulu ağaçlar
tren domates bahçelerinin içinden geçiyor
domates topluyor zenci kadınlar
yediğimiz domateslere siyah eller dokunuyor
ben siyah tenlere dokunmak istiyorum
hemingway
"bir öykü yazmanız için
dokuz öykülük malzemeniz olmalı" diyor
bu yaşam için de böyle
bir yaşam için
dokuz yaşamlık malzemeniz olmalı
sorun dokuz yaşamlık malzemeyi bulmakta değil
birbirine karıştırmadan bu malzemeyi
yaşam yaşam olmuyor


fatih mika

trabzon maceramiz

Berrin'le seyahat etmek keyifliymiş. zaten anlaşacagimiz belliydi. msn'de konusmamiz cok öz ve direkti. berrin sordu, irem karadeniz'e ne zaman gidiyoruz? 1- 2 Haziran hafta sonu olur. tamam. biletlere bakalim. su su saat ve bilet olur mu? oluuur. bak biletini getirdim. ha bana gel beraber gidelim.... dertsiz ve kolay gerceklesti hersey. ama huseyin bey'le tanisincaya kadar.

bizim proje bolge ofisimiz orda. bizim cok tatli proje ekip'ten eylem hanimla 3 senedir calisiyoruz. 10 aylik idil naz diye bir kizi var. onlarda kaldik. eylem hanim bizim icin araba kiraladi. bana verilen bilgiler soyle: huseyin bey havaliman'da irem durdag yazisi tutacak, sahil yolunun bir kismini goturecek gerisini biz halledecegiz. harika dedim icimden. bagajimiz yok zaten. havaliman'dan cikiyoruz huseyin'i gordum, yazi "irem durda". ya yumusak g'im nerde? neyse plan degismis bizi eylem hanim'a goturecekler. ne guzel bir supriz. arkaya oturduk, onde huseyin ve mustafa var. cam acik, huseyin bey'in hareketliligi sesinin gidip gelmesine neden oluyor. cok heyecanli. bizden daha heyecanli. nasil olurmus ta bir gun trabzon'a ayirilmis, trabzon'dan ankara'ya goturulecek bisi var mi, araba'nin lastigine civi gir...vermek istemem...bayan arabas.....nasil bi araba istersini.....toledo var ford focus va...mercedes verebilirim...herhangi bir tane...ol...siz isteyin yeter.... kesik kesik cümleler. ben anlamaya calisyorum, berrin'e bakiyorum dikkatle dinliyor. ford focus olur dedi, bana bakti olur mu irem? evet oluur. huseyin bey bize sordu saat kacta vermemi.... saat 11'de yatarmısınız...ben bu aksam getireyim olmazsa... sabah'ta olur.... ikimiz yarin sabah saat 0800 dedik. huseyin bey devam ediyor bak mustafa orda lastikci acikmis, yarin sabah 0800 erken olmaz mi? sumela o saatte acilmaz. sis mi? sumela'da sis olmaz. bakin bu arabada su su dugmeler su tarafta esim de bu arabayi kullanir (ben dusunmeye basliyorum bize bu araba hakkinda neden bilgi veriyor?) cebi caldi konustuuuu, ve bize dondu bunu dedi: size bu arabayi yarin sabah veriyorum. ikimiz nasil yani olduk hatta ben sasirip oluur farketmez demis oldum. berrin ford focus istedik dedi. huseyin bey döndü saskin halde neden bana soylemediniz?! ben ford'u size bu aksam verirdim, neden soylemediniz! cildiracak gibiydim, isitmemesi mumkun degil, iki sestik, bir olsa tamam belki yalnis anlasilma olabilir. geri kalan yol boyunca cividen, ford'tan, trabzon'da az kalisimiz oldu. arada ben harita vermeye unutmayin dedim. eylem'in evini bulamadik. esi metin geldi bizi buldu. total'in arkasi, eflatun bina, cok kolay. gercekten cok kolaymis (ertesi gun bulamamizin imkani yoktu). huseyin bey bulamamisti ve trabzonludu. bizi birakti soruyor arabayi nereye birakayim? saat kacta birakayim? yau iste buraya saat 0800'de....

