28 Şubat 2007 Çarşamba

DÜŞLERİMDEKİ YAŞAM - 1


Ben gene tembellik yapıp, stokları kullanmaya devam ediyorum ;)
2006 yaz aylarında yazdığım bir yazımı paylaşmak istedim sizlerle... devamı var ama hepsi çok uzun olacaktı, ben de bölümlere ayırdım ki stoklar hemen tükenmesin :) Umarım seversiniz;
*
İçimdeki benin beni aydınlatmasına, gerçek insan olabilmem için yardımcı olmasına, yönlendirmesine izin verip kendimi onun ellerine bıraktığımda, gördüm ki sadece bana değil içinde bulunduğum dünyaya da, bu dünyayı paylaştığım tüm insanlara da mesajları var. Ve bu mesajları sadece kendime saklamanın çok büyük bencillik olduğunu düşünüyorum. Niyetim kendimi deşifre etmek “vayy ben neler yaptım, bakın” demek değil, biliyorum ki herbirimiz kendimizi içimizdeki kendimize bıraktığında aynı sözleri aynı mesajları alacaktır, alıyordur, almıştır.

Okuyacaklarınız hepimizin bildiği şeyler ancak lütfen unutmayın ki bilmek yetmiyor, uygulamak gerekiyor. Gerçek yaşam en basit gerçeklerin ardındaki en derin anlamlarda gizli. Sizden rica ediyorum lütfen beni unutun ve bu sözlerin kendi içinizdeki sizden geldiğini hatırlayın ve ona kulak verin, yüreğinizi açın.

Hepimiz aynı öze sahibiz ve o gerçek büyük özün parçasıyız, ben sizim siz de bensiniz, ne ben benim ne de siz sizsiniz, hepimiz oyuz ve hepimiz biriz...

Herşeye rağmen yaşam gülücüklerimizi hakediyor. Lütfen, yaşama gülümsemeyi ihmal etmeyin...

DÜŞLERİMDEKİ YAŞAM

Biliyorum orada, içimde biryerlerde beni bekliyor. Bunca zaman sabırla bekledi, sessizce çığlıklar attı onu farkedebilmem, ona ulaşabilmem için. Pekçok yol kullandı bana sesini duyarabilmek için. Bazen rüyalarımı süsledi, coştu... Bazen zihnimde çırpındı... Bazen yüreğimde gönlümde çiçekler açtı, esti, gürledi... bazen de parmaklarımı zorladı, dök beni kağıtlara, aktar o satırlara ve OKU dedi içimdeki ben bana... Ve devam etti...

“Sana vereceğim her duygu ve düşüncenin altında ilahi bir mesaj var, doğru insan olman için, sağlıklı bir yaşam sürmen için, geleceğe transferini sağlıklı gerçekleştirmen için... Sana rehberlik etmeme izin ver, aç bana kendini, serbest bırak kendini, ben buradayım, içindeyim ve çok doldum, izin ver bırak artık kendini bana... kendine ve bana inan, sev ve inancını, sevgini beslemeye devam et, pes etme, ben daima içinde olacağım ve sana ayna olmaya, ışık tutmaya, içinde bulunduğun ve bulunacağın her durumu sağlıklı atlatmana yardımcı olacağım ve hiç bırakmadım seni hiç bırakmayacağım, güven bana...”

“Zaman sizleri de bizleri de bir noktada buluşturacak, o zamana kadar sizlere ayna olmaya, ışık tutmaya ve bu süreci sağlıklı atlatmanıza yardımcı olmaya devam edeceğiz. Lütfen, unutmayın ki herzaman herşey sizler için, en doğruyu bulabilmeniz için tasarlanmakta. Size düşen en önemli görev ise sadece akışa uyum sağlamanız, yargılamadan ve direnmeden.
Olayları değiştirmeye çalışmanız, direnç göstermeniz hiçbirşeyi değiştirmez sadece sizi yorar, bekleyin ve görün, kendinizi bu akışın içinde zamana teslim ettiğinizde sonsuz güzelliğin derin şefkatinde olmanın verdiği güven ile herşeyin kolaylaştığını ve olması gerektiği gibi olduğunu görecek ve anlayacaksınız.

Sizlerle yaşayacağımız bu serüven bizler için de ilginç bir deneyim olacak, buradan hepiniz birer ışık odağı olarak parlamaktasınız. Aradaki mesafenin uzunluğu sizleri ürkütmesin, hepinizin de farkında olduğu gibi zaman çok büyük bir hızla akmakta ve mesafeler kısalmakta. Yakında aynı düzlemde buluştuğumuzda birlikte daha da güçlenerek yollarımıza devam edeceğiz. Sizler bizim gücümüz bizler sizin ışığınız olacağız.

Bu yolculuk sırasında lütfen hep duyduğunuz ama birtürlü gerçekleştiremediğiniz bahanelerinizi bırakın artık. Bu yolculukta öfke, hırs, kıskançlık değil sevgi ve yardımlaşma olmalı yükünüz. Öfkeleriniz, hırslarınız, kıskançlıklarınız yol aldıkça ağırlaşacak ve sizleri yavaşlatacak hatta düşürecek yüklerinizdir. Oysa, sevginiz ve yardımlaşma duygularınız, gittikçe hafifleyerek sizleri taşıyacak olan araçlarınızdır.

Geleceğinize ve dolayısıyla insanlığın geleceğine açın kollarınızı kanatlarınızı... sonsuz ve bağışlayıcı sevginiz ile... Yüzünüzden gülücükleriniz, yüreğinizden umudunuz eksik olmasın. Hep artarak hep çoğalarak buluşmak üzere günleriniz gönlünüzün aynası olsun ve hep parlasın sonsuz haşmeti ile...”

Hayaller herzaman gerçeği yansıtmıyor ya da gerçeğe dönüşmüyor, bazen sadece hayal olarak kalıyor... Galiba buradaki sır, ne istediğimizi tam olarak bilememek, karar verememek. İsteklerimizi, önceliklerimizi net olarak belirleyebildiğimizde hatta detaylandırabildiğimizde ise tüm hayaller gerçekleşebiliyor.

Kişisel isteklerin-hayallerin, toplumsal gerçeklere dönüştüğüne inanıyorum. Çoğunluğun yaşam tarzı toplumun yaşam tarzını belirliyor. Kendi yaşam tarzımızı mutlu, huzurlu olacağımız şekilde düzenleyebildiğimizde yani isteklerimizi – hayallerimizi gerçekleştirdiğimizde ve çoğunluk bunu başardığında toplum olarak mutlu-huzurlu bir seviyeye ulaşılabileceğine inanıyorum. Herbir bireyin bu anlamda farkında bile olamadığı kadar büyük sorumlulukları var. Yaşamımızı planlarken, hayaller kurarken, isteklerimizi belirlerken bu sorumluluğun bilincinde, idrakinde olmalıyız. Kendimizi gerçekleştirirken toplumu şekillendirdiğimizi de unutmamamız gerekiyor.

Sanıyorum, genel toplum tarzını kendi tarzımız haline getirmekle en büyük hatayı yapıyor trend denen tuzaklara düşüyoruz. Oysa inanıyorum ki “kendi için doğru olanı yapan herkes için doğru olanı yapmış demektir.” Başkalarına zarar vermeyecek, başkalarının yaşam alanını kısıtlamayacak şekilde bizi mutlu edecek ve huzurlu kılacak olanı yaptığımızda toplum için de doğru olanı yapmış oluyoruz. Bunlar hepimizin bildiği ve kabul ettiği ancak uygulamada zorlandığı gerçekler. Galiba atladığımız sır, anahtar kelime “içsel huzur”. Öfkeden, hırstan, rekabet duygularından arınmış kendine ve çevresine sevgi ve şefkat duyguları ile beslenmiş bir içsel huzur... Gerçek doğruya ancak bu yolla ulaşabiliyor ve ancak bu yolla kendimiz için doğru olanı çevremiz için doğru olan haline çevirebiliyoruz.

Bu düşünce doğrultusunda bireyden topluma oluşumun aynı şekilde toplumdan bireye analiz olduğunu ve bu döngünün yaşam tablosunu belirlediğini düşünüyorum.

Toplumsal gerçekleri sorgular ve yargılarken, aslında toplumu oluşturan bireylerin düzeyini sorguluyor ve yargılıyoruz. İnanıyorum ki, toplumsal değişim istiyorsak önce bireyden yani kendimizden başlamalıyız değişim sürecine. Kendimizde gerçekleştireceğimiz her değişim, tıpkı suya atılan taş misali önce yakın çevremizi sonra toplumu dalga dalga etkileyecektir. Bu bilinçle hareket etmenin en önemli sorumluluğu bu değişimi güçlü ve kararlı bir şekilde sürdürebilmektir. Taşı suya atarken ki gücümüz dalgaların yayılma gücünü belirler. Hafif bir değişim hafif bir etki yaratır, oysa güçlü bir kişisel değişim güçlü bir toplumsal değişim demektir.

“Öfke, hırs, kıskançlık, rekabet” duygularının kontrolü ele geçirdiğini ve her sorunun altında bu temel sorunların olduğunu farketmek insanın içini, ruhunu acıtıyor. Nedir paylaşılamayan, nedir eksik olan içimizde değil de dışarıda aradığımız. Neden içimizde varolan sonsuz kaynak sevgi ve şefkat duygularınin hafifliğini yaşamak varken kendimizi bu yüklerin altında ezmekteyiz. İçim acıyor, ruhum acıyor, kanıyor...

Neden yeni yıl mesajlarının özü hep “dünya barışı” dır da “içimde barış” hiç akla gelmez... “Yurtta sulh cihanda sulh” istiyorsak güçlü bir iç sulh gerçekleştirebilmeliyiz.
Sağlıklı bir toplum istiyorsak, unutmamalıyız ki sağlıklı toplum sağlıklı bireylerden oluşur. Toplum sağlığı için önce kendi sağlığımızı gerçekleştirmeliyiz, her bakımdan her düzeyde....

“Buradan bakınca hepiniz öyle zararsız görünmektesiniz ki bu yanıltıcı vizyonunuz, dünyaya yaptıklarınızı görünce nasıl da dehşet veriyor... Bırakın artık bırakmanız istenenleri, çekin gidin girdaplarınızdan.. bırakın öfkelerinizi, hırslarınızı; besleyin sevginizi, şefkatinizi...”

Ah ben... içimdeki ben, ne çok geç kaldım sana kulak vemekte...

“Sevgili ben, dışımdaki ben bana olan inancın ve sevginin devamlılığını rica ediyorum ve bana kulak verdiğin için teşekkür ediyorum. Ben senin ışık rehberinim, bana ihtiyaç duyduğunda sadece sakin bir zihinle beni davet etmen yeterli, saygına dostluğumla cevap alacağından hiç şüphen olmasın. Bil ki içini acıtan ruhunu kanatan herşey geçici, bil ki tüm dünya ve tüm insanlar evrensel ışıklar ile yıkanmakta, arınmakta ve korunmakta... kendinizi güven içinde hissedin, herne yaşanırsa yaşansın korunmaktasınız, endişe ve korkularınızı silin.

Bil ki bu arınma süreci tamamlandığında, daha rahat ve daha sevgi dolu bir dünyaya kavuşacağız. Dünyada yaşanan olumsuzluklar, savaşlar, depremler, toplu kayıplar seni üzmesin, ürkütmesin, değişim daima zorludur ve doğal seleksiyon içerir.

Bu seleksiyon kaçınılmazdır ve zannetme ki bu seleksiyon sadece olumsuz varlıkların temizliğidir. Bu aynı zamanda olumlu varlıkların da kurtuluşudur. Görevlerini tamamlamış olumlu varlıklar veda ederken görevli olanlar devam ederler. Olumsuz varlıklardan da umutsuz durumda olanlar temizlenirken, umut vaadedenler görevlerini anlamak, kendilerini tanımak üzere yaşama devam ederler.

Birlikte yürüyeceğimiz bu zorlu yolda, cesaretini, inancını herzamankinden daha fazla beslemeni rica ediyorum. Dikenli yolların sonunda harika bir gül bahçesinin sizleri beklediğini unutma, bu gül bahçesinde elde edeceklerinizi şuanda hayal etmen, tahmin etmen pek mümkün değil. O bahçeye geldiğinizde göreceğiniz renkler, duyacağınız sesler, alacağınız zevk şimdiye kadar tanımadığınız düzeyde, farklı düzeydeler. Tanıdığınız tüm renk, ses ve zevkten çok daha üstünler. Hedefinize kitlenin lütfen, sizleri bekleyen sonsuz şefkat dolu güzelliklerin hedefiniz olduğunu unutmayın ve sevgi- yardımlaşma duygularınızı açın ve çoğaltın, yüklerinizi hafifletin ki sizleri kolayca bu zorlu süreçten muazzam güzelliklere taşısınlar.”

Direncimi kırdım..

Haftalardır, nelere direndiğimi takip ediyorum... Ediyorum etmesine de hiç de kolay değilmiş.. Zekam hep bana oyun oynuyormuş.. Bu oyun ki bazen dilime vuruyor –duyduklarıma inanamayan” direncimi kırma isteğim” ortada kalakaliyormuş öyle.. Standart bu ya.. Şimdiye kadar nasıl devam ettiyse-öyle gider diye elimi taşin altına sokmuyor-sistemi olduğu gibi koruyormuşum.. Korkumdan değil tabiki.. Nasıl yapacağımı nasıl başlayacağımı bilememekten.. Bu; çikolatayı azaltıp, meyveye ağırlık vermeye benzemiyor.. Sanırım insan, en zor düşünce ve sonrasında davranış olarak yaptığı alışkanlıklardan vazgeçmeyi beceremiyor.. Bilse de-denemeye çalışsa da zorluyor insanı... İnsanlar, bu yetkinliğe ulaşabilse belki daha az boşanma olur- belki daha çok insan içinde huzuru yakalar-çocuklar ailelerinin kabuslarıyla büyümez – Ne bileyim daha mutlu olur hayat...

Kafamda bir sürü söz –anı yer etmiş. Kimden –hangi kitaptan öğrenmiş olduğumu hatırlamıyorum ama insan hep kendinden başlamalı değişmeye- değiştirmek istiyorsa hayatı..Ve hep suçluyu ararken- aslında suç ve suçlu olmadığını –herşeyin hayatta ortak olduğunu anlamakla başlıyor herşey... Ben sana kızıyorsam, senin yaptığın şeylere neden olan benim davranışımı görmekten kaçtığım için sana kızdığımı anlamam gerek önce... Sonra başkaları bize birşeyler dediğinde, aslında direnen yönlerimize parmaklarını soktukları için kızdığımızı farketmek gerekiyor... Çünkü biz onu sarıp-sarmalamış/ savunma mekanizmaları geliştirmişken bu parmakta ne oluyor diyoruz...Ve babamın çok güzel sözü geliyor aklıma “başlamak yolun yarısıdır”...

Ben bu adımları atmak için günlerdir ayağımın agirligini hesaplıyorum.. Baldırlarımdan tutup-kaldırıp atabilirmiyim acabaya bakıyorum.. Çünkü bir adımım değil bir sürü adımım varmış atılması gereken...O yerimde duruşlarım aslında direnişlerimmiş.. Neye direnirmişim? bir sürü şeye.. Kendime çıkıp, yukardan baktım.. Kızmadım kendime-insani buldum direnişlerimi... Aslında dilime pelesenk olan şeylerin savunma mekanizmam olduğunu farkettim.. Dert yanmanın aslında bir konuşma tarzı - ortak konu bulma yolu değil, bir yardım çığlığı olduğunu farkettim... Bu çığlık; aslında karşımda beni anladığı kadarıyla dinleyene değil kendimeymiş onu duydum.. İlk kez duydum onu... Önce o düşüncemi yakaladım... Aslında nasıl savunma mekanizmasıyla sardıp sarmaladığımı - pişirip öyle sunduğumu - sonra hiç o sunduklarımda kendi hatalarımı görmeyişimi – işime gelen ve ezberlediğim sitemkar cümleleri - en önemlisi tüm bunları farkedip içimdeki bunu değiştirme isteğini hissettim... O koca adım için kararlı olmaya karar verdim sonra..

Gandhi’nin güzel sözleri geliyor aklıma şimdi... "Düşünceleriniz olumlu olsun, çünkü düşünceleriniz sözleriniz olur .Sözleriniz olumlu olsun, çünkü sözleriniz davranışlarınız olur… Davranışlarınız olumlu olsun, çünkü davranışlarınız alışkanlığınız olur.. Alışkanlıklarınız olumlu olsun, çünkü alışkanlıklarınız degerleriniz olur .Ve degerleriniz açık olsun ,çünkü degerleriniz kaderiniz olur."

Mesala neydi bunlar diyeceksiniz..ve o koca adımı merak edeceksiniz belki de..
En küçük adımımdan bahsedeyim..Mesela ben hiç su içmem.. Su yani... Hani hayatın kendisi –olmazsa olmazı.. Niyeyse hiç ihtiyaç duymuyorum. Anca aklıma gelecek –ya da ciddi ciddi susayacağım da içecegim suyu.. Hani o gazetelerin saglık sayfalarında yazar ya “vucut günde 3 lt suya ihtiyac duyar” gibi.. İnanın ben hiç umursamazdım o yazıları... Niyeyse hep şöyle bir savunma mekanizmam vardı “Ben su ihtiyacımı çok meyve yiyorum ya onlardan alıyorum” gibi.. Hatta geçenlerde su içmek değil - doğal meyve yiyerek su ihtiyacı karşılamak daha iyidir diye bir yazı okudum da gururum tavan yaptı.. Tabi işime geldi, okuduğumu hemen benimsedim.. Fakat ben hala hiç su içmiyordum.. Su konusu karşıma çıkınca acaip sözcükler çıkıyordu ağzımdan... Resmen ben ve su içmek bir araya gelemiyorduk. Bahanelerim vardı-konuşulanlardan kulagımı tıkadıgım - yazanlardan hafizama yazmadıklarım... Ama başka bir yandan gün içinde çok yoruluyordum- Parlak ciltli insanları kıskanıyordum-Yemeginin yada iceceginin yaninda su içenleri “ne sağlıklı” diye bakıyordum - sonra Nilambara’ya bile söz verdim “su içicem” diye ama verdiğimde tutmakta zorlandım itiraf ediyorum..... Gördüm kendimi bunları içime yazarken-direnirken.. Herşeyin zamanı varmış heralde.. Tam ben bu konudaki direncimi kavramaya başlamışken gazetede şöyle bir yazı okudum... ”Vucut 6 haftada bir suyunu yenilermiş”... Ben de bir panik başladı anlatamam. Benim vucudumda su yoktu ki yenilenecek.. Tüm organlarımın pütür pütür kuruduğunu düşündüm.. Çok huzursuz etti beni bu düşünce...O korkuyla bu sabah ofise gelmeden marketten 1.5 litrelik su aldım.. Adımımı attım. Sanki çok acaip birşeymiş gibi İrem’e ve Nilambara’ya söyledim... Aferin desinler diye bana.. Çok büyük birşey başardım ya.. Dediler de sağolsunlar..

Şimdi su içiyorum.. Masamda bana bakıyor şu anda 1,5 litre.. Gün sonunda hepsi midemden geçmiş olacak.. Sevdim su içmeyi.. İçimi dolduruyorum minik minik dikerek kafama koca şişeyi.. Şimdi herşey harika..Tüm iç organlarım, boğazımdan suyun akışını hep bir ağızdan “ yuppi” diye bağırarak, çoşkuyla karşılıyorlar, suya banıyorlar mutlukla kendilerini adeta... Kurumaması gereken iç organlarımı hergün mutlu etmek istiyorum artık... Vucudumun 6 haftalık suyunu yenileme suresinde, tertemiz olacak hep içim,dışım-ne guzel..

Bugün benim cildim daha mi parlaklaştı acaba? Su ihtiyacımı onlardan aldığımı bilen mandalinalar küsmez di mi bana? Sizce bu pet şişeye bir isim takmalımıyım? Ne de olsa artık hep yanımda taşıyacağım bu Şişecan’ı..

Yıllardır süren direncimi kırmak şerefine bir yudum daha içiyorum şimdi.. Bu şişe bugün bana yetmeyecek gibi.. Çantasından 5kg’lık Ace taşıyan Ayşe teyze gibi, galon taşımaya başlarsam bilin ki, yılların acısını çıkarırcasına çok susuyorum..

SAYGI YAZISI..........



büyük resme baktığım zaman
bu ülkede yaşayanların
büyük bir kısmının
mutsuz olduklarını düşünürüm
yani
bir kaç tane
stand up yapan
komik adam dışında yüzü gülen kimse
yok gibidir

neyse
geçtiğimiz pazar
hasta yatıyorum
grip - öksürük - ateş
betül telefon da
biliyormusun
teomanın yeni cd si çıkmış
bülent ortaçgil ve teoman birlikte
konser albümü...
paramparçayı da en güzel
müslüm gürses söylüyor gibi
birşeyler söyledi

bu ülkede ayrıntılarda var
çoğu zaman vayyy be
dediğim ayrıntılar
galiba
bu sebepten seviyorum
bu ülkeyi
ve
bu ayrıntılar beni mutlu ediyor
her zaman
bu insanlar iyi ki var diyorum

türkçe bu kadar güzel bir lisan mı
böyle güzel müzik olur mu canım
nasılda doğallar
bana mı öyle geliyor
ışık saçıyorlar
ankara da ne güzel bir şehirmiş
songül hanım da ıspanağı ne güzel pişiriyor
canım çikolatalı pasta istiyor
ben iyileştim mi ne
müziğin şifa etkisi
böyle birşey mi

berrin

sen buyuyunce ne olmak istiyorsun?

cok minikken babam karşısına oturttugu zaman (10 yaşındayım)
"ne olmak istiyorsun sen?" sordu.

simdi pakistan'da yasayip bi 10 yaşındaki cocuk kirmizi gelinlik bol kupe hizma ve taki, ellerde kına nasil istemeyebilir ki? ben gelin olmak istiyordum, ıhıöhö ama babama bunu tabii ki söylemedim. bunu dedim:

"ben psikolog olmak istiyorum" dedim
"evlenecek zamanin olmaz, cok fazla okul gerektirir, baska birsey düsün sen" dedi (ironiye bak!!)

ben bu konusmayi hep hatirlarim. psikolojimi de okudum, resim ve seramik de yaptim, babamin ve annemin doktor ruyalarini gerceklestirmek icin de biyoloji kimya fizik gibi derslere de girdim (fizik derste berbattim yani gravity'i anlayana kadar universite'ye giriyordum). yani bu konusma sayesinde bir cok sey ogreneyim hep kendimi saglama alayim issiz kaldigimda kendimi bir sekilde kurtaririm. bu kadar cok cesit egitim aldiktan sonra daha ne kalabilirdi ki? soyleyim geriye ne kaldi. cocuklara ormanda terapi verirken masaj okullarina bakmaya basladim ama cok pahaliydi. taa psikoloji stres dersimde benim arastirmam masaj uzerindeydi, ben bu konuya bi bakayim demistim o zamanlar. okullar acayip pahaliydi, olmadi.