eylem ve eylem'in idil'i bizi evde bekliyorlardi. caylar, tatlilar, ve idil'in sonsuz enerjisi bizi uyandirdi. idil cay icti bizimle hemde bardaktan. gozleri buyuk buyuk, kirpmadan ikimizi izliyordu. otururken yeni planlar yapildi- gelecek sefer trabzon'a geldigimizde kac gun kalinir ve nereler gezilir. maçahel'e gidecegiz. eylem idil'in uykusuzlugunu anlatiyor. 10 aydir idil uyumadi ve anne baba uyumadi. berrin kucagina aliyor idil durmuyor. uzaktan reiki verdik. yataklarimizi hazirladik. evleri deniz kenarinda, deniz kokusu camdan iceri geliyor. nemli baya. berrin: bu nem bizim cildimize iyi gelecek diyor. ee benim gibi yagli ciltlerin hali ne olacak?

sabah kahvalti, borekler, omletler, trabzon ekmegi ve acaba huseyin hangi arabayi getirecek konusmalari. telefon caldi, huseyin gelmis ama nerde. eflatun bina'yi bulamadi mi yani? ford focus gelmis. yasasin. sifir benzin, harita yok, arkadaki camlar gri perdeli, basbakan arabasi mi yoksa kendimizi farkli bir yerde mi hayal etmemiz icin mi takildi onlar? trabzon icin haziriz galiba. macera icin haziriz.

basbakan sahil yolunu yapmis, herkes cok memnun. cok iyi olmus gercekten. ankara'da gordugumuz cukurlar hic yok, sadece koprulerde biraz hoplama vardi o kadar. kaset getirmistik, beatles ve tom jones dinledik. ilk duragimiz sümela manastirdi.

sehir'den cikip daglara dogru giderken trabzon'da oldugumu farkettim. evet burdaydik ve sümela'ya nihayet gidiyorduk. yesilligin icine girdigimiz an araba sürme keyifi, arada bir durup fotograf cekmek, koprulerde duraklamak, selaleleri izlemek, suyun sesini dinlemek. berrin cok guzel bir sey soyledi: yesil benim gozlerimi dinlendirdi dedi. sumela'ya arabayla son noktaya kadar gittik sonra da tirmandik. merdivenleri hic bitmeyecek gibi ama hazirdim buna. bir suru ogrenci gelmisti. bizi yabanci turist zannetmisler. cocuklardan biri hocalarina hayir hocam onlar turkler dedigini isitmis berrin. sonra ahlatli anadolu lise'den gelmisler ve bizimle birlikte resim cektirmek istediler. neden mi? biz tanisttiklari yabanci turist rolu oynayacakmisiz... tabii ki evet dedik!! berrin gurcistan'dan gelen citir sarisin, ben de pakistanliya benzemeyen pakistanli turist oldum. cocuklardan biri sizleri iste biri londra'dan biri new york'tan diyecektik dedi.

merdivenleri inerken amerikali turistler cikiyorlardi. cok seker ton ton teyzeler ve amcalar. aralarinda ne isleri varsa genc insanlarin... sumela otelin cosandere'nin aktigi yerde corba ictik ve yollara dustuk. uzungol'e gidiyoruz. o yesillikten cikip cay bahcelerine girdik. Ofcay fabrikasini gorduk! iş yerimdeki ibrahim cayci'yi hatirladim, ona biraz cay alsam duygulanir mi acaba? yollar kotulesti ve oklar bile yoktu, nerden gidecegimiz belli degil. bizim perdeli ford focus çamurdan girdi cikti ve biz gurur hissettik. bir tır şoforu bize yol gosterdi. bir kadina yol sorarken urktu bizden. uzungol'e vardigimizda sadece kahve istiyorduk. turk kahve ictik. hadi cikolata olsun yaninda. bakkal'da istedigimiz cikolata yokmus. buluncaya kadar kahvemiz bitmisti. cay ictik onun arkasindan. berrin kuslari izlemek icin durbun getirmişti ve son dakikaya kadar getireyim mi yoksa evde mi birakayim diye dusundu hatta eylemlerde de durbunu gotursek mi kalsa mi... yau durbun buraya kadar gelmis gelsin bizimle geziye. goldeki ordekleri durbunle izlemek ne kadar keyifliymis. ucuslarini izledik. daglardaki sisi, ve karin resimlerini cektik... turist dukkanlari gezdik. oraya gelen turistler araplarmis. gezimizi noktalayan olayda bir imam, yaninda 2 adam ve arkasinda 5- 6 tane siyaha burunmus bayanlar. uzungol'u geziyorlardi. bizim gibi. arabaya atladik, geri trabzon'a donecektik. eylem'in esi bize balik pisirecekti :)