10 sene sonra masaj ogrenme firsati sasirticiydi. hemde enerji grubundaki kizlarla birlikte yapmak, bundan daha iyisi olabilirmiydi? thai masaji hakkinda bilgim varmiydi sorsaniz... yoo ama nilambara ilk fikri ifade ettigi zaman reiki ile baslarim gerisi gelir demistim icimden. reiki, şaman sifa teknikleri, yoga, meditasyon alt yapisi varken thai masaj egitimi almak cok daha etkili. 10 sene once masaj okuldaki ogreneceyim masajin kendisi vucuttan daha derinlere gidemeyebilirdi. işte ilahi duzen boyle birsey, dogru zamanda dogru eylemler. bu biliyormusunuz buna benziyor- amerika'yi terk etmeden once internet'te buldugum izci federasyon'dan yaptigim kontaktlarla bir sekilde kendimi ankara'da bulup ayni kisilerle Likya yolu AB gençlik projesi yapmak gibi ve kendi evim oluncaya kadar onlarla yasamak gibi dogru zamanda dogru insanlarla karsilasmak.

iste yeter. iste ve verilecektir. dogru isteyeceksin işte.

27 Şubat 2007 Salı

KAYBOLAN MARTININ GERİYE DÖNÜŞÜ

Bu akşam Burcu'nun Istanbul maceralarını okurken ve Burcu o martıları anlatırken o Istanbul'da ki sevdiğim havayı tenefüs ettim adeta. Nasılda güzeldir o martılar Istanbul'da. Bir başkadır Istanbul'da gökyüzünde vapurların tepesinde özgürce uçuşan martılar...Her İstanbul'a gittiğimde vapura binemeyip o havayı soluyamamanın ve o martılara gidememenin üzüntüsü çöker içime... Martılara bakarken oysa ki ne kadar mutlu olurum kimse bilmez.... içimdeki özgür ruhu çıkartır adeta martılar o masmavi gökyüzünde uçuşurken...Zihnimde ki tüm düşünceleri dağıtır ve içimi bir çoşku ve bir mutluluk kaplar...

İşte bugun Burcu'nun yazısını okurken ve o martıları anlatırken onca karmakarmaşık duygu ve düşünceden yorgunluktan sıkıntıdan bir anda sıyrılıverdim ve çok mutlu oldum. Ve içimdeki martı tekrar uyandı...Zihnimi tutsak yapan düşüncelerim adeta uçup gitti ve ruhum yine bir martı kadar özgür.....bir o kadar hafif ......İçimde kaybolan martının geriye dönüşü bir o kadar tanıdık..........

Teşekkürler kırmızı başlıklı kedi .....

Özgür Martı
Brajabanita
27.02.2007 1.30 a.m.

26 Şubat 2007 Pazartesi

Kurşunkalem / PAULO COELHO


Çocuk, büyükbabasının mektup yazışını izliyordu. Birden sordu :

"Bizim başımızdan geçen bir olayı mı yazıyorsun ? Benimle ilgili bir hikaye olma ihtimali var mı? "
-
Büyükbaba yazmayı kesti, gülümsedi ve torununa şöyle dedi :
"Doğru, senin hakkında yazıyorum. Ama kullandığım kurşun kalem yazdığım kelimelerden çok daha önemli. Umarım büyüdüğünde bu kalemi sen de seversin."
-
Çocuk kaleme merakla baktı ama özel bir şey göremedi.
"İyi ama bu kalem benim hayatımda gördüğüm diğer kalemlerden hiç farkli değil ki ! "
-
"Bu tamamen nesnelere nasıl baktığınla ilgili. Bu kalemin beş önemli özelliği var ve sen de bu özellikleri kendinde benimseyebilirsen hep dünyayla barışık bir insan olursun."
-
"Birinci özellik : Harika şeyler yapabilirsin ama attığın adımları yönlendiren bir el olduğunu asla unutma. Bizim için bu el Tanrı'dır ve her zaman kendi kudretiyle bizi o yönlendirir."
-
"Ikinci özellik: Zaman zaman her ne yazıyorsam durmam ve kalemimin ucunu açmam gerekir. Bu kaleme biraz aci çektirse de sonuçta daha sivri olmasini sağlar. Bu yüzden bazı acılara göğüs germeyi öğrenmelisin, bu acılar seni daha iyi bir insan yapar."
-
"Üçüncü özellik : Kurşun kalem, yanlış bir şey yazdığında bunu bir silgiyle silmene her zaman olanak tanır. Yaptığımız bir şeyi sonradan düzeltmenin kötü bir şey olmadığını anlamalısın, aksine bu bizi adalet yolunda tutmaya yarayan en önemli şeylerden biridir."
-
"Dördüncü özellik: Kurşun kalemin en önemli kısmı, kalemin yapıldığı ahşabın ya da dışarıya yansıyan şekli değil, içerisinde yer alan kurşunudur. O yüzden her zaman kendi içine bakmalı, en çok onu korumalısın."
-
"Beşinci ve son özelliği ise her zaman bir iz bırakmasıdır. Aynı şekilde sen de hayatta yaptığın her şeyin bir iz bırakacağını bilmeli ve her hareketinin farkinda olmalısın."

PAULO COELHO

İstanbul gözlemleri...


Istanbul’a gitmek üzere Cumartesi sabah saat 6’da uyandım.. Gün içinde neler olacagına dair hiçbir bilgim yoktu.. Saat 7’de İrem ile buluştuk.. Henüz uyuyor olduğumdan - sabah mahmurluğunun etkisiyle otobüsü beklerken bol bol güldük.. Otobüse bindiğimizde İrem ile sanki yıllardır görüşmüyormuşuz gibi Bolu’ya kadar nonstop sohbet ettik.. Bir insanı en iyi yolculuklarda tanırmışsınız.. İrem yolculukta da olduğu gibiydi.. Otobüs şöförü ve muavini taklit ederek beni oldukça güldürdü. İstanbula vardığımızda kursa yetişmemiz için bir saatimiz vardı. Hemen servise atladık. Servis şöförünün yanındaki koltuklara oturduğumuzda, şöförün muhabbetimize orta yerinden girişleriyle daha bir eğlendik. Şöför abinin maşallah her konu hakkında anlatacağı bir hikayesi vardı.. İrem’in “belki bizi bağdat caddesindeki kurs yerine kadar bırakır” sevimlilik çabaları fayda etmedi, şöförün yol boyunca anlattığı hikayeleri de yanımıza katıp, sırtımızdaki çantalarla servisten indik. Hariom merkezine vardığımızda hesapladığımız plan tutmamıştı.. Biz biraz soluklanıp, birşeyler atıştırabileceğimiz bir zaman dilimi bulabiliriz diye düşünüyorduk ama öyle olmadı. Sabah saat 7’de başlayan yolculuğumuz birkaç etaplı triatlona döndü.:)


Üstümüze rahat kıyafetlerimizi giyip, Betül’ü öptük, Uğur ile tanışıp kursa başladık.. Zaten amacımızda bu değilmiydi ki? Akapunktur noktaları, parmak hareketleri, meridyenler ve uygulamaya geçtiğimizde herkes full konsantreydi ama İrem ve ben artık sinir bozukluğundan gülme krizlerine girmiştik. Bora bey, bizi iyi tanımadığı için olsa gerek “ herşeyin yolunda olup olmadığını” sordu.. İyiyiz dedik ve dersimize ciddiyetle devam ettik.. Fakat ilerleyen dakikalarda, kurs merkezinin merdivenlerinden çıkarken birşeyler atıştırmak için zamanımızın kalmamış olduğu ve keşke simit yeseydik konuşmamız, İrem’de nasıl process ettiyse –herkes hareketleri yapmaya çalışırken bir ses duyuldu topluluğun ortasından “Simit yok mu yaa”... İrem ve ben, bir şekilde masaj uygulaması sırasında beslendik. Şansımıza iyi çağırmışız ki, bir tabak içinde simit geldi önümüze.. Ben yatıp relax bir şekilde uzanmam gerekirken, yarı belime kadar dikilmiş –İrem o sırada ayaklarıma masaj uygularken simit yiyordum. Bir yandan da İrem’i besliyordum..O sahnelerimiz çok komikti.. Ayaklarına masaj yaptırırken, üzüm salkımını eliyle havaya kaldırıp ağzına götüren bir prenses hali vardı bende.. Kursumuz gayet iyi geçti.. Her ne kadar yol yorgunluğumuz olsada maksimum performans göstermeye ve öğrenmeye hevesliydik..Günün sonunda masaj yapıldığı için mi, masaj yaptığımız için mi yoksa yoldan geldiğimizden midir bilinmez, ağrılarımız vardı..


Thai masaj, gerçekten sabır isteyen bir masaj... El disiplini istiyor.. Her ne kadar yapılanı rahatlatan bir masaj olsa da, masaj yapanında hayli efor sarfettiği ve kondisyonlu olması gerektiği bir gerçek... İlk dersimizin giriş ve temel başlangıç olmasına rağmen, ilerleyen zamanlarda öğreneceğimiz tekniklerin çok keyifli olacağını görür gibiydik. Pazar günü ise Suryanamaskar ile başladığımız dersimizde, Cumartesi öğrendiğimiz tekniğin tamamını uyguladığımız bir ders geçirdik.. Ayrıca “hands free” birkaç masaj uygulaması öğrendik... Bora bey, thai masaj dışında eşli yoga dersi verdiği için bize birkaç örnek hareket gösterdi.. Ankara’ya henüz gelmeyen eşli yoga hareketleri gerçekten çok keyifliydi.. Bora bey, oturarak yapılan birkaç eşli hareketi uygulatırken, thai masaj dışında da güzel şeyler deneyimledik. Nilambara ve İrem, iki zor hareketi beraber yaparak, fotograflandılar.