donuste boy george dinledik. benim liseden en sevdigim parcalar. cyndi lauper mi yoksa boy george mu berrin hatirlayamadi "turkiye tuvalet gibi" demis. o zamandan beri hoşlanmiyormuş ama dinlermis muziklerini. dondugumuzde balik, irmik tatlisi (tabii ki berrin tarifleri aliyor), idil'in gulusleri ve opucuk atmalari, kapi arkalarinda saklambac oyunlari veeee turkiye A milli takim maci. o gun bosna hersek'le oynayacaklarmis. metin bey bize sordu sakincasi yoksa mac izleyebilirmiyiz? ben cok heyecanlandim. nasil kacirmis olabilirim bu onemli olayi?? tabii ki izlenilir! idil maci izlememizi istemiyordu. hatta cenesiyle televizyon power dugmesini de kapatti (ve yalvardiktan sonra acti). cok uzucu bir sekilde yenildik. butun mac sirasinda idil'le oynadik ve gozleri kapaniyordu ve uyumak istemiyordu. oyle bir cocuk. uyumak istemeyen biri yani. artik biz ona o da bize alismisti ve opucukler gonderiyordu.

ikimiz yorulmusuz. gordugum ruya cok sacmaydi. abim bacaklarima bakiyordu ve ne kadar killisin diyordu. boyler bir ruya ile uyandim. sabah kahvaltida eylem bize guzel bir haber verdi. idil gece sadece bir kez kalkmis ve anne baba iyi uyumuslardi. ford focus huseyin bey'e saat 1030'da birakilacakti. elvedalarimiz uzun surdu. aya sofya muzesi varmis oraya gidemedik. gelecek sefere... havalimanda kahve icerken biri berrin'e fotograf makinasi ne kadara aldiniz diye pat soru sordu. donusumuz bulutlari izlemekle gecti. pegasus havayollarinda begendigimiz sey gorevliler bu sekilde konusuyorlardi "baylar bayanlar ve sevgili cocuklar, hosgeldiniz ankara'ya, yine bekleriz". ankara'ya hosgeldik gercekten. bu arada ikimize de melek kartlarimiz ayni ckmis "cakralari acmak". oyle guzellik te acilmazsa ne acar bilemiyorum.

"İçimizdeki Kutup Yıldızı"na ithafen...

İnsan kadehtir, ruh içindeki şarap
Gövde borudur, ruh içindeki ses
Hayyam! İnsanın ne olduğunu anlayabildin mi?
Büyüsel bir lamba, içinde ışık...

Burcu’nun “İçimizdeki Kutup Yıldızı” yazısını okuyunca aklıma Ömer Hayyam’ın bu dörtlüğü geldi.

Senelerce, her yeni grupla yoga çalışmalarına başladığımızda, hep ilk dersin bir bölümü bu dörtlük üzerine sohbetle geçti.

Ömer Hayyam’ın bu dörtlüğünü ne zaman okusam, nedense büyükannelerimizin kullandığı gaz lambaları gelir aklıma. Her sabah camları özenle temizlenen parlatılan gaz lambaları... Fitili önce iyice kısılır yakılır, camı takılır ve is yapmaması için yavaş yavaş dikkatle fitilin boyu ayarlanır, istenen ışık şiddetine göre... ve marifet ışığın gücünü azaltan is lekeleri oluşturmadan fitilin boyunu ayarlamak ve camını sürekli temiz tutmaktır.

Hepsinin adı lamba olsa da tüm Lambalar farklı farklı... Oysa içlerindeki ışık aynı, ışığın kaynağı da gücü de aynı ama yansıma şiddetleri farklı.

Lamba ne kadar süslü püslü ya da ne kadar kirli ise ışığın şiddeti o kadar zayıf yansıyor lambanın dışına. Oysa, tertemiz şeffaf bir lamba ışığını olduğu gibi tüm parlaklığı ile çevresine yansıtır ve sadece kendisini değil çevresini de aydınlatır ve cazibesi ile göz kamaştırır.
(Burcu'cuğum, ışığın göz kamaştırıyor :)

Ego, kibir gibi süslerin ya da korku, endişe, hırs, kıskançlık gibi olumsuz duyguların yarattığı kirlerin olmadığı ve sevgiyle parlayan nice lambalar dileğimle...