Onun dışında İstanbul soğuk ve kalabalıktı.. Kurs dışında en güzel dakikam Cumartesi günü tofucanlardan ayrılıp, beşiktaş vapuru ile ablamın evine gitmek üzere karşıya geçmekti.. Sisli ve karanlıktı hava.. Vapurun içinde, kaloriferin yanına iliştim. Martıların uçuşunu izledim.. Arka fonda Topkapı sarayı, Galata kulesi, 7 tepe istanbul.... Martılar harikaydı..Binbir düşünce geçti kafamdan... İstanbul'a dair.. Yolculuğuma dair.. O sırada Neriman hanım akşam yemeği için yaptığı dolmaları ocağa koydu,.. Abidin efendi ajansı dinlemek için radyoda kanalı aradı,.. Burak kalabalıkta daha hızlı yol almak için sevgilisinin elini tuttu,.. Bekçi Ahmet bey havanın karamasiyla binanın üzerinde yanan reklam panosunu açmak için şalteri kaldırdı,.. Alman turistler Topkapı Sarayının ziyaret saatinin bitmesiyle gördükleri inanılmaz Kaşıkçı elmasını düşünerek ağaçlı yoldan sultanahmet köftecisine doğru yol aldılar,.. Dolmuşcu 5 milyon para üstünü arkaya uzattı, kornaya bastı,.. Japon karı-koca çıktıkları istanbul boğaz turunda gördükleri bu gizemli manzarayı denklanşöre basıp ölümsüzleştirdi.. İrem gece gideceği parti için, kıyafetini giyip, gözüne kalemini çekti.. Nilambara arkadaşının bir yaşına giren kızının doğum günü partisi için aldığı hediyeyi valizinden çıkardı,.. tüm bunlar olurken İstanbul’un kalabalığında ben yeşil şalıma sarınmış, vapurun penceresinden bana bakıp pike yapan bir martının gözünden İstanbul’a bakıyordum...

23 Şubat 2007 Cuma

istanbul yolcusu kalmasın..


Çok sevgili Tofucanlar..

Yarın, uzun zamandır gönülden istediğimiz ve araştırmalarımız sonucu bulduğumuz Hariom merkezinde Thai masaj kursuna katılmak üzere Nilambara, Ben ve İrem yola çıkıyoruz. İstanbul'dan diğer tofucan Betül'de kursta bizimle olacak.. Ve tabi Sevgili Nilambara'nın arkadaşı Uğur ile de tanışacağız..


Ben kendime adıma heyecanlıyım.. Yeni birşeyler öğrenmek hep heyecanlandırır beni.. Ayrıca bu kursun bir de yolculuk kısmı var ki, 4 haftasonu gideceğimiz bu uzun yolu zevkli hale getirmek için elimizden geleni yapacağız..


Kursta neler olup biteceğini, Bora bey'e vır vır bir sürü soru soracağımızı, komik anektodlar yaşayacağımızı şimdiden hayal ediyorum, gülümsüyorum.. Umarım herşey iyi olacak..


Biz haftasonu yokuz...Tofu size emanet...Biz yokken onu ihmal etmeyin..


Ben, yarın sabah Ankara -İstanbul yolculuğumuzdan başlayarak Tofu'ya yazabileceğim kareleri biriktirmeye başlayacağım.. Tofu, thai masaj gozlemleri için beni İstanbul'a yollamış gibi bir misyon edinmemeye çalışmam gerekiyor. Yoksa kursu bırakıp, sokak roportajına geçebilirim :) Ama emin olun, yolculuğumuz ve yaşadıklarımıza dair bende kalanları sizinle paylaşmak için sabırsızlanıyorum...


hepinize iyi haftasonları...Bize guzel enerjinizi yollayın...

kitap cümleleri ile değil yürek cümleleri ile yaşamak...


Bu sabah kendimle sohbet ederken çok hoşuma giden bişey söyledim kendime...
kitap cümleleri ile değil yürek cümleleri ile konuşmak...

Sabah telaş içinde hazırlanırken, televizyondan bir bayan sanatçının sözleri önce kulağıma sonra beynime çarptı ve yüreğimi titretti. Ofise gelene kadar yol boyunca beynimde çağrışımlar yaptı.
“ben sevilecek bir insanım” diyordu ve bu sözün kulağımı tırmalamadığını farkettim. Klişe bir söz gibi değildi, kendisine onaylama yapmıyordu, yürekten ve inanarak söylüyordu bunu, kalıplaştırmadan can katarak, kelimeleri yaşatarak, sevgiyle söylüyordu.

Ve onu çok takdir ettiğimi farkettim. Çoğunluğun yaptığı gibi, kendisini sevdirmeye onaylatmaya çabalamıyor, “ya beğenilmezsem, onaylanmazsam” korkusunu ya da “sev beni sev beni” şımarıklığını yaşamıyordu. “Ben buyum ve tüm yanlışlarıma rağmen kendimi seviyorum, deneyin siz de seversiniz beni, ben sevilebilecek bir insanım, tıpkı sizler gibi” tınısı vardı sesinde.

Kendi kendime, bu kelimeler kitap kelimeleri değil yüreğinden gelen kelimeler di derken, üzülerek birkez daha farkettim ki büyük bir çoğunluk değişmek için gelişmek için çaba gösteriyor ama kitap cümlelerini ezbere söyleyerek, kalıplarını zincirlerini kırmadan, kendini esnetmeden rüzgarların önünde çatır çatır kırılarak olduğu yerde saymaya devam ediyor.

Kendini geliştirmeye çalışmak çok çok takdir edilecek bir çaba ancak yüreği hafifletmeden, zihni rahatlatmadan kısaca geçmişimizi, geçmişimizdekileri, kendimizi affetmeden, sevmeden kitap kelimelerini ezberleyip tekrarlamanın pek de faydası yok. Sert bir dalın rüzgarda kırılması gibi sert bir yürek te sürekli kırılıyor ve kırılan yüreğe onaylamalar çok da merhem olamıyor. Önce yüreğimizi, zihnimizi arındırıp esnetmemiz gerekiyor ki sert rüzgarlar geçince zedelenmeden formumuzu koruyabilelim. Onaylamalar, kitap kelimeleri ile değil yürek kelimeleri ile söylenirse hedefine ulaşıyor, işe yarıyor ve formumuzu kırılmaktan koruyarak daha da sağlamlaştırıyor.

Kitap cümleleri ile değil yürek cümleleri ile yaşamaya...
“Ben sevilecek bir insanım, tıpkı sizler gibi.”

22 Şubat 2007 Perşembe

özlediğim şeyler


ben liste yapmaktan hoşlanan biriyim. bugünkü listem özlediğim şeyler hakkında. bu özlediklerim bir şeyi bir süredir yapmayınca eksikliğini hissedersin ya, o zaman aklına gelir ama aklıma geldigi zaman "ah bi olsa da yapsam" değil de "bak bunları da yaptın, yine önüne çıkar yine yaparsın" demeye çalıştığım zamanlar olarak nitelendiriyorum.


*
- dün mesela cafe des cafe'de burcu ve selen'le otururken tatlı arkadaşım eren gözlerimin önüne geldi. bi zamanlar cafe'ye sürekli giderdik ve işletme müdüre "yeter artık, bize bi şey ısmarlayın hep biz veriyoruz" demişttik. (hep onunla beraberken içtiğim şeyler değil de başka şeyler istedim, yemek anılarımı değiştirdim)


*
- eve girdiğimde temizlikçi kadın neriman'ı özleyeceğim dedim içimden, istanbul'a taşınıyor, "ee kim gelecek 4 ayda bir?" dedim. "gelir ya birini bulursun bak burcu'nun var sevdiği biri"


*
- yatağıma girdim ve "ne kadar özlemişim senii" yüksek sesle dedim ve tunalı'da yürürken arkadaşlara yatağımı özlüyorum derken onları özledim (delice değil mi, bir daire çiziyorum gibi)


*
- meleklerime teşekkür ederken, gözlerim kapanıyordu, günümdeki harika olayları azıcık anlattım ve onları yanımda hissettiğim de "sizlerin sıcaklığını özlemişim yaa" dedim. "bi de ayaklarımı ısıtabilirmisiniz? ayaklarım üşüdü" dedim ve zonk gitmişim rüya dünyama


*
- sabah erken ofisime girdiğimde iskender'in uykulu gözleri, beni selamlaması ("nihayet geldin nerdeydin ya" gibi bir bakışı var), onu özlediğimi hatırlatıyor


*
- istanbul'a thai masaj için gitme zamanı yaklaşttıkça istanbul'un ve yolculuğun havasını özlediğimi hatırlıyorum. neymiş bu yolculuk ve benim aramdaki tutku?


*
- masamdaki ametist'i çekmeceme koyup giderim ve dün sabah koyamaya unutmuşum. yemek arasında yürüyüş sonrası (kundalinimi uyandıran aktivite) ametistimin yanımda olmadığını fark ettim ve saklandığı yerden çıkardım. merhabalaşttık. "özledim seni" dedim.


*
- daha bi kaç hafta önce istanbul otobüs terminalde tanıştığım bir amerikalı çocuk- türkçesi, pembe dizideki hayata benzer bir hayatı (eve yanmış, deli bir almanla yaşıyor, alman hanımın çocuğu travesti arkadaşlara baba diyen, bu arada doktora yapmaya çalışyor jeremy, cemlere katılıp ordaki dedelerle konuşyor), geri amerika'ya dönüyor ve 2 defa görmüşüm, gırgır ve derin sohbetlerimizi özleyeceğim
*
ooyy özlem alışkanlık olmadığı sürece iyiyim. alışkanlık bağlımlılık yapıyor ve bağımlı olmak istemiyorum. neye başlarsam bitireyim, önüme ne gelirse onun sayesinde büyüme fırsatı tanayim, kiminle tanışırsam tanışayim ama sağlıklı olayim.

yarın cuma bu arada. ne hoşşşş. cuma'yı özlemişim

21 Şubat 2007 Çarşamba

Melike...


Bu aralar, daha önceden okumuşluğum olan kitapları teker teker yeniden okuyorum... Farkındalık denilen şeyin "farkına varmak" bu olsa gerek, sanki o kitapları okuyan ben değilmişim, komşu okumuş da bana anlatmış gibi... Fakat bu kitabı, "Işık Habercileri" 'ni yeniden okumamı sağlayan sevgili kayınvalidemi burada anmadan edemeyeceğim..
Melike anneye.....


"....... ama sonunda sevgi ve aşk meleğimi çağırdım ve aramızda şöyle bir konuşma geçti:


Ben:Teşekkürler!
Sevgi ve Aşk Meleği (SAM): Pekala, sen, seni gerçekten seven bir erkek istedin.
Ben: Fakat o bir böcek spreyi kullanıyor!!
SAM: Üzgünüm sen özellikleri belirtmedin.
Ben: Özellikleri belirtmek mi?? Bunu hangi noktaya kadar vardırmalıyız?
SAM: Uygun kişiyi kendine çekebilmeye yetecek kadar.
Ben: Dinleyin, sizlerin benim düşündüğüm herşeyi bilen varlıklar olmanız gerekmiyor mu?
SAM: Biz sizin ne düşündüğünüzü bilmenizi isteriz. Bu konuda çok net olmanızı isteriz. Aksi halde kendinize çektiğiniz şeyler esastan sapmış olur.
Ben: Her halde bana bir şempanze ya da benzeri bir şey göndermediğiniz için şanslı olmalıyım.
SAM: Başa dön ve gerçekten istediğin bir erkek üzerinde meditasyon yap. Onu gör, onu hisset ve onu çağır! Biz mesajı alacağız.
Ben: Mesajı onun almasını sağlayın olmaz mı?
SAM: İzci sözü.
Ben: Parmaklarını çaprazlamışsın!
SAM: Oh, fark edeceğini düşünmemiştim.
:) ......."

Şakacı melekler.. bu akşam bizdesiniz vallahi bırakmam:)

hepinize bol melekli günler ve kocaman sevgiler....

19 Şubat 2007 Pazartesi

Tango'da nasil eglenilir- ogrenci defterinden


ilk "milonga"ma gittim bu hafta sonu. ilk milonga. zor geliyordu telaffuzu. "malingo" diyordum. denedigim yeni seylerde hep boyle olur, bunyem kabul edinceye kadar sikinti cekerim. neyse arkadaslarla gittik, guzellesttik, psikolojik olarak hazirlandik, onaylamalar yapildi "ben dans etmeye gidiyorum eğlenmeye gidiyorum 3 ay dans edebilmek bile guzel", annemin 30 yillik yilan deri topuklu ayakkabilari cilalattim... hazirdim.

ortama hazirmiydim bilemiyorum. 150 kisiden fazla kadin ve erkek. 30% dan fazlasi 50+ yasli kilolu ve dazlak bekar amcalar citir seksi kadinlari kaldirip o kalabalik pistte dans ediyorlardi. pist buyuk bir trafik faciasi olmustu. trafik canavarlari da vardi. yirtmacli elbiseden haydaaa bir bacak cikip erkegin etrafina dolarken bizim gibi sakin sakin isimize bakanlara carpmalar, cekil onumden diyenlerin altinda kalmalar.. birkac kez dans ettim o kaynayan girdabin icinde ve sıkıldım, partnerime gicik kaptim, "neden beni döndürmüyor!!!" sonra da "ya o da kilitlendi" dedim ve biraktim.

merdivenlerde oturan gencler "dirty dancing" deki yetenekli kendinden emin grubumuz takiliyordu. sadece aralarinda dans ediyorlardi ve benim gibi acemi dans eden irem hocalardan birine "dans edermisin benimle" dedigimde "biri ara" dedi ve beni lisedeki o abartili bozulma durumumu hatirlatti. neyse onu da atlattik. once "erkek değilmis" diyen arkadasimin tesellisi beni rahatlatti sonra da dedim "baska biri kaldirir ve dans ederim ne bozuluyorsun" dedim kendime. hocalardan biri bizim ogrenci masamiza gelip konusmasi ve bizimle sakalasmasi bile beni duygulandirdi. bu beni pufflayan hoca degildi, bu Murat hoca cici biri :))

gece ilerledikce insanlar nihayet gitmeye basladilar. herkesin bacagina bakacagima yuzlerini gorebiliyordum artik. orchestra ara verdiginde icimde gayatri mantra soyluyordum, ben ben olmaktan vazgecmek istemiyordum, orda herkes gibi profosyonel 5 senedir dans eden gibi dans etmemisttim ama dansi sevdigim icin ordaydim onu hatirlatiyordum. saat 0100 olmustu. uykum geliyordu ama arkadaslarim kalkmak istemiyordu. bir amca geldi beni kaldirdi. "yasasiiiin" dedim icimden. 6 senedir dans ediyormus, butun gece dans edip gomlegi sirilsiklam olmustu ben kup kuruydum :) bi aldi beni ve etrafinda adim attirdi, ayagimi kendi etrafimda cevirdi, 6 sarkidan fazla annemin o guzel ayakkabilarla annemi de yasatmis oldum bu keyfi. tabii bu keyiften sonra da amcamiz iltifatlar arasinda ve "1 aydir mi gidiyorsun kursa?" sorusu ve benim cevabim "3 ay oldu bu kadar mi kotuyuz?!" demem onu sasirtti. bu sasirmayla birlikte devami bilirsiniz biraz daha iltifat ve buraya buraya da gelin konusmalar da bulundu. icimden "ay be iste dans ettik, keyif aldim, ne yaziyorsun yav" dedim icimden. o an Burcu'nun sesi "anda kal" kafamda yankiladi ve duruşumu bozmadan tesekkur ettim ve oturdum.

eve geldigimde ayakkabilarimin topuklarin tam ucu yipranmisti, rujum biraz ucmus, ama yuzum guluyordu...

17 Şubat 2007 Cumartesi

Oto sanayi çırakları grubum


Bugün yeni bir grubum oldu. Kendileriyle saat onbir sularında Kasımpaşa'nın tarihi bir binaya sahip Ahmet Emin Yaman okulunda tanıştık. Ben diyim elli siz diyin yüz kişi, hepsi erkek, yaş ortalaması yirmibeş......Hemen heyecanlandınız tabi ama yanlış alarm.


*
Hepimizin amacı motor kullanabilmek için ehliyet almak.Ortamın tek sarışını olarak keyfim yerinde, tarihi yer karolarının üzerinde tıkır tıkır güvenle yürüyorum.İ lk darbeyi kapıdaki güvenlikten yiyorum, cep telefonuyla sınava girilmez. Telefonun kapalı olması yetmez, yanında varlık olarak var olmamalı. Gergin güvenlikçi telefona gıcık oldu, ağzımla telefon tutsam içeri sokamayacağım. Koyun karekterindeki Türk kadını ''kural kuraldır''kuralını tekrar ederekten kopya üstadı cep telefonunu eşine teslim eder.


*
Sınıfa girmeyi başardım ama kural ihlallerim devam ediyor. Sınav gözetmeni sınava giremeyeceğime karar verdi. Kadın kural falan tanımıyor, kimliğinde T.C numarası yok . Ya başka birinin yerine sınava giriyorsam? Sharlock Holmes gözetmenin, gözetiminden kaçamıyorum. Bak Sharlock kardeşim ortamda motor tekniği konusunda en az bilgiya sahip kişi benim, herkes otosanayiden diplomalı yanlış iş üzerindesin açıklamam, bir üst merciye çıkmamızı sağlıyor. Bir üst merci benden ehliyet istiyor. İki kimlik, bir emniyetten verilmiş sınav belgesi ve üst merci onayıyla benim ben olduğum kesinlik kazanıyor. Büyük iş başarmış Sharlock gözetmen ve benliği kaybetmeyen ben tekrar sınav sınıfına giriyoruz. Oto sanayi grubu olayı şaşkınlıkla izliyor, bende gerçekten motor tekniğinden anlayacak göz yok.


*
Sınav yirmi soru ve test, süre iki saat. Minimum kalman gereken süre kırkbeş dakika. Sınav olayı yirmi dakikada bitiyor. Hesap kitap yok, okuyorsun biliyorsan işaretliyorsun. Ama kural, kırkbeş dakika oturacaksın. Nedenini merak ediyorsanız eğer etmeyin.


*
İnsanların herşeyleri kuralsız yapabildiği bir ülkede, kurallara uyarak yaşamak ne kadar kuraldışı oluyor zaman zaman..........


16 Şubat 2007 Cuma

Şimdi Frezya ve Sümbül Zamanı



SÜMBÜL AŞKLARI

Sen ne yaparsan yap
Bahar yine gelecek,
Sümbüller yine açacak,
Soğanlar çiçeğe dönecek,
Çiçekler kokularını yayacak,

Ve yine aşık olacaksın,
Ve yine hayata gülümseyeceksin,
Gecen gündüze dönecek,
Gözlerin en parlak ışığını yayacak,
Tenin en ince en narin dokusuna bürünecek,

Ve sümbül kokularına eşlik edeceksin
Bulaşıcı, sinsi bir hastalık gibi
Sızacaksın, en karanlık yüreklere bile…
Aydınlatacaksın örümcek ağlarının ardındaki gönülleri…

Dalga dalga yayılacak kokun…
Ta ki bir sonraki bahar yeni sümbüller açıp
Yeni aşkları yakalayana dek

06 / 03 / 03
************

Sümbül’e aşık, sümbül için sayfalar dolusu methiyeler yazabilecek bir dostun anlatımından esinlenilerek yazılan bir şiir...

Aşkın, zerafetin, güzelliğin sembolü sümbül... Şimdi tam da sümbüllerin renk renk çiçeklenme ve mis kokularını yayma dönemi... Ne yazık ki ömrü çok kısa... Henüz kokusuna doyamadan çiçekleri solmaya başlar... Ama sakın sümbülünüz soldu diye atmayın, soğanı toprağın içinde kalacak şekilde dallarını kesin, saksıyı paketleyin, saklayın ve bir sonraki sene yine mis kokularını yayması için çıkarın ve bakımını yapın... Sümbül soğanını ekersiniz, beslersiniz ve beklersiniz umutla filizlenmesini, büyümesini ve çiçeklenmesini... ve o güzel minik çiçeklerinin yarattığı buketi günlerce seyredersiniz ve kokusunun hücrelerinize işleyip yüreğinizi coşturmasını, canlandırmasını ve tıpkı sümbülün kokusunun yayılması gibi sevginizin canlı cansız her varlığa yayıldığını hissedersiniz... Tıpkı her fırtınanın ardından parlayacak güneşi beklemek gibi, her gözyaşının ardından gelecek gülümseme gibi, her Nisan yağmurlarının ardından açacak Mayıs çiçekleri gibi... Sümbülünüzün de zamanı geldiğinde tekrar açacağını bilirsiniz... Umutlarımızın daima canlı kalmasını, beslenmesini hatırlatan sümbüle sevgiler...

Aşkın, zerafetin, güzelliğin bir diğer sembolü frezya... favorim... Ne yazık ki sümbülden de kısa ömürlü... Frezya biraz daha mahsundur ama daha görkemlidir, daha çok yayılır kokusu... sümbülün kokusunu almak için ona yaklaşmalı, dokunmalısınız ki size kokusunu sunsun... Oysa frezya biraz da arsızdır, henüz onu görmeden bulunduğu ortama yaklaştığınızda bile kokusu işler burnunuza... Ben buradayım, bul beni, gör beni der... Haklıdır da... Çünkü sümbülden de kısadır ömrü... Kardelendir, zor şartların içinden sıyrılır hayata tutunur...

Bütün bir yıl beklersiniz gelmesini... Ekemezsiniz, saksıda olmaz, geniş alan ister, özgürce istediği yerde kök salmak ister, mücadelecidir, şartları zorlar, mutludur kayaların, taşların arasında da olsa kendine yeter... ve kendini güvende hissetmek ister, o kadar narindir ki ancak emniyette olduğunu hissedince, güvenince verir çiçeklerini ve sadece yılın en kısa ayında, Şubatta... Şubat ile doğar, Şubat ile ölür... ta ki bir sonraki Şubata kadar kokusundan mahrum bırakır, o kısacık ömründe kıymetini bilmek gerekir ki o muhteşem kesif kokusu yüreğinizin derinlerindeki en büyük olanı, ilahi olan aşkı coştursun...

Bir şiir de “frezya”ya lazım... Belki henüz “frezya aşkı” yaşanmadığından, tamamlanmadığından, eksik kaldığından öyküsü de yok, şiiri de yok... Kimbilir, belki yakında...

KOPYALANMAK İSTİYORUM..

*
Gece bir gün sonraki işleri düşününce, nasıl yetişeceğim dedim. Kopyalanmayı düşündüm o an.. Sonra bu düşünce ile rüyaya daldım. Kopyalanmak isteyerek belki, kopyalanarak uyanırım diye belki de..
.......
Burcu kopyalanan Dolly’leri sayarken uykuya daldı.. Sabah çalar saatiyle uyandı. Hızlı bir kahvaltı yaptı ayaküstü... Kopyası olan diğer Burcu çift kişilik yatakta döne döne uyumaya devam etti.. Ne güzel rüyalardı onlar.

Burcu sonra gardrop savaşına başladı. En rahat ve en uygun kıyafet savaşı da deniyordu buna. O yatak odasında üstüne giyecek birşeyler ararken, neyseki Kopya olan uyanmış, banyo keyfiyle kendini şımartıyordu.