Sevgiler,

2 Haziran 2007 Cumartesi

İçimizdeki Kutup Yıldızı

"hadi yazı yaz" dedi bana.. Belki de ben dedim “ bir yazı yazacağım " diye..
İkisi de olabilir.. Beynim oyun oynamış o an.. Hangisi doğru hatırlamıyorum şu anda..

Önümde bilgisayarım... Her gün yazıyorum... 24 yaşıma kadar 10 cilt günlük yazmışım.. Yazmamış bir de kenar süsleri –şiirler eklemişim.. Hepsini okumak bende kabus üstü narkoz etkisi yapıyor.. İçim kabarıyor, yüreğim şişiyor.. Bir yandan da yüzümde tebessüm oluşuyor... Atamıyorum da sayfalarca yazıyı... Belki bir gün yüreğim dayanırsa okur düzenlerim diye... Üzüntüler-kırgınlıklar kime olduğu bilinmez yazılar.. Eski aşklara sitemler... İsmini bile unuttuğum arkadaşlarımdan aldığım mektuplar.. Kendime verdiğim sözler... Bluğ çağının verdiği isyankar eğilimler... Komik aslında.. Ama bir o kadar da naif..

24 yaşımda son verdim günlük yazmaya... İyi de olmuş.. Onca yazıda gördüğüm tek ortak şey –herşeyi yaşadığım tek gün olarak değerlendirip, hayatı değişken - değiştirilebilir bir bütün olarak algılamayı beceremeyişimmiş.

Kırmızı ciltli defterim, çok sevdiğim bir adamın bu dünyadan ayrılışına dair siyah-beyaz gazete küpürü ve bana verdiği son notuyla noktalanmış..” Sen bana gelmedin.. Ama ben seni yine de buldum “ yazan...... İlk kez gerçekle karşılaşmış belki de gündelik hesaplarım.. Aylarca uzun acılar çekmişim kırmızı ciltli defterin arda kalan boş sayfalarında...Bilmiyorum..

O boş sayfaların bana çok şey öğrettiğini hatırlıyorum.Uçup gitmemiş aklımdan eski yazdıklarım gibi, hayatın aslında aktığını ve her sayfanın da birbirine bağlı olduğunu göstermiş... Ve hepsinden önemlisi boş sayfaya çok şey yapılabileceğini öğrenmişim.. Hayatın güzel bir yanını ya da içimdeki öfkeyi yazabilirmişim... Kendimi kurban yerine koymayı ya da affetmeyi.... Bu bir seçimmiş.....Ve ben uzun süre baktığım o beyaz boş sayfalarda, ya kendi boşluğumu ya da yüzüme yansıyan ışığımı görmüşüm..Bu da bir tercihmiş..

Meditasyon derslerinde imgelenen ışık, o sayfalardan yüzüme vuran ışık olarak gelir aklıma hep..Ve denir ki, ışığı düşünmek bile hücrelerin yenilenmesinde etkilidir.. Işık insanın en karanlık anılarına inince bile, aydınlıkla karanlıklar bile güzelleşebilir.. Karanlık olarak bırakmayı tercih etmediğimiz sürece.... O da bir tercihmiş işte..... Işığı oralara doldurmak ve o odacıklara sokma cesareti gerekiyormuş bir de..

Ve o odalarda hikayeleri yeniden yazmak ve her detayı görmek insana iyi geliyor.. Hafifletiyor.. Evinizi tekrar dekore etmeye karar verdiğinizde, anne ve babanızın evliliklerinin ilk yıllarında taksitlerle alıp, minik pikap ile eve taşıdığı gül ağacı kaplamalı şifonyeri, şimdi kendi dekorunuzda güzel bir anı olarak değerlendirmeye benziyor bu.. Şifonyerin daha taksitleri ödenmemişken, iki haylazın çay kaşıklarıyla üstüne çizdiği çizikler o zaman anneniz tarafından hayli tepkiyle karşılanıp, unutulmak istenen bir anı olarak kalmışsa da hafınızda... Şimdi aydınlık evinizde şık ve kendine has bir anı olarak gülümseyebiliyor size...

Geceleri seviyorum.. Çünkü karanlık bana daha çok ışığı anımsatıyor.. Önce kendimi sarıyor ışık sımsıcak ve serin... Sonra herkesi ve herşeyi o ışığa buluyorum... Ve özgür bırakıyorum......