Burcu, makyajına son noktayı koydu. Çantasına götürülecek son şeyleri yerleştirdikten sonra evine özlemle baktı ve kapıyı çekti. Kopya, banyodan çıkmış, bornozuyla salonun en güzel köşesine yayılmış, kahvesini yudumlarken bir yandan da gazeteleri gözgezdiriyordu. Çıplak ayaklarını şubat ayının yalancı güneşi ısıtıyordu. Bundan keyif aldığı belliydi...

Burcu ofisin kapısını açtı.. Etrafı düzenlemeye başladı. Dikkati dağılmadan çalışması için ofiste yaptığı sabah rutinlerine girişti.. Kopya, arabasına bindi kuaförün yolunu tuttu:)

Burcu günün koşuşturmasına başlamıştı bile.. Elindeki yapılacaklar listesine baktı. ”Kopyalanmak istiyorum“ dedi sonra... Kopya olan, tam da bu düşüncenin üstüne ofisten girdi... Kendine bir kahve hazırladı. Kuaförde yapılmış saçlarını düzeltip, Msn’e girdi..” merhaba irem”...:)

Burcu bir yandan Nedim bey’in istediği kurumsal kimliğini tasarlarken, diğer programda projenin detaylarını yazıyordu. Mazhar bey aradı, dergideki değişiklikleri acil olarak istedi.. Kopya saatine baktı.. Öğle tatili de yaklaşıyordu.

Burcu gereken mailleri atti.. Aranması gerekenleri aradı.. Yapması gereken işe geri döndü. Ablası aradı “düğün davetiyesinin ne olduğunu” sordu . Babası aradı “Almanya’da ki firmaya mail geç” dedi.. Burcu işi bıraktı düğün davetiyesini Almanyadaki firmaya mail geçti. Kopya, “öğle tatili geldi”..”çıkıp arkadaşlarımla kahve içeyim..” dedi...

Burcu henüz acıkmamıştı.. Araya giren işlerini halledip, işine döndü. Saat 5’te olan görüşmeye kadar yetişmesi gerek bu çalışmanın diye düşündü.. Kopya, kahve sonrası minik çaplı bir tunalı vitrin gezisine çıkmıştı o arada..

Kapı çaldı. Muhasebeci geldi.. Burcu bilgisayardaki işini bıraktı. Muhasebeci kızın sorularına konsantre oldu..”Hızlı davranıp, gider mi yoksa oturur mu her zamanki gibi saatlerce” diye düşündü içinden... Telefon çaldı Mazhar bey, maili alamadiğini bildirdi.. Annesi aradı o anlattığın yemek tarifini bana basıp getir dedi.. Aşağıdaki kuyumcu çocukta aynı anda muhasebeciyle pişti oldu. Muhasebeci “hadi ben gideyim “ dedi. Kuyumcu “bilgisayarınızda bir ismi el yazısıyla yazabilir misin dedi, kolye yapacağız da" .. Kopya, öğlen kahvesi ve gezintisinden geri döndü. Aldığı dergilere bakmak için yeşil koltuğa gömüldü.

Son dakika, bankaya gitmesi gerektiğini hatırladı Burcu.. Toplanıp koşarcasına bankaya yetişti. Önündeki 20 kişilik sırayı beklerken acıkmaya başladığını hissetti.. Ofise dönerken bir simit aldı en hızlısından,... Kopya internetin başına oturmuş, maillerini check etmiş, gülümsüyordu...”Seni matbaacı aradı” dedi..

Simiti bir köşeye fırlatan Burcu, hemen matbaayı aradı.. Matbaacı adam, “musaitseniz deneme baskıya bakmanız için size davet edecektim, siz bakmadan baskının tamamına geçmiyim” dedi.. Burcu bu önemli iş için, üstünü çıkarmadan arabasına bindi. Masadaki simidin susamlarını parmaklarıyla toplayarak yedi Kopya, yanına da güzel bir çay doldurdu..

Burcu, matbaadan ofise dönüş yolunda araba kullanmaktan çok sıkıldığını düşündü.. Zengin olursa hiçbirşey değil, sadece bir şöför tutmaya karar verdi.. Ofise vardığında 5'te olan görüşmeye yetişmek için bir saatinin olduğunu farketti.. Neyseki bilgisayar boştu. Kopya yeşil koltukta azcık kestirmekteydi...

Zamanla yarışarak 5’te ki randevu için son çıktıları aldı. Hepsini güzelce dosyaladı.. Kopya, kendi hikayelerinden birini Tofu’ya yazmak üzere bir word dökümanı açtı.. Nilambara’ya msn’den bir gülücük yolladı..

Burcu, saat 5 randevusundan alnının akıyla çıktığı için biraz rahatlamıştı.. Kopya ise, internette akşam yemeği için tariflere bakınıyordu o ara...Burcu ofise döndü, yarın yapılacakları listeledi ve Kopya’nın istediği tarif için gerekli malzemeleri almaya supermarketin yolunu tuttu ikisi..

Supermarketten Burcu’nun ihtiyaç listesi ve Kopya’nın istek listesini torbalarla yüklenerek çıktı. Eve girdiklerinde Kopya, Güçlü’ye sevgiyle sarıldı.. Burcu tüm gün açtı ve açken bin kaplan gücündeydi. Gözü hiçbirşey görmez halde mutfağın yolunu tuttu..

Kopya gün içinde neler yaptığını Güçlü ile keyifli bir sohbet içinde anlatırken, Burcu hem yemeği hazırlamış hem de minik minik mutfagi yola getirmişti..

Üçü hep beraber yemeklerini yediler sonra... Burcu üstünü değiştirip, bilgisayarda eve getirdiği işleri halletmek için çalışma odasına geçti.. Güçlü ve Kopya kahkahalar içinde çizgi film izliyorlardı içerde...

Uyku vakti gelmişti.. Neyseki yarının işlerini birazcık hafiflettim diye düşündü Burcu...
”Hadi yatma zamanı artık”..

Burcu günün yorgunluğu ve uyku özlemiyle hiç zaman kaybetmeden yatağına girdi.. 4 saat uyuyabilecekti çabuk olmalıydı.. Kopya, Cildini temizledi önce.. Göz makyajını sildiğinde Burcu rüyaya dalmıştı bile... Kopya, günlerdir elinden düşürmediği kitabını açtı, 30 sayfaya yakın okudu.. Ne harika bir gündü dedi içinden sonra... Biraz reiki verdi kendisine...
Işığı kapadı ve Burcu’nun rüyasındaki yerini aldı..

tofugrup ve diğerleri

*
merhaba tofugrup
akşam hepinizi bekliyorum...
yemek falan yok
salata - kek - abur cubur var
selen merhaba der gidersin
söz ısrar yok
benin can başmisafir
ne sever - ne pişirmemi istersin
tofugrup dışında gelmek isteyen arkadaşlar
kapım size açık
mail atın

berrin

14 Şubat 2007 Çarşamba

Sevgililer günü bitti ama..

-
Sevgilisi olanin olmayanin,
Olup da yok gibi olanin,
Yok da var gibi olanin,
Olmayip cok isteyenin,
Oluyo da noluyo diyenin,
Oldugu için cok mutlu olanin,
Olmadigi için cok mutlu olanin,
Onsuz olamayanin,
Onunla hiç olamayanin,
Herseye rağmen yureğinde her daim aşka yer olanin…
Kisacasi herkesin sevgililer gunu kutlu olsun. Sevgi hep sizinle olsun, yureginizde aşka hep yer olsun. Yüzünüzden gülücükler kalbinizden de sevgi eksik olmasın.

BEN HİÇ DOĞUMGÜNÜ ÇOCUĞU OLMADIM



Bugün ben de doğumgünü çocuğu oldum sayenizde, tekrar çok teşekkürler :))

Günlerdir süren “Sevgililer Günü” bombardımanından ve Berrin'in bir sorusundan esinlenerek 2-3 gün önce kağıda dökülen kelimeler... Bugünki, muhteşem sürprizlerinizle anlamı değişse de içeriğini değiştirmeden paylaşmak istedim... Berrin'ciğim, işte böyle birşey 14 Şubatta doğmak :)


"BEN HİÇ DOĞUMGÜNÜ ÇOCUĞU OLMADIM / 14 ŞUBAT SEVGİLİLER GÜNÜ


Günlerdir bir sevgililer günü hezeyanıdır gidiyor. Heryerde her köşede bir mesaj, tüketicileri harekete geçirmek için bir çırpınma.. cep telefonuma pek çok mesaj geldi bankalardan, mağazalardan... 14 Şubata kadar şu kadar alışveriş yapın, şu kadar kazanın vs.... Çevrede gördüklerim ise ayrı, kimi büyük bir heyecan içinde hazırlanıyor kimi hüsran içinde izliyor... Benimse derdim başka... O gün benim doğumgünüm... Ama biliyormusunuz, ben hiç doğumgünü çocuğu olmadım, olamadım....

Okul yıllarımda hep sömestr tatilinin son gününe rastlardı ve hiç arkadaşlarımı davet edip te doğumgünümü kutlayamadım. 10-11 yaşlarımda bir girişimde bulundum, sömestr tatiline girmeden önce arkadaşlarımı davet ettim, 14 Şubatta doğumgünüm, bekliyorum dedim ve o 2 haftayı heyecan içinde geçirdim, doğumgünü çocuğu olacağım diye... ve büyük gün geldi çattı, büyük hazırlığın ardından gözüm kapıda beklemeye başladım... saatler geçti, kimse gelmedi... herkes unutmuştu 15 gün önce aldıkları daveti. Çocukluğumun şanssızlığı mıdır şansı mıdır, henüz cep telefonları olmadığı gibi ev telefonları da büyük lüks, henüz her evde yok. Haberleşmenin en güzel en sağlıklı yolu bol bol yürüyüş yapmak... Herneyse, anneciğim ufak bir organizasyonla komşuları toparladı ve benim için seferber olan komşu teyzelerle hem hüzünlü hem keyifli ama unutulmaz bir doğumgünü yaşadım.

Ortaokul yılları, İngilizce çalışıyorum elimde sözlük, karıştırırken birden “14 Şubat” gözüme ilişti, İngilizce sözlükte ne işi var diye merakla okumaya başladım, o gün St. Valentine yani sevgililer günüymüş. Henüz hiç sevgilim olmamıştı ama hoşuma gitmişti, ertesi gün hemen arkadaşlarımla paylaştım bu yeni bilgiyi... Tuhaf tuhaf yüzüme bakışları hala gözümün önünde...

Lise yılları hala sömestr tatilinde sevgili ailemin doğumgünü çocuğuyum. Sonra üniversite yılları, ilk aşk... platonik.... Kimse için değil ama benim için 14 Şubat doğumgünü olmanın ötesinde ilk defa sevgililer günü anlamı kazanmaya başladı, yalnız kutlansa da ...

Son sınıf, yalnız kutlanan bir sevgililer gününden kalma, yurt dışından gelmiş kalp şeklinde bir çikolata (henüz başlamamıştı Türkiye’de sevgililer günü hezeyanı) ayrılık çanları eşliğinde veda hediyesi olarak ilk sevgiliye verildi. Yakın tarihte öğrendim ki, o kırmızı parlak kağıtlı kalp çikolata, senelerce saklandıktan sonra bir sevgililer gününde bayat da olsa yenmiş hüzünlü hatıraların eşliğinde...

Ve son 10-15 yıldır ciddi bir çılgınlığa dönen “sevgililer günü”... Doğumgünleri gene güme gitti...

Haksızlık yapmamalıyım, 3 yıl üstüste her doğumgünümde taa Dubai’den kalkıp benim için gelen eski sevgiliye sevgiler...
Özenle ektiği ve ilk çiçekleri tam da 14 Şubatta bembeyaz patlayan sümbüle en güzel pırlantadan daha çok değer katan eski sevgiliye sevgiler...

Geçengün Berrin soruyordu, nasıl oluyor sevgililer gününde doğmak diye... pek özel bir tarafı yok dedim ama düşündüm ki özel bir tarafı var. Hiçbir zaman doğumgünü çocuğu olamıyorsunuz... Ya sömestre tatilinde oluyorsunuz ya da günler öncesinden bombardıman halinde 14 Şubat hatırlatılıyor, sevgiliniz için alışveriş yapın onu yapın bunu yapın diye... Herkes planlar, programlar yapıyor, sürprizler hazırlıyor ama benim için değil ya sevgilileri için ya da hüzünlerini boğmak için....
Evet bir özel tarafı da var aslında, hatta belki de en önemli tarafı... tüm hüzünlere, hüsranlara, travmalara rağmen herkesi, herşeyi, yaşamı sevmekten vazgeçmemek, sevgide bol bol cömert olmak, beklemeden sevmek, almadan sevmek, vermekten vazgeçmemek, sevgiyi doya doya coşkuyla sunmak... Kimbilir belki de 14 Şubat tüketimi teşvik etmek için canlandırılan bir gün değil de gerçekten Tanrının bir lütfu, hediyesi...
Sevmekten vazgeçmeden, vermekten vazgeçmeden, etrafınızda sizi sokanlar olsa da gene de sevmeye vermeye devam etmek büyük bir armağan değil de ne?"

Her 14 Şubatta herkesin yüreğinde coşan sevgi ve umut çiçeklerinin evrene çok hoş katkıları olduğuna inanarak, bu coşkunun sadece senede birgün değil hergün canlanması dileklerimle...

13 Şubat 2007 Salı

ÖZGÜR KANATLAR


Tofumuzunun gözbebeği, sevginin güneşi, güzel meleğimiz .....

İyi ki varsın.... İyi ki doğdun....... Hemde böylesine muhteşem bir günde....

AÇ O MUHTEŞEM KANATLARINI UÇ UÇABİLDİĞİN KADAR ÖZGÜRCE.......BU YIL SENİN YILIN.... NİCE MUTLU YILLARA.....DİDİCİĞİM

HARE KRİSHNA

Brajabanita

Meleklere inanırmısınız?




Meleklere inanırmısınız? Onların gerçekten var olduğuna? Aramızda dolaştıklarına....

hayatınızı kolaylaştırıp, güzelleştirdiklerine, mutlu ettiklerine.. meleklere inanan inanmayan sokaktan geçen insanlara sormuşlar "melek" denince aklınıza ilk ne geliyor :) Bakın insanlar neler demiş..


"iyi birisi, kanatları olan birisi."

"hayat moderatorleri ..."

"tanrı ile insanlar arasında habercilik yaptığına inanılan manevi varlık. kelime kökeni açısından 'elçi' manasına gelen 'mel'ek' ya da 'güç,kuvvet' manasına gelen "melk"ten türemiştir."

"rüyada meleklerden herhangi birini görmek hayra yorulur.bir yere melek indiğini görmek ise orada yaşayan insanlar için hayır ve nimet, üzüntü ve kederden kurtulmak manalarına gelir. "

"animsadiginizda ve/veya karsiladiginizda kalbinizi gulumseten insanlarin genel turu."

"karamel kokarlar.."

"eğer yanlış hatırlamıyorsam çocukluğumda bu kelimeyle başlayan bir tekerleme gibi bir şey vardı şöyleydi ama galiba; melek dümbelek alaattin amca sihirli lamba diye gerzekçe devam ediyodu sanki...."

"insana özenmiş kuş, tutan elleri olmadığı için kuşa özenmiş insan, uçan kanatları olmadığı için. ve melekleri yaratmış tanrı, kendisine hizmet etsinler diye."

"sevdiğiniz birinin bir şekilde kanına karışmış olduğunu düşündüğünüz saflığın özü, güzelliğin ismi..."

"bir insanda olamayacak kadar guzel ozellik sergileyen kisilere de melek denir"

"tanrı ile aramızda aracılık eden postacılardır. "

Postacı Meleğimiz... Sevgili Nilambara...

Güzel bir yeni yaş geçirmenizi ve yeni yaşınızda gönlünüzden geçen tüm dileklerinizin gerçek olmasını diliyoruz.. Gülümsemeniz hiç eksik olmasın yüzünüzden...


TOFU sizi seviyor...
14 Şubat 2007

GÖNLÜMDEKİ MECLİS ............


ne zaman ki
televizyonda
mecliste toplantıların yapıldığı pembe koltuklu salonu görsem
aklımdan
hiç mi renkli birileri yoktur şu memlekette
diye geçer


mesela
angelina jolie görüntüsünde
bir türk kızı milletvekili
cool
meclisin pembe koltuklu salonuna en son o girsin
ağır ağır yürüsün koltuğuna oturmak için
bıyıkları olan ve saçlarını boyatan esas milletvekili kadrosu
bakakalsın...
akıllarından
rabbim yapmış olmuş
diye bir düşünce geçsin

mesela
mecliste bir tane punk milletvekili olsun
bu arkadaş erkek ve
aslında bir rock grubunun gitaristi
ama şimdilerde milletvekili olsun
tamam koyu renk takım elbise giysin
ama saçları şöyle horoz ibiği gibi
ve pembe olsun
bıyıkları olan ve saçlarını boyatan esas kadroya
kitaplarda yazanların her zaman doğru olmayabileceğini öğretsin
tersten düşünüp - tersten konuşup
ezber bozdursun - şaşırtsın

mesela
müzikten sorumlu devlet bakanlığı kurulsun
bu göreve
kargonun solisti koray getirilsin
neden mi koray
bir nedeni yok
öyle işte

mesela
sağlık bakanlığı görevine
mehmet öz getirilsin
tamam itiraf ediyorum
solaklar - biraz aksanlı türkçe konuşanlar
ve mavi gömleğin yakıştığı erkekler
bana çekici geliyor
ama bu göreve getirilmesinin
yakışıklı olması yada iyi cerrah olması ile
alakası yok
sadece çok doğal bir adam olduğu için

mesela
bir şey profosörü bir bayan
milletvekili de olsun
genç biri olmasın
biraz otoriter - biraz osmanlı
konusuna hakim
bıyıklı ve saçlarını boyayan esas kadro
saygıda kusur edemesin
makyajını semiha berksoy gibi yapsın
yanakları elma şekeri gibi
ve
kimse neden böyle makyaj yaptığını
bilmesin

kültür bakanı
james joyes - albert camus - nietzsche - dante
gibi yazarları ezbere bilsin
bu yazarlardan alıntılar yapsınlar
konuşmalarında
dante dedim de arkadaşlar
cennette kimler var merak etmesem
vazgeçerim ilahi komedyayı okumaktan

meclise
bir kaç tane italyan da
tranfer etmek lazım
betül ve burcu için
maksat güzellik olsun

berrin

14 Şubat Sevgililer Günü



Sevgililer günü hezeyanına bir katkı da benden :))

Mutlu bir beraberlik için o gün evinizin Güneybatı bölümünde bir çift kırmızı mum yakın. Ayrıca bu bölüme canlı ve renkli kesme çiçekler koyabilirsiniz.

Güneybatının rengi sarı sayısı ikidir. Mumluklarınız sarı olabilir, çiçekleriniz çift sayıda sarı gerberalar olabilir. Gerbera aynı zamanda iç mekandaki havayı temizler. Ya da favori çiçeğim frezyaların sarı renkli olanlarından bir demet öneririm. [Ömrü çok kısa ama anlamı çok büyük frezyalar için bir yazım çok yakında burada olacak ;)]

Ayrıca, yatak odanızın giriş kapısına göre sağ tarafta kalan uzak köşesinde de bir çift pembe ya da kırmızı mum, tütsü yakabilirsiniz. Odanızın bu bölümünde yapacağınız aktivasyonlar sadece özel beraberlikleriniz için değil, aynı zamanda tüm ilişkileriniz için de etkilidir.

İhtiyaç duyduğunuz herzaman ya da rutinleştirerek hergün de yapabilirsiniz bu uygulamaları. (ve hatta ofisinizde de, iş ilişkilerinizi güçlendirmek için...)


Sadece sevgililer gününde değil, yaşamımızın hergününde sevmekten, vermekten vazgeçmememiz dileklerimle
"Sevgililer Gününüz Kutlu Olsun"

10 Şubat 2007 Cumartesi

İSTATİSTİK BİLGİLER

23 Aralık 2006 Tarihinde 10 kişilik yazar kadrosuyla açtiğimiz tofu grup,

10 Şubat 2007 tarihi itibariyle ;
-93 yazı ve 133 comment'e ulaşmıştır..:)
100. yazıyı yazan yazara kurdela takacağız. "Bugün halka karıştım" yazısıyla şimdiye kadar en çok commenti Berrin almıştır. (10 comment) Berrin'i ilk toplantımızda öpücüklerimizle kutluyacağız...

Bizi okuyan fakat Tofugrup yazar kadrosunda olmasa da, yazı yazmak isteyen arkadaşlarımızı da tekrar davet ediyoruz.. Yazılarımıza comment yapıp veya kendi yazılarıyla bize destek verirlerse çok mutlu olacağız..
Lütfen mail ile bize ulaşın tofugrup@gmail.com
*

Şimdiye kadar sitemize yazan, okuyan, bizi seven ve destekleyen herkese çok teşekkür ediyoruz..Ve tabi bizi bir araya getiren mucizeye de..


Yaşasın TOFU !!

9 Şubat 2007 Cuma

IRMAK (Halil Cibran)

Coşkun bir ırmağın aktığı Kadishe Vadisinde iki küçük dere karşılaştılar ve konuşmaya koyuldular.

Derelerden biri dedi, "Nereden geliyorsun dostum; ve yolun nasıldı?"

Ve öbür dere yanıtladı, "Yolum güçlüklerle doluydu. Değirmenin çarkı kırılmıştı ve beni su yolumdan ekinine veren çiftçibaşı ölmüştü. Bütün gün oturup tembelliklerini güneşte pişirmekten başka bir iş yapmayanların pisliğine belenmiş, debelendim durdum. Ama senin yolun nasıldı, kardeşim?"

Ve öbür dere yanıtladı ve dedi, "Benim yolum bir hayli farklıydı. Hoş kokulu çiçekler ve utangaç söğütler arasından geçerek tepelerden aşağı süzüldüm; kadınlar ve erkekler gümüş kupalarla suyumdan içiyor, küçük çocuklar pembe ayacıklarıyla kıyılarımda dolaşıyorlardı. Yolum neşe ve tatlı şarkılar eşliğinde geçti. Senin yolunun böylesine mutlu olmaması ne yazık."