Gündüzleri de güneş batımını seviyorum, güneşin aslında yaşadığımız sanal dünyadan- gerçekliğe, öbür dünyaya giden turuncu bir delik olduğunu düşünüyorum.. O delikten uçup gidenlerin, şimdi çok huzurlu olduğunu düşünmek mutlu ediyor beni...

Güneş ya da geceleri parlayan ay, hangisi olursa olsun, ışığı bulmak için insanın önce içine-özüne bakması gerekiyor.O ışık, ay ışığından da –güneşin turuncusunda parlak çünkü... İçinizdeki o minik kutup yıldızı bitmek tükenmek bilmeden parlıyor... Daha çok parlamak ve aydınlatmak için sadece onu tercih etmenizi bekliyor o kadar....

1 Haziran 2007 Cuma

Ankara bugün gene çok güzel...

Bugün dışarda epey işim vardı, öğle saatlerinde çıktım ofisten ve inanılmaz bir sıcak çarptı yüzüme. Bu mevsimde bu sıcak Ankara’da olağan değil, arabanın içi fırın gibi.

Az önce geldim ofise, dışardaki işlerimi tamamlamanın rahatlığı ile... Fazla rahatlamışım galiba, çalışmak istemiyorum. Yapmam gereken pekçok şey var ama acil değiller, biraz bekleyebilirler.

Ofisten çıktıktan 1 saat kadar sonra hava kapadı ve yağmur başladı, trafik karışsa da, silecekler yetişmese de yağmurun hızına sorun değil... Herkesin yüzü gülüyor, bu yağmura çok ihtiyacımız var... ve tabii ki bu tatlı serinliğe...

Odamın balkon kapısı sonuna kadar açık, bir yandan yağmurun sesi ve serinliği bir yandan mis kokulu Türk kahvem... yok çalışmak istemiyorum şuanda, biraz mola... tofuya göz attım, yeni birşeyler var mı diye...

Merak ediyorum tofucanlar gene nerelerdesiniz... Selen hayattamısın? Zeynep’ten okullar kapanana kadar, Anushila’dan ise hiç umudum yok... Brajabanita hiç olmazsa arada yorumları ile buradayım diyor... Sizleri, paylaşmayı özledim... Yanıtsız kalan buluşma girişimimden de ikinci bir karara kadar şimdilik vazgeçtim :)
*
Adresleriniz hazır, elimde.... yakında şık unicef mektup kağıtları ile sizlere sarılacağım ve kitaplarınızı posta yolu ile göndereceğim, bilginize...

Artık, işlerime dönebilirim :)
Hepinizi öpüyorum, sevgiler...

GENEL HABERLER


Cok sevgili Tofucanlar

Son zamanlarda sitemizde yine duraklama yaşansa da, bizi yalniz bırakmayan arkadaşlarımızın samimi yorumları siteye heyecan kattı. Yorumlarınız için teşekkür ederiz. Sizleri de aramızda görmek isteriz, yazın bize.... (tofugrup@gmail.com)

Gulçin ne zaman açılışı yapıyorsun ? merakla bekliyoruz.

Oylamamıza göre çoğunluk yazıların sırayla yazılmasını istiyor. Bu demek oluyor ki, ciddi bir yazar disipliniyle her hafta yazı yetiştirmek.. Böylece; çok yazı yazdım diye geriye çekilenlere de iyi bir motivasyon olacağını düşünüyorum. Tofu'da yer alan her yazardan aynı disiplini bekleyebilir miyiz? Sitem ettik.. Oylama yaptık... Bir üçüncü çözüm aklıma gelmiyor. Sanırım en kötüsü Tahtaya yazılan "konuşanlar listesi" gibi " yazmayanlar" listesi yapmak..


Güzel bir haber, sevgili Nilambara'nin indigo dergisinde yeni yazısı çıktı. Kendisini cesareti ve yürekli paylaşımları için kutluyorum.. Darısı hepimizin başına diliyorum..


Guzel bir haftasonu geçirmeniz dileğiyle...Ankara'da yağmur yağıyor..
Göksel'in yeni şarkısındaki gibi Şükür ki ne şükür...

Pek sevgiler...

NOT: Tofucan adresleri maillerinize ulaşmış olmalı.. Artık bekliyoruz yollayacaklarınızı... Mektup-Kart dışında, buket çiçek- tek taş pırlanta da kabul edilir..