O an ırmak yüksek sesle seslendi ve dedi,

"Gelin, gelin, denize gidiyoruz. Gelin, gelin, daha fazla oyalanmayın. Benimle olun. Denize gidiyoruz. Gelin gelin; bana kavuşunca gezintilerinizi unutacaksınız, mutlu ya da hüzünlü. Gelin, gelin. Ve siz de ben de anamız denizin yüreğine kavuştuğumuzda geçtiğimiz yolları unutacağız."
Halil Cibran

"Değişik çiçeklerden bal toplayan arılar gibi, akıllı adam bütün kutsal kitapların özünü kabul eder ve bütün dinlerdeki, yollardaki iyiyi anlar."
Srimad Bhagavatam

"Nefsini bilen, Rabbini bilir ve Rabbinde yok olur."
Mevlana Celaleddini Rumi

eskiler yeniler ve dengeler


hayatimizi hafifletmek icin simdi de yasamamiz da fayda var. neden bunu derler irem kendime sorarim. surekli arkamizda yanimizda önümüzde eski agir anilar acilar hatirlatmalar. yani her gun bir sekilde ileriye gitmekte zorlandigimizda yani mesela "ben yeni zelandaya gitsemde orda rahat insanlar arasinda yasasam" düsündügümde "ya isim ee parayi ne yapacaksin ve de burda da rahatsin bee" düsüncesi hayalimi yavaslatmis oluyor. hani hayal etmek düs kurmak fazlasiyla insani hayattan kopartan sey oluyor kabul ediyorum ama hayalsiz de yasamak ve kendini maceraya atmamak zor benim icin. bu aralar durgunum. zannedersem de nedeni degisimi istemem ve farkli bir seyi yasamak istemem. her gun evet renkli tecrubelerim oluyor ve o deneyimler beni guclendiriyor ve ögretiyor. iste galiba denge meselesi.

dengede eskisi de var yenisi de
dengede montonluk var ve degisim var
dengede üzülmek ve kahkaha atmak var

simdi de yazdikca da anliyorum ki su anki durumum dengeyi arada sirada sagladigimi goruyorum. yani soyle: icimdeki farkindalik egsersizleri yorumlayip her gun bir tip monoton olmayan bir hadise yasamak ama etrafimdaki insanlar mobilyalar caycilar trafikte kufur edenler tango ogrencileri bir sekilde degismeyip beni dengeyi gosteriyor. yasadigimiz kaos aslinda hic kaos degil. karaci (pakistan) gibi 11 milyon nufuslu sehiri ozlememin sebebi ne kadar karmasa olsa bile insanlarin ordaki derdi paradan ziyade (para herkesin derdi her tarafta), birlikte iste yasayalim ve "ya allah" dedikten sonra kizmak yok baaak demeleri. yani bazi ada insanlari nasil tingir mingir ahiste ahiste yuruyorlarsa, pakistanlilar langur lungur bakmadan yuruyorlar. ve ben? benim hayatta yurume tarzim degisti- hizli ve kamburdan, hizli ve gozlerde gunes gozlugu olana, sonrada hafif yavaslayip gozluklerimi cikardim artik. korunmama gerek yok artik, ne varsa etrafimda goreyim. saklayacagim bisi de yok. simdiyi gorerek yasayim yeter.


8 Şubat 2007 Perşembe

SAHİBİNİ ARAYAN KEDİ

(kedi hikayelerimden sıkıldınız biliyorum, ama bu yazımı da 2004 te bir kedi dergisi için yazmıştım.Onuda buraya koymak istedim)

Obur kedi Garfield’e, Gargamel’in kedisi Azman’a, beceriksiz kedi Sylvester’a, Kötü kedi Şerafettin’e, Tom ve Jery’e, pokemondan Meowth’a, Pembe Panter’e, Çizmeli Kedi Parcifal’a, zeki kedi Heathcliff’e, en çok omuzlarda oturmayı seven Piyale Madra’nin kedisi Piknik’e……

ve benim güzel kedim Shiraz’a ithafen….


“ …….…Her kedi yavrusu kendine özgü bir büyük kediye dönüşür. Ben dört kedi yaşındayım. Yaşamımı, birbirlerinin yerine gelen ama asla birbirlerinin yerini almayan dostlarımla ölçüyorum.” (Irving Towsend)

“Yalnızlık paylaşılmaz, paylaşılırsa yalnızlık olmaz” diyor Özdemir Asaf ama kendi yanlızlığımı kedimle paylaştığımı biliyorum…

Yıllarca kedi sevdamı dindirmek için ailem birçok sey denedi. 10 yaşıma kadar apartmanda beslediğim kedilerin sayısını hatırlamıyorum. Bulduğum kedileri gizlice eve sokup, besliyor annem işten geldiğinde de apartmana bırakıyordum. O yaşlarda babannemin vefatı nedeniyle gittiğimiz köyde, kendimi kaybetmiştim adeta.. Etrafta dolaşan bir sürü kedi vardı..Her ev, olası fare baskınına karşı, korunmak adına kedi edinmişti. Burası tam cennetti benim için… Aklımda kalan en komik hatıra, yakaladığım bir yavru sarmanı salona getirip, ayaklarımda sallayarak uyuttuğumdur.. Uyuması için gözüne tülbent örttüğümü de gülümseyerek hatırlıyorum. Uzun yola dayanamayacağı için bırakmak zorunda kalmıştım onu..Umarım söylediğim ninniyi hala hatırlıyordur..

Bu Kedi cennetinde, onlara olan tüm tutkum daha da ileri boyutlara varmıştı. Yatarken üzerimde dolanıp, rahat yer arayan bir kediyle ilk kez o zaman aynı yastığı paylaşmıştım. O beni farelerden korurken, bende onunla yorganımı paylaşarak ödeşiyorduk kendi çocuk aklıma göre…

Yaşım ilerledikçe kedi sahibi olmak konusunda daha cesur deneyimler edinmeye kalkıştım…Lise dönemimde arkadaşım tatile gittiği için, kedisini bana bırakma teklifini hiç tereddüt etmeden kabul etmiştim. ” Kepçe” koca kulaklı haylaz bir tekirdi. Nerden atlayıp bacağınıza yapışacağı belli olmayan, tam bir bacak fetişistiydi. Üç gün boyunca bizi çok eğlendirdi. Kepçe’yi; arkadaşıma geri teslim ettiğimde, ablamla Adile Naşit’in ölüm haberine ağladığımız kadar göz yaşı döktük . Kepçe yıllar sonra arkadaşımın babannesinin köyünde yaşamaya başladığı haberiyle mutlu etti bizi. Orada arkadaşlık kuracağı çok hayvan vardı çünkü..

Onunla karşılaşmamız ise bundan 4 yıl öncesine gidiyor…O zamana kadar, benim kedimin beni bulacağını düşünüp, böylece kendi kendime her okşadığım kediyi eve gotürme isteğimi bastırmıştım bir şekilde.. Ta ki onu görene kadar. Onunla karşılaştığımda benim yalnızlığımı anladığını biliyordum. Bir kedi cok ta güzel arkadaslık edebilirdi bana…..

Minicik bir iran kedisiydi o…O kadar küçüktü ki, onu kuş kafesine koymuşlardı. Parlak tüylerini okşamak - dümdüz yüzünü yüzüme değdirmek –yanaklarından öpmek için dayanılmaz bir istek duydum.

Elime aldığımda saatlerce kucağımda kıvrılarak ve ebadından çok daha güçlü hırıltılarla mutlu olduğunu hissettiriyordu.Bir sure sonra üzerimde dolanmaya başladi. Onun o küçük bir kafeste hareketsiz kaldığını bildiğimden, dikkat ederek dolaşmasına izin verdim. Aniden, arkamda dolaşırken içine yem konulduğunu düşündüğüm koca bidonun kapağı onun minik ağırlığından nasıl olduysa ters döndü. Bidonun içinde bulunan suya duşen miniğim, zayıflığının etkisinden olsa gerek dibe doğru duşerken debelenmeye de devam ediyordu. Can havliyle onu yakalamıştım ama , üzerimdeki kıyafetlerle onu kurulamama rağmen titreyerek olayın şokundan cıkmaya calışıyordu.Pet shoptan çıktığımda hiçbir kediyi terkedişimde duymadığım burukluğu yaşadım.

Ya o küçük kafeste soğuktan ve ıslak tüylerinden dolayı hasta olursa. Ya o parıltılı tüyleri ıslanmış halde onu kimse almaz ve minik kafeste kaldığı günlerce var gücüyle “hastayım—ıslağım— kurtarın beni bu kuş kafesindennn ! ben kediyim “ diye bağırarak daha da hasta olursa. Sokaklarda yürüdüğümü hatırlıyorum bilinçsizce….Ne zaman, nasıl oldu hatırlamıyorum. Minik kedimi elime alıp, eve geldiğimizde nasıl bir mutluluk yaşadığımı…

O anın tarifi yok. O artık benim kedimdi.
*
Şimdi kocaman bir kız oldu kedim. Ona atalarının yasadığı İran’ın kan kırmızısı-şarap yapılan üzümünün ismini verdik. Shiraz… Biraz cadı, biraz nazlı bir kedi ama, herşeye rağmen beraber yaşamaktan çok mutluyuz. Daha doğrusu, tüm aile onun evinde yaşamaktan çok mutluyuz…

Eğer içinizde bastıralamaz bir hayvan sevgisi duyuyorsanız mutlaka bir hayvan edinin. Ne kadar zor olursa olsun, çocuk gibi bakıma ve ilgiye muhtaç olsalar bile onlardan alacağınız sevgi hiçbir şekilde tarif edilebilir birşey değil… …

Ünlü ressam Abidin Dino’ya sormuşlar “ Mutluluğun resmini yapabilir misiniz? “diye…..
Benim için bu sorunun cevabı, kedim Shiraz’ın kucağımda mutluluk hırıltıları çıkarırken, kafasını, boynuma - yanaklarıma sürttüğü anlarda saklıdır….

ALİCE HARİKALAR DİYARINDA 2 .........


hiç düşündünüz mü....

mark knopfler...
nasıl oluyorda
bu kadar güzel gitar çalabiliyor
sultans of swing gibi bir şarkı nasıl yazılır

sting....
nasıl bu kadar güzel şarkı söylüyor
öyle gülümsemeyi nasıl beceriyor

teoman...
bu kadar güzel şarkı sözlerini nasıl yazıyor
edebiyat öğretmeni kimmiş

çinliler ...
nasıl bu kadar leziz yemek yapabiliyorlar
yemek tariflerini
nereden bulmuşlar

oyster sos....
içine koyduğum her yemeği
nasıl oluyorda bu kadar lezzetli yapıyor
yoksa sihirli bir şey mi

bülent(kardeşim)....
yirmidört saat - üçyüzatmışbeşgün
nasıl böyle neşeli olabiliyor

james brown ....
saçlarını neden öyle tarardı
saçlarını hatırlıyorum
müziğinden fazla

dante...
ilahi komedyayı yazarken
benim okurken
zorlanacağımı düşünmüşmüdür

meclisin nasıl bir kuaförü var.....
neden bütün milletvekillerinin
saçlarını aynı renk boyuyor
saçlarını boyatan erkekler
neden serçe parmaklarına
yüzük de takarlar
daha mı havalı olduklarını düşünürler

yoksa
tüm bunlar ben gülümseyip
mutlu olayım diye mi var
bana mı öyle geliyor
galiba
dünya planeti eğlenceli bir yer


berrin